• anlam üretiminin, anlam yaratmaya yönelik hayal gücünün ürünlerinden biridir müzik. her kavmin, ailenin, milletin, topluluğun ortak duyguları, hakikatleri ve deneyimleri olduğu gibi; birbirinden farklı duygu, hakikat ve tecrübeleri de vardır. bu gayrılıklardır yunan müziğini, habeş dilini, malay dansını, jamdani dokumacılığını, kabuki tiyatrosunu doğuran. biyoloji ne ölçüde etkilidir bilemem ama illa ki etkilidir.

    nedir türk müziği? tc kimliği taşıyan kişilerin yaptığı müziktir. amiyane tabir böyle olur işte. tc vatandaşlarının icra ettiği her müzik türk müziği midir? değildir. türk cazı başlığına bir dolu şey yazdım. dileyen okur. türk cazı dediğim şey türk müziği midir? nadiren. türk cazı denen şey tc kimliği taşıyan kişilerin yaptığı müziktir. hakikaten öyledir. hiçbir norveç, abd, portekiz vs. vatandaşı türk cazı yaptığını iddia etmemiştir şimdiye kadar. bahse varım bundan sonra da böyle bir şey yaşanmayacaktır. fakat kuzey avrupa cazı böyle değildir. aslında kuzey avrupa cazı caz da değildir ama konu bu değil şimdi. israilli avishai cohen 'in bazı albümleri için "kuzey cazı" denebilir mesela. ya da abd'li joe lovano'nun son dönem albümleri de kuzey cazı olarak değerlendirilebilir. bana kalsa berke'nin albümü mountains are mountains de kuzey cazıdır. kendisi de zaten "free jazz" ve "ambient" olarak etiketlemiş. uzatmayayım, şunu söylüyorum yani; burada zikredilen "kuzey" artık coğrafi bir tanım olmaktan çıkmış, başka manalara bürünmüştür. 260 metronomda kuzey cazı olur mu? olmaz. böyle bir kural yok ama olmaz işte. ya da 1 ölçüde 3 farklı akor basılan kuzey cazı olur mu? o da olmaz. bunlar yazılı kanunlar değil ama demek ki zamanla teamüller oluşmuş, kuzey cazı diye bir şey belirmiş. türk cazı böyle değildir. kamil erdem, asia minör ile böyle bir şey denemişti ama arkasından gelen olmadı. bu yüzden türk cazı, türk müziği değildir. demek ki tc kimliği taşıyan insanlar her zaman türk müziği yapmıyorlar. peki tc kimliği taşımayanlar türk müziği yapamazlar mı? yapabilirler ama bu da çok nadirdir. kültür günümüzde üründür. türkiye hangi ürününü tüm dünyaya tanıtmış, satmış da bunu satabilsin? bu müziğin "yabancılar" nezdinde albenisi yoktur. işe türk müziğine ait olmayan unsurları ayıklamakla başladım ki yazının çerçevesi, rotası belli olsun. hangi müzikler türk müziğidir peki? kaç başlıkta toplanabilir?

    • halk müziği (buna köylü müziği de denebilir)
    • sanat müziği (buna da divan müziği veya klasik türk müziği diyebiliriz)
    • dini müzik (bunu cami ve tekke müziği olarak iki ayrı başlıkta değerlendirmek gerekir)
    • askeri müzik (diğer deyişle mehter müziği. başka hiçbir kültürde askeri müzik türklerdeki kadar önemli değildir. askeri müzik yahut savaş müziği terminolojisinin doğuşudur mehter)
    • dans müziği

    listede pop, rock, hip hop, rap, arabesk falan yok. bunun iki sebebi var; ilki bu müziklerin henüz genç olmaları, ikincisi de bu müziklerdeki türk müziği unsurlarının kapladığı yerin cüzi olması. ikinci mazerete karşılık anadolu rock örneği verilebilir. anadolu rock türk müziğine ait unsurları barındırır tabii ki ama bu biraz ingilizce türkü söylemek gibi. incelemeye değer ama bu başlık altında değil. eh, çerçeve de belli olduğuna göre iş rota çizmeye geldi. türk dili, türk kilimciliği, türk mutfağı vs. vs. çalışan herkes gibi ben de işe orta asya'dan başlayacağım. daha evvel söylenenleri bir kez de ben söylemeyeceğim, merak etmeyin. hiç değilse başka şekilde söylemeye çabalarım.

