• ortasında olduğum ömrümde bir çok şeye doydum desem, kendi adıma pek de yanlış olmaz. doyamadığım ve doyamayacağımı düşündüğüm konuların başında yaz mevsimi ve deniz geliyor.

    son senelerde bu düşünce daha da ağır basmaya başladı ve her yazı son yazımmış gibi yaşamaya çalışıyorum. her deniz keyfimi sonmuş gibi iyi değerlendirmeye çalışıyorum. bu arada kıyı şeridinde yaşamaktan ve 1 saat içinde yazlığa ulaşabiliyor olmaktan dolayı şanslı olduğumu da ekleyeyim. buna rağmen; görmemişler gibi, nisan sonu gibi ufak ufak başlayarak ekim ortasına kadar yaz ve deniz keyfine doymak nedir bilmiyorum.

    yurtdışına yerleşmek isteyen çoğu kişinin hayali avrupa ülkeleri, abd, avustralya, kanada, japonya gibi yerler olur. benimse tropik ada ülkeleri. günün birinde fırsat bulsam ailecek gider yerleşir miyiz diye zaman zaman düşünüyorum. senenin büyük çoğunluğu ve hatta tamamı sıcak olacak ya da en azından soğuk hiç olmayacak. denize istediğim zaman girebileceğim ve yine doyamam sanıyorum.

    bir doyamadığım konu da yaz meyveleri ve dondurma. yedikçe yiyorum, doyamıyorum. evde bir şeyler izlerken, balkonda otururken, denize gittiğimde, sahilde yürürken, bahçede pineklerken meyve veya dondurma güzel bir tamamlayıcı oluyor. dondurma zaten dünyanın en güzel tatlısı.

    havanın 9 sularında karardığı haziran ve temmuz ayları da en sevdiğim aylar oluyor. günün erken ağarması, günü uzun uzun kullanmak çok güzel, aydınlık çok güzel. bir yere ilk defa gittiğimde de tüm güzelliklerini, renklerini görmek için aydınlıkta gitmeye özen gösteriyorum.

    özel sektörde maaşlı çalışan kölelerden biri olarak, 14 güncük izin hakkımızdan kullandığımız şu günlerde; pek sevgili zevcemin yanında sonsuz huzurla doluyken bile yaz mevsimini yarılamış olmanın hüznü içerlerde bir yerlerde duruyor.

    sözlerimi bitirirken en en en güzel aşk şarkısı ve iç ısıtan yaz şarkısı tüm sevenlere gelsin, öptüm.
  • dudaklar kiraz, yanaklar şeftali, gözler vişne parlaklığında, başında ise böğürtlen, erik ve üzümden oluşan bir taç... sıcacık gülümsemesiyle buram buram yaz kokan buğday tenli bu genç kadın kim mi?

    ilk bakışta rengarenk bir manav tezgahını andıran veya yerli malı haftası kutlamaları için beslenme çantasındaki meyveleri bir araya getirerek güçlerini birleştirmiş ilkokul bebelerinin marifeti gibi görünse de gözlerimize ziyafet çeken taptaze tablomuzun adı yaz ve tablolarının yanında sürrealizmin bile sönük kaldığı italyan ressam guiseppe arcimboldo’ya ait.

    şeftali, dut, kavun, kiraz, vişne, armut, bezelye, fındık, sarımsak, patlıcan vs. gibi tanımlanabilir yığınla sebze ve meyveden oluşan portrenin göğsünde umut, barış ve refahın sembolü, güçlü yaprak katmanları ile korunan bir kalbe sahip enginar vardır.
    faideli bir bilgi: italyan hekim ve filozof ugo benzi, geçmişi çok eskiye dayanan bir sebze olan enginarın afrodizyak etkisi olduğunu, haşladıktan sonra sadece tuz ve biberle çeşnilendirip yenilmesini tavsiye etmiştir. (ugo benzi, regola della sanità, 1620)
    hadi yine iyisiniz! yaz geldi bol bol tüketin ve bu kıyağımı da unutmayın.*

