• bir adamin eline bir top verin ve sahaya cikarin.
    felsefe; adamin nereden geldigiyle,
    fizik; topun nasil yuvarlak ve esnek olabildigiyle,
    kimya; topun hangi malzemeden yapildigiyla,
    biyoloji; adamin topa nasil vurabildigiyle,
    psikoloji; adamin topa neden vurduguyla ya da vurmadigiyla,
    antropoloji; topun insanlarin ya$amina ilk ne zaman girdigiyle,
    tarih; sahada topla daha once neler yapildigiyla,
    cografya; sahadaki yuzey sekilleriyle ilgilenecektir.
    sonra sahaya 21 adam daha cikarin ve bunlari 2 takima bolun.
    sosyoloji macin sonucunu merak edecektir.
  • millet seçim falan yapacak şimdi. bir şeyler daha yazayım ben iyisi mi.

    sevgili üniversiteye girmek üzere olan dostlar; önce ben kendi pozisyonumu anlatayım: ben ösym bursuyla bilgi sosyoloji kazanmıştım. hazırlık okumadım ama 5 senede bitirdim okulu - kendi eşekliğimden. şimdi de gene bilgi üniversitesinde medya ve iletişim sistemleri üzerine master yapıyorum.

    şimdi ben bu bahsi geçen 5 sene içerisinde sosyolojiden hiç memnun olamadım aslında. evvela o bilgisayarın ekranında "ösym (%100) burslu bilgi üniversitesi sosyoloji" yazısını görünce ne yapacağımı şaşırmıtşım, çünkü son tercihimdi. evet. 7394. sıralamadaydım, ve "garanti" şıkkımdı kendisi. üstünde marmara hukuk falan vardı, ilginç bi şekilde puanlar yükselince girememiştim oralara falan. biraz kötü hissetmiştim çünkü bizim bölüm en köü 18000. kişiyi falan mı ne almıştı yani saçma sapan. neyse. kısacası bölüme girerken a) bölümün ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu (neden ea seçtiğime dair de en ufak bi fikrim yoktu, bana sorarsan gidip mimarlık okuyacaktım yani) ve b) bu bölümü okuyanlar ne yapar en ufak bi fikrim yoktu ve c) o kadar kastığım sınav boşa gitmiş gibi hissediyordum. siz de bu tercihinizde böyle hissedecek sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. ben de bu yüzden anlatıyorum zaten bunları.

    şimdi bölüme girdik. nedir bu bölümün olayı bilmiyorum. işte kim sorarsa "toplum bilimi". ama emin olun benim kafa hala mimarlık fakültesi bölümlerinde falan yani. öyle alakam yok olayla. o zamanlar da (2007) daha yeniii yeni medyada falan sosyoloji lafı palazlanmaya başlıyor, ama bugünlerdeki kadar değil. annem "bak oğlum bilmemkaç bin tane sosyolog alınacakmış" falan diye gönlümü hoş tutmaya çalışıyor. böyle bir gariplikler. neyse ben bölüme girdim, ömrümde karl marx lafını duymamışım, komünizm bilmiyorum, dünya tarihi bilmiyorum, felsefeden gram anlamam. en edebi ürünüm bir ördeğe dair bir hikaye yani. böyle analojiler, sembolizmler, tarihsel ve sanatsal akımlar falan. olm alakam yok öyle böyle değil.