    orta asya nedir? şu yüzden sordum bu soruyu; sizce orta asya coğrafi bir terim midir yoksa kültürel bir terim midir? eğer bu coğrafi bir terimse sınırları yıldan yıla yahut kişiden kişiye değişmemeli. oysa orta asya unesco'ya göre başka bir yer, ruslara göre daha başka bir yer, hele hele alexander von humboldt'a göre bambaşka bir yer. avrupa gibi. israil'in eurovision'da yarışıyor olması bize önemli bir tüyo veriyor. demek ki avrupa denilen şey sade coğrafya değil; bir kültürmüş. eh, orta asya da coğrafya dışında bir şeyler ifade ediyor olmalı o zaman. ne ifade ediyor peki? eni konu düşünün, varacağınız nokta şu olacak: barbarlık. barutlu silahlardan yoksun olanlara barbar denir. moğolistan'ı bu yüzden iç asya'ya dahil etmezler. evet, iç asya'da barbarlar yaşar. daha doğrusu sovyetler gelene kadar böyleydi. artık türkler yaşıyor orta asya'da. türk diye tanımlayınca birileri bozuluyormuş, yok kırgızlar diyormuş ki "biz türk değiliz", vay efendim azeriler diyormuş ki "biz azeriyiz" ... falan. valla ister wikipedia'ya bakın, ister alexey okladnikov'un kitaplarını kurcalayın, nereye bakarsanız bakın kırgıza, azeriye, özbeke, türkmene, kazaka, kıpçaka, tatara, uygura vs. vs. türk denir. turkic people diye yazar. neyse, artık türkler yaşıyor dedim. önceden kim vardı? önceden de türkler vardı fakat orta asya'ya karakterini veren türk kimliği yahut türk kültürü değildi. tam tersi, türk kimliği orta asya'dan besleniyordu. anadolu'ya veya avrupa'ya ulaşan türkler, asya'da kalanlara göre çok çok farklıdırlar. timur ile beyazıt'ın karşılaşmasını veya kösedağ savaşını hatırlayın. asya'daki akrabalarıyla karşılaşan türkler barbarlığın ne olduğunu gördüler. lafı uzatmayayım, demek istediğimi dedim. bunları anlattım ki orta asya'daki yakıcı, yıkıcı, göçebe iklimi biraz olsun hayal edebilelim. tarım imkanı son derece kısıtlı, dolayısıyla nüfus az. hayvancılık ve avcılık başat geçim kaynağı. fakat bunlar toplumsal örgütlenmeye ihtiyaç duymayan iş kolları. balıkçılık av faaliyetleri içerisinde örgütlenmeye en çok ihtiyaç duyulan alandır ama o da yok. yani hem nüfusları az hem de organizasyon yetenekleri az. küçük gruplar halinde göçebe olmaya mecburlar. zaten bu yüzden hiçbir zaman bir dil birliği de olmamış. moğol ve türk, tarihin hiçbir safhasında aynı dili konuşmamış düşünsenize.denis sinor 18.yüzyıla kadar yüzlerce dilin yok olduğunu söylüyor iç asya'da. sahne az buçuk canlandı zihnimizde. bir de duvar var; çin seddi. bunun sembolik anlamı fiziki manasından ağırdır bana kalırsa. hadrian duvarını düşünsenize. bu duvarlar pay etmek amacıyla değil sınır çekmek amacıyla inşa edilmişler. duvarı inşa eden kişi içeridedir. bu her zaman böyledir. "diğerleri" duvarın dışında kalmışlar işte. dışarıdakilere barbarlar diyelim. iç asya'nın heterojen ve fevkalade dağınık halkları işte bu dışarıdakilerdi. ve çok ilginçtir, orta asya'nın sınırları her zaman küçülme eğiliminde olmuştur. doğuda çin ve moğolistan, kuzeyde rusya, güneyde hindistan ve iran sürekli alanlarını genişletmişler. iç asya'nın kendine has vahşi, dağınık müzikleri de diğer kültür öğeleri ve toprakları gibi küçülüyor, yok oluyor. dahası barbarların müziğine karşı dünyanın geri kalanı da ilgisiz. ve fakat türk müziğini anlamak için muhakkak iç asya müziğini tanımak gerekiyor. işe en uzak atadan, kazakların müziğinden başlayacağım. başlamadan evvel ilave edeyim; uygur müziğini konunun dışında tuttum çünkü hem iç asya'nın dışında kalıyorlar hem de müziklerini hakkıyla anlatacak malumatım yok. kütüphane müzisyenliği yapmak istemem. ne oraları görmüşlüğüm var ne müziklerini eni konu dinlemişliğim var. rota şu şekilde olacak;
    kazak müziği
    kırgız müziği
    türkmen müziği
    özbek müziği
    azeri müziği