    hoşgeldin yaz.
  • şehirde yaşayan ve bu mevsimi seven insanı anlayamıyorum, anlamaya çalışıyorum ama olmuyor. hadi deniz kenarında yaşarsın, etrafın yeşilliklerle doludur, rüzgar ince ince tatlı tatlı eser ve sen hamakta uzanmış kitap okursun. işin gücün yoktur; olsa da işi gücü düşünmek zorunda değilsindir. hayat sana güzeldir o zaman yaz mevsimini seversin ama şehrin göbeğinde vıcık vıcık insan eti kokan toplu taşımalarda nemden nefes alamazken nasıl yazı sevebiliyorsun ben bunu çözemiyorum işte.
  • kışları siyah pantolon/etek üzeri beyaz gömlek/bluz kombinasyonu giyenlerin beyaz pantolon/etek üzeri siyah gömlek/bluz kombinasyonuna geçiş yaptığı mevsim.
  • hem herkes çıplak hem de sevişemiyorsun.

    insanoğluna bundan büyük zulüm olur mu?
  • "kış ne kadar çok, ne kadar uzun olursa olsun; balık ne kadar az çıkarsa çıksın; yine yaz, bildiği gibi mahrumiyetlerin içinden kafasını kaldıracak ve onu bekleyenlere gelecektir."
    (sait faik, "semaver")
  • ankara'nın yağmuru bitmedi bu yaz. geçen yazı bilemiyorum, bu sonbaharda taşındım. inanışıma göre ankara'ya başka mevsimde taşınan yoktur. okul nasıl başka mevsimde açılmıyorsa, aynen öyle.

    mevsimlerle ilgili daha mesnetli düşüncelerim de var elbette. mesela kar yağınca neden tüm insanlık olarak seviniyoruz? üniversitede örneğin, kışın ilk karı her yeri kapladığında bir coşku kaplardı herkesi. hiçbir ulusal bayramın, ertesi gün okulun tatil olmasının, hatta hatta aniden tüm kampüste elektriklerin kesilmesinin bile veremeyeceği türden bir sevinç, bir şenlik havası. herkes dışarılara dökülür, kartopuydu, kardanadamıydı, yokuşaşağı kaymasıydı derken, sabahı sabah ederdik. nasıl olur da bizim kampüsten kanada'nın bir vilayetine kadar her yerde kar böylesine kutlanır? hiçbir konuda ortak düşmeyen insanlık, neden, niçin ve nasıl böyle tuhaf bir konuda birleşiyor? evet, sonunda kendimi ikna edecek yanıtı buldum: insan, kendi eliyle yapamayacak olduğu birşeyi: gözünün görebildiği tüm yüzeyin bembeyaz kaplanmasını, tabiatla (ya da siz tanrı deyin) en yakın olabildiği an olduğu için kutluyor. bilincimizin çok ötesinde, kurdun köpeğin dolunayda ulumasına benzer bir tavır bu bence. sonrası eldiven, bot, bere. sonrası bilinç tabii.

    karanlıkta gökyüzüne bakmak da öyle. herkes sever sanıyorum. göz, beyni çok yoran bir organ olsa gerek. çünkü sürekli, sürekli, sürekli görüyoruz! kulaklarımızı kapamadan uyuyabilirken, gözlerimizi kapamadan uyuyamıyoruz. o kadar bilgi akışında, habire bak gör algıla odaklan harıl harıl çalışan bir mekanizma, sonsuzluğa bakınca duraklıyor. odaklanmadan, değişmeyen bir yere bakmak, insanı bu yüzden rahatlatıyor herhalde. (ki bence bu yüzden denize bakmak da insana iyi geliyor.)

    şimdi fark ettim. hiç araştırma, okuma öğrenme zahmetine girmeden, kendime sorup kendimi ikna etmeye yetecek yanıtlar bulup yetindiğim ne çok oldu! ne kadar çok... milattan önce yaşasam başta poseidon olmak üzere tüm tanrıları ben icat ederdim. isa gelene kadar gül gibi geçinip giderdik. olmadı. 1900'lü yılların sonunda dünyaya geldim. hayat hikayem yazılsa bu cümleyle başlamasını isterdim. ama hayat hikayesinin yazılması için birşeyler yapmış olması gerek insanın. hiç "çok iyi bir insandı, 55 yıl yaşadı bir kötülüğünü görmedik. kolay sinirlenmezdi ama bir kızdı mı da gözü hiçbir şeyi görmezdi" diyen bir hayat hikayesi olmuyor nedense. birşeyler yapmak gerekiyor. bense ankara'nın yazında karpuz gibi yatıyorum. karpuz diye tarlaya ekseler, tüm varoluş sorunum çözülecek. yatmam gerekiyor ve yatıyorum diyeceğim.