    bizim önümüze geldi tabii okumalar lökür lökür. ingilizcem iyi, baya iyi ama; oku oku anlaşılır gibi değil. öyle bir dil var ki eserlerde çünkü. küfürün biri bin para bende tabii. sınıf desen ayrı. türban muhabbeti dönüyordu o zamanlar. bence girsin olm türban okula banane diyorum. sınıfta 4 tane gariban türbanlı var. böyle bizim solcularla falan (sizin gibi solcuyu sikeyim o ayrı da) aralarında derin bir uçurum var tabii. böyle pis, siyasi bir ortam. birbirlerine laf atıp duruyolar falan leş leş. ben bi soğudum bölümden. 1 tane arkadaşım yok falan çünkü o kadar bilgisizim falan ki. ben böyle bişey diyorum (yanlış bişey diyorum) arkamdan bağırıyo "ama hocam o öyle olursa şöyle bilmemne olmaz mıaaa" falan diye. laf kesiyolar, söz kesiyolar. işte klasik üniversiteli geyikleri, hocayla aşık atıyolar. her boku çok iyi biliyolar ya çünkü falan. amınakoyim öğrenmeye gelmişiz, sen hocayla aşık atıyosun... neyse. bi posta onlardan da tiksindim. böylelikle iğrenç bir 1. sınıf geçirdim. öğrendiğim şeyleri nasıl kullanacağıma dair en ufak bir fikrim yok. ne öğrendiğimi sorsan onu da bilmiyorum aslında.

    neyse geldik 2. sınıfa. ben hala mutsuzum. ne okuduğumu, ne yapacağımı bilmiyorum ve "e ne oluyor peki şimdi sosyolog? psikolog gibi bişey mi?", "sosyalis mi oluyonuz siz şimdi" falan gibi laflardan gına gelmiş. tribe giriyorum tabii. millet işte siyasetler, uluslararasılar, efendime söyleyeyim işletmeler falan okuyor. mezun olup iş bulacak bu insanlar o kadar net ki yani. para kazanıcaklar falan. ifrit oluyorum. nabıcam lan ben? yok. 2. sınıfı bıraktım abi ben. 11 tane ders bıraktım. tabii başka sebeplerim de vardı. 4 yıllık ilişkimden ayrılmıştım bilmemne, mutsuzdum yani. komple sikerler dedim bıraktım. ertesi sene tekrar 2. sınıf gibi başladık. ama ilginç bi şekilde ilk aldığım dersleri tekrar alırken kafamda bir şeylerin yer etmeye başladığını farkettim. yani 10.000 parçalık bir puzzle düşün, sanki çerçeveyi ufal ufak şekillendirmişim gibi hissediyodum yani. ama mutsuzum hala. yani bi sike dermanı yok öğrendiğimin. ne öğrendim mesela -- türk modernleşmesi öğrendik, ilk sosyologları, toplum biliminin nasıl ortaya çıktığını falan öğrendik. o sosyologlar beni etkiliyordu düşünce biçimleri falan açısından. tarihsel olarak olayarın nasıl konuşlandığını görünce heyecanlanıyodum bile bazen. ne bileyim ayrımcılık falan filan gibi toplumsal olaylar öğrendik. bir sürü şey işte. ama hala mutsuzum.

    3 oldum. 3. sınıfın ortalarına doğru çarklar şekillenmeye başladı ama mutsuzluk bâki. değişmiyor. ben hala okuyorum, hala sınıftakilerin gerizekalı olduğunu düşünüyorum ve öğrendiği şeyleri zerre içselleştirememiş insanların hayvan gibi notlar alıp benim sırf çalışmadığım için düşük not almama ayar oluyorum. adam hala cinsiyetçi küfürün bini bin para, her türlü empati yoksunluğu, her türlü iğrençlik ortada falan ama dağ gibi not alıyor. sinir oluyorum, daha çok nefret ediyorum falan. sosyolog olacaksın adam olamayacaksın kafasındayım çünkü cidden yavaş yavaş bir sosyologun nasıl bir insan olduğuna (olması gerektiğine değil ama) dair fikirler şekilleniyor kafamda. bir insan bu kadar çok fazla şey öğrenip hala nasıl bayağılığını sürdürebiliyor aklım almıyor falan. o seneyi de öyle garip düşünceler içinde geçiriyorum. 4 sınıfa geçmeden önce yaz okuluna gittim, orada sevgili hocam uğur kömeçoğlu'ndan iki tane ders aldım. o iki ders esnasında öyle bir gaza gelmek var ki bende. bilemiyorum nasıl anlatayım. böyle hoca bir şeyler anlatıyor ve ben bir yandan tez konusu belirliyorum kendime; önce alanı, konteksti belirliyorum, sonra konu ve tarih belirliyorum, sonra daraltıyorum falan. aklımdan fikirler fışkırıyor adeta bilmemne. o gazla hocamla görüştüm hocam ben akademik mi yapsam acaba diye. o da beni gazladı. tamam dedim ben akademik gidicem falan.