    ve tekrar türk müziği. türk müziği'ne gelince de
    mehter müziği
    dini müzik
    sanat müziği
    köylü müziği vs vs. diye devam ederim.
    iki ayda da ancak yazarım.
  • "için imaret olmadan dışındaki mamur nedir"

    yine haddimi aşma pahasına, yunus emre dedemin altı kelime, hepi topu bir cümle ile, muhteşem ve harikulâde anlattığı hakikat hakkında -yer yer şatahat makamından seslensem de, sözün efsunu malum- biraz gevelemek isterim.

    yıllar önce, şekil şükül bir cafenin bahçesinde, arkadaşımı beklerken (açken ve kimse bana onca yolu tepip de geldiğim halde aç mısın diye sormuyorken) mimar olduğumu işiten yan masa sakini iki beyefendi gayet rahat bir şekilde "hımm, demek mimarsınız. peki türk mimarlığı neden bu halde? şehirlerimiz neden bu kadar kötü?" minvalinde sorularla asıl amaçlarını çok acemice gizlemek suretiyle masadaki sohbete dahil oldular. mekan arkadaşın mekanı, bir şey diyemedim, güzel güzel izah etmeye çalıştım. işte şöyleydi de böyleydi de. mimarlık mesleği multidisiplinerdir esasında, fakat bize okullarda pek böyle öğretmezler. efendim felsefe bilmeyiz, sosyoloji okumayız, psikolojiden anlamayız. iki kolon, üç kirişle yaptığımız binalar ancak bu kadar olur filan derken beyfendiler "vay efendim, böyle mi olur, aman da şöyle niye olmuyor" diyerek itiraz üstüne itiraz icat ettiler. zaten mimari böyle bir şeydir. bir futbol bir de mimari mevzularında analiz üstüne analiz kasarak allame-i cihan olursun. hele bir de bio'na falan da "musikiye, mimariye, şiire merağı var" yazdın mı senden âlâsı olmaz ortamlarda. takipçi sayın artar, instagram fenomeni kesilir, ortamların aranan simalarından olursun. nedir ki canım? 3 kitap, 5 makaleye bakar. okuyuverirsin, eline mi yapışır. neyse... yoruldum, bezdim ortamdan, sırf mevzu değişsin diye "pardon" dedim "sizler ne işle meşgulsünüz acaba?". ikisi de gerine gerine "avukatız biz" dediler "hukuk ofisimiz var". top ayağıma geldi, doksana çakmasam içim rahat etmez. (futbol demiştim di mi?) "demek avukatsınız, hukuk ofisiniz var, pek hoş, pek güzel. peki hukuğun kendisi nerede?" beklemiyorlarmış zaar. ortaokul 2. sınıf öğrencisinin yapabileceği bu salakça mukabeleyi bile beklemiyorlarmış. sen modern ve postmodern çakması mimarlığın yükünü bana yüklen, ben de sesimi çıkarmayayım öyle mi avukat efendi? madem öyleyse sen de gir bakalım o terazilerin ağırlığının altına? gir de bir bak bakalım, çekilir dert miymiş? öyle kahvelerde, yan masaya peçete ile soru yazıp göndermeye benzer miymiş?

    bu saçma anıyı niye anlattım? şundan: türk mimarisinden, türk şiirinden, türk romanından, türk sinemasından bahedebiliyor muyuz ki türk müziğinden edebilelim? geçmişte ne yaşanmışsa yaşanmış, bir devirler muhteşemmişiz, sonra bir yerlerde bir tel kopmuş, ahenk bozulmuş. tamam, buna da tamam. coğrafya kader de tarih kurgu mu? ama ne olmuşsa olmuş, kendimizi her alanda bir herc ü mercin içinde bulmuşuz. hiç kimse nasıl çıkarız'ın peşinde değil. madem batıyoruz, hangimiz daha afili batacak'ın peşinde.

