• edward nortonın eski filmi american history xde yaşadıklarını yaşamamak için neler yapacağına şahit olduğum film.
  • "bu yaşam nerdeyse hiç gerçekleşmeyecekti!"

    filmin mottosu bu cümledir işte. insan bir şekilde hayatının sonuna geldiğini anladığında başa dönmeyi, masumiyetini ve mutluluğunu kaybetmediği o demleri arar. sevdiklerimiz, eşimiz, dostumuz, ailemiz için son bir 25. saat ararız, herşeyden, tüm sorunlardan çıkış olacak bir 25. saat. ve belki elde ederiz de... ancak işte o anı yakalayınca değerlendirmek, irade göstermek güçtür. monty babasının nasihatlerinden işittiklerini irade gösterip tatbik edememiştir. korkması için sebepleri vardır. işte böyle bir fırsatı kullanamayan bir adamın filmi olmuş 25. saat.

    filmin sonunda hem çocuğun hem de davudi bir tonda babanın ağzından bu cümleyi duymak tam bir anlamlar rezervi sağlamış. coşturuyor, duygulandırıyor, ağlatıyor...izahı ariflere bırakıp zekai müftüoğlu sayesinde türkçe dublajın orijnalinin bile önüne geçmiş bir film olduğunu söyleyerek sözlerimi tamamlıyorum.
  • spike lee, new york'ta geçen 25th hour'da bol miktarda 11 eylül görüntülerine ve simgelerine başvurmuş. filmin açılış sahnesinden itibaren nerdeyse her sahnede bir şekilde 9/11'e dokunuruluyor.

    film'in çok önemli iki monolog'u var. biri olay tam gelişmeye başlarken monty*'den gelir diğeri ise tam film bitmeden önce monty'nin babasından.

    ikisi de kanımca al pacino'nun scent of a woman'daki konuşmasına benzer bi şekilde akıllara kazınmayı hakeden monologlardır. filmi bitiren ikinci monolog resmen ağlatır adamı.

    güzel film, kesin görülmesi tavsiye olunur.
  • her seyredişimde bana askere gidişimi hatırlatan filmdir
  • zenci girmesinin insana nasil bir korku verdigini anladigimiz basarili film
  • david benioff'un aynı isimli romanından spike lee tarafından uyarlanan, bir tür 'last day in my life' homajı. film ve özellikle kitap; bu aralar askere gidecekler veya sadece uzaklaşmak isteyenler için harika bir kaç karakter prop u barındırıyor. hayatınızın son günüyse ve zaten her şey çoktan bitmişti diyorsanız, yaklaştınız....fakat her zaman 'harika' bir itfayeci olma şansınız vardır ve bazen mucizeler sorgulanmamalıdır.
  • bu filmi izledikten sonra aklımdan geçen şudur: "menemen çok basit bir yemektir. içindekiler de basittir. ama bu basitlik onun çok güzel ve lezzetli bir yemek olmasına engel olmaz." galiba filmin sonunda karnım acıkmış.

    neyse menemeni bırakalım da filme geçelim. veya hiç bırakmayalım ve "menemen gibi filmdi" deyip bitirelim.
  • --- spoiler ---
    babasıyla uzaklaşıp gittiğini sandığımız o son sahnede her izleyişimde gözyaşlarımı tutmayı beceremediğim filmdir.

    belki de filmin sonuna doğru babasının o kendine has kabul edilmişlikle anlattığı o hayatın, içinde sıkışıp kaldığımız her türlü yaptırıma alternatif olarak "bir yer daha var" görüşünü sunmasından belki de sadece kaçıp gitmeyi gerçekten başarmasını gönülden istemememden.

    evet, ben de bazen bir çöl istiyorum, içinde kaybolabileceğim ve herkesin unuttuğu o çöl kasabasında herşeye yeniden başlayıp kendi naturelleimi çağırabilmeyi. bunun gerçekliğine o arabanın içindeymişçesine inanıyorum ve sanki gerçekliğini kanıtlyacakmış gibi daha da çok ağlamak istiyorum.

    ne var ki ben de gidemem, tıpkı monty nin gitmeyeceğini düşündüğüm gibi. çünkü o çöl kasabasının varlığı belki de devam etmemizi sağlayan şey. belki sadece o çöldeki kasaba için her şeye katlanmaya devam edebiliriz.o çöl kasabası bizim hayalimizdi ve hiç gitmeyeceğimiz için o kasabayı yaşayabilirdik.