    ama karpuz değilim. kar da yağmıyor yaz günü, yağsa hiç olmazsa bir gün tatil olur hayat, yok yazılmam. yatar yuvarlanırım karda, böyle huzursuz olacağıma. ama huzursuzum, devamsızlıktan kalma huzursuzluğundayım, devam etmiyorum hayata. halbuki derslere girsem a ile geçeceğimden eminim! tüm yıl beklediğim yaz tatili geldi. binlerce hayal kuran, sabah altı buçukta uyanıp ütülü gömleği giyerken bıraksalar da gitsem diye öfkelenen bir ben vardı benden içeri... onu bulamıyorum. şimdi moda olan devasa çantasına tüm kolunu sokmuş kurcalayan, modaya uyacağım diye ufak çapta bir zavallılık yaşayan kızlar gibiyim. bir türlü bulup da çıkaramıyorum o 'yaz bir gelse dünyayı keşfedecek' kadını.

    fitfit bir yazısında demiş ki "bazi seyler vardir biliriz onlar calismayla ilgilidir. gonlunu koyman gerekir, kendini adaman gerekir. bunlari yaparsan ve cok istersen basarirsin gibi gelir. ama olmaz belki, ya o kadar istemeye istegin yoktur, ya onca istege yetirecek gucun yoktur. ama bilirsin aklinin, kalbinin bir kosesiyle o kadar istesen onu yaparsin." daha güzel anlatılamazdı sanırım. kimi zaman o kadar istemeye isteğim, çoğu zaman da onca isteğe yetirecek gücüm yok. akşama kadar evin içinde ne kadar manasız şey varsa yapıp -arada uyuyakalmak da dahil- akşam bir boşluk, kızgınlık içinde buluyorum kendimi. günleri uzatmak için geç vakitlere kadar uyumuyorum. daha da kafam karışıyor, daha da dalgınlaşıyorum. habire birşeye başlamaya karar verip tam o anda başka birşeyin aklına gelmesi ve böylece hiçbir şeye başlayamamak nasıl bir ruh haline işaret eder acaba? kendimi bir odanın ortasında dikilirken bulup "ben niye gelmiştim ki bu odaya?" hissini yakaladığım anda geri dönüşü olmayacak şekilde kıvama geldiğimi anlıyorum. anlıyorum, çünkü bu sularda kaçıncı yüzüşüm, belli değil. kurulmuş oyuncakların duvara kadar gidip orda zembereği boşalana kadar ilerlemeye çalışması gibi anlamsızca debeleniyorum içimden. ve komik olan tüm bunlar hiçbirşey yapmadığım halde ve hiçbir şey yapmadığım için oluyor! süperego filan diyorlar, neresi süper anlamıyorum.

    yarın aklımın, kalbimin bir köşesiyle görmeyi çok istediğim bir arkadaşımla buluşacağım. içimde bir umut beliriyor, bu döngüyü kıracağıma dair. "bari erken yatayım" dediğimde saatin üçü geçtiğini farkediyorum. kızıyorum kendime, kendimi sözlüğe şikayet etmek istiyorum.

    "yaz" diyorum, yazıyorum.
  • tepeleme hayali kurulan, beklenendir..

    "boş konserve kavanozlarını cam boyasıyla boyayıp tepelerine fırfırlar dikebilirim nihayet.

    albümleri yerleştirmek, kitapları toparlamak, eskiyenleri ayırmak gerek...

    çekmeceler toparlanmalı, eskiler ihtiyacı olanlara verilmeli...

    geçen yıl izmir dönüşü yoldan aldığım güveçleri kullanabilirim. mangal yakarız, salatalar yaparız, karpuz kavun keseriz...