    sen kötüsün. ben kötüyüm. o kötü. üstelik sadece anlık kötü değil, külliyen kötücülüz. elimizden kör eşek yem yemez, içimizde hasetten geçilmez. elbette içimizden dışımıza akseden şey şarkı mı, şiir mi her neyse elbette bir derde derman bulmaz, bir yaraya şifa olmaz. aşktan anlamayan meşkten anlar mı? bekir sıdkı sezgin'in bırakın söylediği şarkıda kurduğu cümlede es olamayacak bizlerden o'nun sanatına yaklaşır bir sanat neşet eder mi? sinan'ın çattığı kubbeye şöyle dönüp bir safa nazarla bakmayan gözlere "kibrit kutusu" diyerek küçümsediğimiz ama kredi mesajı için ekranı yeniletip durduğumuz evler bile çok değil mi?

    yaşadıklarımız, dinlediklerimiz, okuduklarımız en çok da yekdiğerine hoş görünmek için bunlardan pazarladıklarımız kadar sanatlı yaşamaya layığız. iyi olmayı öğrenmeden ve eni konu iyileşmeden, içimizin cerahatıyla hiçbir şey olmayacak bizden. çünkü sanat tasarlanmaz, kurgulanmaz. daha doğrusu şöyle diyelim, tasarım ürünü olduğu kör gözüm parmağına belli olandan sanat olmaz. dilden dile düşmez, gönülden gönüle aktarılmaz. taş çatlasa 100 kişinin gezdiği sergi, 200 kişinin dinlediği konser olur. bu kadarcıktan da ülke sathına yayılan bir letafet çıkmaz.

    en başta söyledim, ben boş konuşurum o hakikati söyler. içimizin imarını tamamlamadan dışımızdaki mamur olmaz, hadi oldu diyelim, seni o mamurhanenin içine o kirinle pasağınla zaten o almaz.

    haydi bakalım, aç şimdi ağır aksak bir semai, kendini bir kez daha temize çek. şarkı bitince aynaların hülyalı sırrı da dökülür nasılsa. işte orada kendinle başbaşasın. dayanabilirsen.
  • size türk müziğinin durumuna ilişkin, bir gün arayla yaşadığımız iki hadiseyi anlatayım. ilki, zeki müren'i anma gecesi ve konseri. şehrin önemli bir konser salonunda düzenlenen bir konser. bir ay öncesinden duyup helecanlanıyoruz. programda sürpriz sanatçılar yazıyor. bu "sürpriz sanatçılar" sözündeki popülist tınıdan kıllansak da, yok canım, münip utandı, esma başbuğ vb. isimlerin olacağını hayal ediyoruz.

    hayret, salon dolu, seviniyoruz. gençler de var, orta yaşlılar, ihtiyarlar da... programa bir bakıyoruz: zekai tunca, yonca lodi, ne alâka şancımız hakan aysev filan. bizde moral dip. paşa'yı böyle anmak... söylenen şarkılar "imkânsız", bağırarak "bir demet yasemen". salon hâlinden memnun. biz üçüncü şarkıda uzuyoruz.

    bir gün sonra, şehrin arada bir etkinlikler düzenlenen ufacık bir mekânında "bahar şarkıları konseri" var. güzin değişmez solist. danışmanı alâeddin yavaşca olan mütevazı bir etkinlik. salonda toplasan 25 kişi. 18'inin saçı beyaz. bunu nesillerin eğilimi için söylüyorum, yanlış anlaşılmasın. üstat yavaşca, eşi hanımefendiyle birlikte en önde. bahar şarkıları, saz heyeti, güzin değişmez hanımefendinin tavrı enfes. genç solist anıl yurttaş bravo... konserin sonunda üstat mikrofona geçiyor. geçti bahar hazan erdi bu yerde, maşallah mihrap sapasağlam yerinde.