    (bkz: belki)
    --- spoiler ---
  • insan ilişkilerinin ve dialogların bir amerikan filminden beklenmeyecek derecede gerçekçi ve derinlikli olduğu harika film. müzikleri etkileyicidir.
  • bir new yorklu* filmi... uzunca bir zamandan sonra ancak seyredebilme fırsatı buldugum ve önüme cıkan herkese tavsiye ettigim, edecegim çok iyi bir film. bence spike lee bir film cekmemis, bir şiir yazmış.. bu kadar da iddialı bir söz söylemeye beni iten bir filmdir bu. özelliklede müziği olmadan bu film bu etkiyi bırakmazmış, en azından bunu bilmesi ve seçimini senaristin* tum önerilerine rağmen caz sanatçısı terence blanchard yönünde kullanması bile, yönetmenin işini ne kadar bilincinde olarak yaptığının bir kanıtı olmuş.. tek kelimeyle mükemmel bir müzik.. film bitiyor ama müzik bir türlü susmuyor kafanızda.. bruce springsteen'den the fuse gibi hoş bir parçayla bitmesine rağmen siz hala new york görüntülerine takılı kalan o nefis enstrumantal tınılarla resmen uçuyorsunuz..

    hapse girmeden önceki son 24 saatini geçiren bir dostunuza ne diyebilirsiniz ki? herşey önemini yitirmiş, ve sinir bozucu bir çaresizliğe saplanmışken yapılacak tek şey belkide en başta yapılması gereken ama hepimizin sona bıraktığı sorgulama değil midir.. monty karakteride (bkz: edward norton) işte tam bu noktada başlıyor hikayesini yaşamaya, uzun yürüyüşler eşliğinde vardığı noktayı, gerçek dostları, aileyi, ihaneti düşünüyor, sorguluyor.. edward norton her zamanki gibi muhteşem..daha cok edward norton'ın oyunculugu sayesinde alıp goturdugu, hakim olduğu bir film bekliyordum ama kesinlikle çok daha iyisiyle karşılaştım.. phillip seymour hoffman ve barry pepper* v.s. herkes en az onun kadar filme kaptırmış tiplerdi.

    bir kere amerikan filmlerinde alıştığımız abartı yok bu hikayede.. karakterler klişe olamayacak kadar iyi işlenmiş..bana göre hepsinin belli bir derinliği var.. alkolik baba figürü ise kesinlikle abartılı değil, gereksiz bir vurgusu yok.. filmin en büyük güzelliği bir new york hikayesi olmasına rağmen, üstelik şehrin kaosunu harika bir şekilde vermesine rağmen, hatta bu şehrin 11 eylul sonrası new yorku oluşunun nerdeyse her sahnede illaki varolan bir göndermeyle vurgulanmasına rağmen, son derece sakin ve vurucu olabilmesidir.. bence bush ve cheney icin soyledigi hatta biraz hızlıca geçtiği cümleleri saymazsak politik pek mesaj yok, montynin ayna karşısındaki unutulmayan monoluğu bile sadece çaresizlik ve pişmanlık hissinden ona buna saldırmanın en güzel örneğidir heralde*.. kendine duyduğu öfkenin aynadaki yansıması böyle olmuştur bir bakıma .. nitekim sonunda kendine gelir ve asıl sensin! der..işte orası ve sonra aynadaki yazıyla beyhude uğraşması superdir..

    11 eylul sömürüsü değil bence yapılan, bunu yapmamayı başarması açısından bile tebrik edilmeli yönetmen diye düşünüyorum.. daha çok 11 eylulun new yorka ne yaptığının bir new yorklu gozuyle, enfes şehir ve yıkım görüntüleri eşliğinde anlatımı sanki .. bir uyuşturucu satıcısının hayatıyla yüzleşmesinin fonunda kendi gerçeğini çoktan kabullenmek zorunda kalmış bir şehrin resmi..ve son olarak brian cox'un o hoş ses tonuyla zaten çoktan filmde kaybolmuş ve dağılmış olan ben zavallısını hepten mahveden, ihtimaller üzerine yaptığı o hüzün dolu konuşma filme en güzel noktayı koymuştur.. ve de benim gibi ortalama bir sinema seyircisine bunca lafı yazdırmıştır efendim*...
hesabın var mı? giriş yap