    öğlen yemeklerinde akşamdan kalma kadınbudu köfteye domates soslu kızartma ilave ederim. taze naneli salata yaparım.

    televizyon yok, birikmiş bütün kitaplarımı okurum...

    kafamı dinlerim...

    kışa biber ve bamya kuruturum.

    tarhana yapar, turşu kurarım. erişte keserim...

    bulaşıklarımı ellerimle yıkarım. pazara giderim. sabah bahçeden topladığım domatesle kahvaltılar hazırlarım. kimse uyanmadan çayımı koyarım, yürüyerek gider sıcak ekmekle gazetelerimi alırım.

    kekikli zeytinle, yumuşacık beyaz peynirle, taze tereyağıyla kahvaltı ederiz.

    sabahları radyodan klasik müzik dinleriz, akşamları türk sanat müziği..

    evin içi güneş kremi ve çiçek kokar...

    el danteli perdelerimi kaldırır, akşam üzeri fesleğenlerimi ve çiçeklerimi sularım...

    mutlaka bir zeytinyağlı pişiririm. fasulye olur, imam beğendi (yoksa hünkar bayıldı mıydı, neydi, neyse) olur...

    otlarla yoğurtlu salatalar yaparız...

    evin hiçbir yerine saat koymam.

    akşam güneş battıktan sonra verandada çekirdek çitleriz. saklambaç oynayan çocukları sesleri çok çıktığında uyarırız ve iç çekerek şükrederiz bu küçük mutluluk için...

    hayret...

    hiç böyle yazlar hayal etmezdim...

    artık toprakla, mutfakla, en yakınlarla dolu, dinlenmek için yaz gelsin ister oldum...

    ne düşünüyorsun diyorlar bana. "ne düşünüyorsun?" boş boş bakıyor görünüyorum ama yaz hayali kuruyorum.

    oysa önümdeki kağıtlar üst üste, yaz boyu yürütmem gereken programları sıralıyor.

    büroların floresan ışıkları, bilgisayar tuşları, durmaksızın çalan telefonlar, verilmesi gereken yanıtlar, bitirilmesi gereken hesaplar, idare edilmesi gereken insanlar arasında bazen hayatımdan ümidi keser gibi oluyorum.

    "sesin niye böyle diyorlar..."

    "sesin niye böyle, bir şey mi var?"

    hiçbir şey yok, hiçbir şey..

    sadece şile bezi elbisemi giymek, başıma yazma takmak ve bahçe sulamak istiyorum hepsi bu...

    ***

    yazıya burada bir ara verdim, sade bir kahve aldım elime... camdan dışarı baktım. bu yazıyı hiç güneş görmeyen bir plazanın çalışanları okuduğunda katılacaklar belki ama tüm ömrü evde geçen biriyse eğer okuyan "nankör" diyecek..

    "orada yaşadığın küçük mutluluğa şükret!"

    değil mi?..

    -alıntı-"
  • hep inandım, aşkın mevsimi, dostluğun, sımsıcak paylaşmanın kokusu diye.
    şimdi bir bakıyorum da istanbul'da sıcaktan, nemden kimse birbirine sarılmaz, öpüşmez olmuş;

    -terliyim hayatım öpmiyim, nasılsııığn?

    böyle yaz olmaz yea!

    -bebeyim bu gece çok sıcak, ayrı yatalım...

    neredeyse yazdan tiksinir oldum.
    ankaralılar, siz öpüşüyo musunuz lan?
  • ağustos geldi mi yaz gidiyor demektir. an itibariyle valizini toplamaya başlayan mevsim. tamam küresel ısınma sebebiyle sonbahar sonbahar gibi değil, kışın eski heybeti kalmadı ama olsun. hüzünlendim.

    "şehir her semtiyle yazın peşine düşse
    yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,
    yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir
    eylülün semtine kadar böyle gidilir
    bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
    eylül yazdan terk edilmişti, şiirse haziranda
    kadın tarafından terk edildi o söylenceye:
    bütün oğullar anneyi bir şiire terk eder!
    o kadın beni terk ederse şair olurum
    oğul olduğum kadın sakın beni terk etme,
    şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider

    bütün kadınlar şiiri bir kadına terk eder!"*
hesabın var mı? giriş yap