    üstatların himmetiyle, genç ve ciddi öğrencileriyle ve o 25 kişiyle türk müziği gene yaşamaya devam eder. bundan şüphem yok. fakat popülizm illetinin yayıldığı yerde, klasiklerin elitleşmesi, belli bir zümreye hitap etmesi kaçınılmaz. asıl sıkıntı bu. bu seçkinleşmeye bir sürü etken sayabiliriz. başta dil. şiirin, güftenin diliyle çoğunluğun dili arasında düpedüz niagara şelâlesi çağlıyor. türk müziğinde güftenin hayati bir yeri var. hatta, müziğin kelamı taşıyan bir vasıta olarak kullanıldığı alanlardan biri klasik türk müziği.

    kelamla ilişkileri düzeltirsek, klasik müziğimiz de odalardan kırlara yayılma alanı bulabilir belki. o vakte kadar kır diye bir şey kalırsa tabii.
  • kuram ve pratiğin kendi ereklerine ulaştığı bir bilimin türk ilindeki adı... 20 yy.da ortaya çıkmış ve pavyon-gazino-sahne-rüküşlük-efeminelik-rakı-nostalji temalarıyla bezenmiş ucube müzik türüyle hiç bir alakası olmayan, makam-usul-aruz gibi ses ve anlamı harmanlayan mükemmel bir sistemle çalışan, nota yazım sorunları yüzünden örnek şaheserlerinin bir çoğu kaybolup gitmiş talihsiz müzik türü...
  • türk müziğinin bir kategorisi olarak mehter müziğini, askeri müziği yazmıştım; bu kez de dini müziği konuşacağız. dini müziği genelde iki kategoride incelerler; cami musikisi ve tekke musikisi. bu tasnifin sorunu benzerliklerin farklılıklardan fazla olmasıdır. tekkelerde çalınagelmiş müziklerin pek çoğu camilerde de çalınır. yine de ben bu geleneğe bağlı kalayım ve cami müziği olarak görülen formları sıralayayım;

    en bilineni şüphesiz ezan. uzun uzun ezanın ne olduğunu falan yazmayacağım. osmanlı ile birlikte siyasallaşan, kutsallaşan, damga haline gelen, teamüllerle çerçevesi çizilen bir müziktir. sabah ezanı şu makamda, öğle ezanı bu makamda okunur; kamet böyle olur vesaire vesaire gibi yazılı olmayan bazı kurallarla bu müzik günümüze kadar gelmiştir. salâ bir başka cami müziği formudur. tekkelerde de söylendiği olur ama ben cami müziği içerisinde anmış olayım. cuma salâsı hüseyni, cenaze salâsı sabâ veya hüzzam okunur vesaire. bu da teamüllerle çerçevesi çizilmiş formlardan biridir. bundan başka temcid, tesbih, ilahi, münacaat, tekbir, tevşik, telbiye, savt, nefes, şuğul vs. vs. var. bunlarda benim ilgimi çeken bir şey yok. açıkçası buraya yazmaya değecek malumatım da yok. o yüzden bu faslı burada keseceğim.

    gelelim "diğer" dini müziklere. uzun zaman cami dışında çalınan tüm dini müziklere "tasavvuf müziği" dendi. böyle bir terim yok. "dini müzik" dersek laikliğimize zeval gelir diye uydurulmuş bir isimdir bu. neyse, efendim dini müzik cami dışında bir de tarikatların kendi hanelerinde, dergahlarında duyulurdu. ilk başta mevlevilikten bahsedeyim. diğer tarikatlara nazaran apayrı bir konumu vardır mevleviliğin. evvela şunu söylemek gerek, günümüzde mevlevi yoktur. haliyle mevlevilik diye bir tarikat da artık kalmamıştır. bu çok önemli. çünkü mevlevilik "mevlevihane"de yaşar. mevlevihane müziğinin en gelişmiş, en sanatlı formu şüphesiz mevlevi ayinleridir. tafsilatlı, karmaşık ritüellerden oluşan ibadet, tiyatro, müzik, dans karışımı emsalsiz bir amalgamdır. hiçbir zaman halkın anladığı, ilgi duyduğu bir şey olmamıştır. son derece rafine bir kültürdür. doğrusunu söylemek gerekirse ben de layıkıyla anladığımı, bildiğimi söyleyemem. kitaplarda ve anılarda yaşayan bu kültürün hiçbir kıvılcımına tanıklık etmedim. bildiklerim, okuduklarım kadar. beri tarafta da bektaşilik ve onun eteğinde serpilen bektaşi müziği var. bu müzik ise halkın anladığı, benimsediği bir müziktir. yani şöyle de denebilir; mevlevi müzikleri sanat müziğidir, bektaşi müzikleri halk müziği. hakikaten mevlevi dergahlarından çıkan mevleviler (mesela ıtri, nâyî osman dede) ve ezgiler, klasik türk müziğini beslemiştir. daha doğrusu iki tarafa arasında bir alışveriş olmuştur. aynı şeyi bektaşi müzikleri için söyleyemeyiz. klasik türk müziği ile alevi-bektaşi müziği arasındaki münasebet pek zayıftır. alevi/bektaşi müziği çokça türk halk müziğinden beslenmiştir. bu müzikteki formlar da daha basit formlardır. semah gibi, nefes gibi. bir başka fark ise mevlevi müziklerine nispetle alevi/bektaşi müziğinin son derece heterojen olmasıdır. böyle olması da hiç şaşırtıcı değil. neden? çünkü bektaşilik denen şey zaten "birbirine aykırı birçok öğenin karşı karşıya geldiği, örf dışı bir halk öğretisidir" (tırnak içinde yazdım çünkü cümle irene melikoff'a ait). yani öğretinin kendisi de homojen değil zaten. bırak homojenliği birbirine zıt unsurları bile barındırıyor. bektaşilik bir senkretizmdir yani inançlar karışımıdır demekte sakınca yok sanırım. "alevi" terimine de değinmem gerek. çok kabaca söyleyeceğim; köylü bektaşilere alevi denir fakat -yine melikoff'un deyimiyle- "bir alevi bir bektaşidir ama bir bektaşi bir alevi değildir". fuat köprülü de zaten alevi yerine "köy bektaşiliği" der. bu denli heterojen bir yapının müziği üzerinde kalem oynatmak çok makul gelmiyor bana. altından kalkamam. o yüzden bu başlığı türkiye'deki dini müziklerin hangileri olduğuna ayırmış olayım. isimlerini andık, kafi.
  • bugünkü karakteristiğini oluşturan ana unsurlar tef-darbuka, kanun, ud-bağlama, cümbüş gibi şarkî-asyaî çalgı aletleridir. devr-i osmanide ise ;

    zil (halile) (tekke müziği)

    parmak zili (eski ve yeni raks müziği)

    davul (askeri ve halk müziği)

    kudüm (tasavvuf ve klâsik müzik)

    bendir (tasavvuf müziği)

    kâseler (oyun müziği)

    fincanlar (oyun müziği)

    zurna (askeri ve halk müziği)

    mey (halk müziği)

    kaval (halk müziği)

    kaval (halk müziği)

    keman (klâsik müzik)

    rebab (tasavvuf müziği)

    yaylı tanbur (klâsik müzik)

    cura (halk müziği)

    bugünkü türk müziği neredeyse külliyen pop müziğin istilâsı altına girmiştir. dünyanın her yerinde klasik müzikleri ezip geçen pop müzik türleri vardır amma öyle zannediyorum ki türkiye'deki kadar baskın çıkmamıştır. ispanyol müziği dendiğinden akla en azından şu tür bir şey gelir:

    http://www.youtube.com/watch?v=pdogsh9kgya

    mesele şu ki ispanyol'un da aklına bu gelir. bizde ise türk müziği dendiğinde ortalama bir türk'ün aklına saçmasapan pop şarkılardan başka bir şey gelmeyecektir. dünya ölçeğinde ise türk müziği dendiğinde daha gerçek, daha makul ve asil şeyler gelir, şöyle ki:

    http://www.youtube.com/watch?v=symceaeygow

    görüldüğü üzere türk'lerin durumu çok çok daha vahim. ama bugün türk pop müziğinin hakiki türk müzik ses ve çalgılarına dayanan yeni üretimleri, çeşitlemeleri ve versiyonları çok sevilmektedir. bu şarkıcıların başarılı olmasının esas sebebi türk müziğinin ilham ve gücüne dayanmalarıdır. meselâ;

    tarkan
    gülşen
    sezen aksu
    ebru gündeş

    gibi isimler başarılarının çok büyük kısmını müziklerinin ve tarzlarının temellerini türkî-şarkî bir tabana dayandırmalarına borçludurlar. yine meselâ şu tür şarkılar o yüzden sadece türklerce değil dünyanın birçok ülkesinde de ''türk müziği'' etiketiyle aşk ve şevkle dinlenmektedir:

    tarkan: http://www.youtube.com/watch?v=vjw-jzh8bpq

    gülşen: http://www.youtube.com/watch?v=2opq_vrcfmi

    sezen aksu: http://www.youtube.com/watch?v=pnrsvlhbxp0

    ebru gündeş: http://www.youtube.com/watch?v=mp_dr9hygxc

    türk müziğinin ''ses''indedir her şey. eğer başta ismini zikrettiğim çalgı aletlerinden uzaklaşırsanız türk müziğinin bosna'dan kerkük'e kadar uzanan ve hatta bugün özbekistan'a kadar varan ses evrenini yok edersiniz. dinlenilmez olursunuz. o yüzden dijital müziğiğe gereğinden fazla önem verilmemeli. tarkan bile metamorfoz albümünde fazlasıyla geri tepti. çünkü şarkıları türk müziğinin klasik ses'inden uzaklaşıp dijital'in etkisi altına girdi. sonra da vazgeçti hatasından.

    son olarak popize edilmiş ama türk çalgılarından fazlasıyla yararlanılmış son yılların en türkî şarkısını örnek veriyorum:

    http://www.youtube.com/watch?v=jch6wviff14
  • türk müziği yaşıyor mu? cevap: bitkisel hayatta. aynı türk düşüncesi gibi. taşıma suyla değirmen dönmez. türk müziği 3-5 belediye ve vakıf konseriyle hayata tutunamaz, dikkat celb edemez, kendini tanıtıp sevdiremez. türk müziği ne bir arap, ne bir fars müziği gibi sürekliliğini ve canlılığını muhafaza edebilmiştir. avrupa müziğiyle ise bu alanda kıyas bile edilemez. 1950'lerden sonra türk müziği bitkisel hayata girdi. o günden sonra yetişen herhangi bir türk evlâdına 3 tane türk müziği üstâdı söyle dense herkes farklı cevap verir. hele yaşadığımız tarih itibarıyle genç olanlara sorun akla hayâle gelmedik cevaplar duyarsınız. bir müziğin varlığının ve yaşadığının en somut resmi üzerinde milletçe mutabakata varılmış büyük isimlerinin olmasıdır. bu iş sâde bir zeki müren'le olmaz. ki kendisi de iyi bir icrâcı olmasına rağmen türk müziğinin 20. asırdaki en büyük temsilcisi değildi.

    niye önemli ki türk müziği? çünkü bu alanda yaşanan şuursuzluk, köksüzlük türk milletinin ruh sağlılğı ve insicâmında ne büyük bir şaft kayması yaşadığını en yalın biçimde gösteriyor. insan bunu görüp de nasıl hâlâ normal olabilir?

    konunun fikir, sanat, mimari, din gibi esaslarla ciddi ilgisi var, çok da yazıldı. beni düşündürense basit bir şey oldu. youtube'a girdim. yakın coğrafyamızın ve batının yüksek sanat kimliğini temsil eden müzisyenlerin saatler süren konserlerinin, albümlerinin milyonlarca dinlendiğini gördüm. türkiye'ye baktım. ıtri yazdım yok, tanburi cemil bey yazdım yok, bekir sıdkı yazdım yok, münir nureddin eh işte, safiye ayla yok. en çok dinlenenler neredeyse 10 yıl önce yüklenmiş 200-300 bin dinlenmiş münir nureddin şarkıları. kendisi ki şarkıları mısırlılarca ve bütün araplarca aşk ve şevkle, hayranlıkla milyonlarca dinlenmiş ümmü gülsüm ve abdulvahhab'ın üstad kabul ettikleri bir kişi. benim yazdığım isimlere dinlenmiyor demek de doğru değil. bu kişileri 'bilen' yok.

    türk müziği meselesi şudur: 1990 yılında doğmuş bir yeni zelandalı bekir sıdkı dendiğinde ne tepki veriyorsa, verecekse 1990 yılında doğmuş bir türk bu ismin türk ismi olması hâricinde bir şey bilmez.

    not düşmem lâzım. burda yaptığım ah gençlerimiz türk müziğini bilmiyor değil. zira bunu yapmak türk müziğine yaşamayan, eskilerin tadına varabildiği antika bir şey muamelesi yapmanın ta kendisidir. bir yönüyle türk müziğini bitkisel hayata sokan da budur. türk müziği özellikle son 1000 yıllık gelenek ve birikimini bugüne nasıl aktarmalı ve kendini yeni ve tâze bir biçimde en önemlisi asâletini koruyarak nasıl sunmalıdır dünyâya, artistik biçimde? mesele bu.
  • yanarım yanarım yıllarca özellikle türk müziği olmak üzere doğu müziğini "eksik", "tek sesli", "ilkel" olarak aşağıladılar ve bunu bizzat bizlere kabul ettirdiler ya ona yanarım.

    batı müziğinin kendine has armonisi de güzeldir, değerlidir fakat kendi müziğimize köpek çekmenin tamamen "kültürel hegemonya" ile alakalı bir durumu var.

    kültürel olarak, toplumsal olarak bu topraklara ruhunu veren islam'la müziğimiz arasında kopmaz bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. (tıpkı batı klasik müziğinin kiliseden doğması, dini referansları olması gibi)

    "tekseslilik" diye aşağılanan şey tevhitle alakalı bir durum. "birdeki sonsuzluk" yada "sonsuzdaki birlik" şeklinde özetlenebilecek tasavvufi duruş. zaten türk müziğinin pirleri diye kabul ettiğimiz kişiler de tasavvuf ve tarikat ehli insanlar.

    bu mesele epey dallandırılıp budaklandırılacak sadece sanatı değil çok daha şümullü bir mevzu ama uzatmayayım. müziğimizin batı karşısında "güdük" olmadığını sadece "farklı" olduğunu bilelim yeter. aşağılık kompleksine gark olmaktan kurtulmak gerek.
  • diğer birçok alandaki sıradanlığımıza karşın yabancılara "adamlar yapmış abi" dedirtecek kadar üstün bir müzik üretkenliği olduğunu düşünürüm türk toplumunun.

    eskiden de çok dinlerdim ama şimdilerde sıla hasretiyle ruhi su, cem karaca, zeki müren, neşet ertaş vs. ortak ediyorum gecelerime hep. geçen italyan ev sahibim gelip benim evden ara sıra yayılan melodileri çok beğendiğini, onun için seçme bir koleksiyon yapıp yapamayacağımı sordu. zaten sevdiğim bir şeyi yeni bir insanla paylaşmaktan inanılmaz haz alan biri olarak "gel beraber seçelim" diyip buyur ettim teyzeyi içeriye. açtım bilgisayarı, en çok hangi parçaları seviyorsam dinletmeye başladım tek tek.

    bu kadının oğluna "sizin türk çayı nasıl bişi hocam" dediği için (evet abi, yabancılar sadece türkiye'de yabancı dil kullanıyor. diğer ülkelerde hep türkçe konuşuluyor. ilk başta ben de garipsedim ama zamanla alışıyor insan. ingilizce falan çalışmaya gerek yokmuş) daha önce rize turist çayı ve bir kutu da bergamot çayı alıp hediye etmiştim (gidip kendin alsana ulan. yoksa bi paket çayı bedavaya getirme çabası mı bu). o da çay demleyip getirmiş, ortamımız tamam oldu (ıslak kek ve kısır hariç). bir de fare kadar köpekleri var, o da girdi içeri (ki köpekleri sevsem de en ufağından bile çok fena korkarım* ama bişi demiyorum ortam soğumasın diye).

    bir de sadece adamların musiki yanlarını değil, hayata karşı duruşlarını da anlatıyorum. bak diyorum, bu zeki müren eşcinsel olduğu için yer yer çok sıkıntı çekti, ruhi su komunist olduğu için hiç gün yüzü görmedi, şu cem karaca bir darbe sonrası sürgüne giden biri... neyse ben böyle alttan alttan kültür emperyalizmi deneyimletirken bunlara, teyze özellikle cem karaca şarkılarını bi başka beğendiğini söyledi. adsız'a aşık oldu resmen (ki benim de favorilerimdendir). tam gece karanlık çöktüğünde sevgilinin kollarında yavaş yavaş salınırken dinlenecek şarkıymış (tanıma bak). bekle beni, bir of çeksem, kara sevda, tamirci çırağı dervişan falan ufak bir best of cem karaca yaptık signoraya*. sonra da diğerlerinden ve hatta barış manço, mfö, tarkan vs de ekledik. 50-60 parçalık sevimli bir albüm oluştu bence.

    dün akşam bi ara uyandım, balkondan içeri feridun düzağaç'ın alev alev'i sızıyor (onu da eklemiştim listeye). o anki uyku sersemliğiyle kendimi türkiye'de sandım. sonraki hayal kırıklığı ile karışık buruk mutluluğun tanımını yapmak çok zor işte.

    ...kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim... sendeyim...
  • 70'li yıllardaki yapılan şarkıları dinledikten sonra, şimdiki durumuna acımamak elde değil.
hesabın var mı? giriş yap