    4. sınıfa geçtik, yollar biraz belirginleşti. ufak ufak çevremde mezun olmuş ve çalışan insanlar görülüyo tabii ama en tırt insanından en iyisine kadar herkes bi şekilde bişeyler yapıyor. ben biraz rahatladım o dönemlerde. hem kafamda bir şeyler şekillendi, hem de "demek ki aç kalmıyosun" falan tribine girdim. çok anlatmayacağım 4. sınıf kafalarını, mezun olma gayesi, artık derslerin seni heyecanlandırmaması (çünkü artık öğreneceğimizi öğrendik kafasındasın, sosyolojik düşünebiliyorsun ve sana gelen ekstra enformasyonu zaten kendi kendine de çıkartabilirmişsin gibi hissediyorsun) bilmemne.

    mezun oldum, yüksek lisansa başladım, geçen yıl bu işte. yüksek lisansta envai çeşit farklı bölümden farklı alandan insanlarla tanıştım. aynı bölümde yüksek lisans yapıyoruz falan. ve o insanlara bir kaç hafta geçirdikten sonra ben dedim ki "abi ben iyi ki sosyoloji okumuşum". neden biliyo musun? o kadar dar alanda paslaşıyor ki bu insanların fikir dünyaları, o kadar olur. metin üretmek yok, iki kelimeyi bir araya getirebilmek yok, ingilizce yok, yok allah yok. hepsi çalışıyor falan, başarılı insanlar. ama böyle bir entelektüel pırıltı yok çoğunda. mesela bir arkadaşım var ama, makine mühendisi. herif kendini inanılmaz geliştirmiş. yani sırf bölümle alakalı bir şey değil bu tabii. bir sürü de böyle insan vardı falan. bu ayrı. ama ben bu yetilerin hepsini lisansta kazandım; akademik metin yazmak, eleştirel ve çok boyutlu düşünebilmek, empati kurmak, argümantasyon yapabilmek, fikirlerini temellendirebilmek. bu sefer yüksek lisans bana çok kolay geldi zaten "heheee, yaparız lan" falan diye takılmaya başladım. paperlarda hep 10, 100 falan gelince tamam dedim yani.

    şimdi bu sene tez yılım, bitecek yüksek lisans. cidden bakıyorum da, iyi ki sosyoloji okumuşum ve öğrendiklerimi içselleştirmişim diyorum. çünkü en temel "insani" fonksiyonlarıma dair dev bir ilerleme kaydettim. o kadar dev ki o kadar olur yani, tarifi mümkünatsız. jargonum, ifadem, düşünce biçimim, "benliğime dair" algım, her şey değişti, yeniden yapılandı. düşünmek ve sorgulamak için çok iyi bir süre geçirdim gerçekten. inanılmaz yararlı oldu. ne iş yapacağım cidden önemli değil; "düşünmeyi bilmeyen" bir insan olmamdan iyidir. felsefe için de aynı şeyler geçerli netekim.

    bir çok dost eminim ki sosyolojiyi "ismi" yüzünden pek düşünmüyor. hukuk demek, sosyoloji demekten çok daha farklı, biliyorum. ama boşverin siz bunları. eğer kafanızda sosyoloji varsa, yazın girin abi. canavar gibi okuyun. sonra deişimi göreceksiniz.

    siyu.
  • bölüm olarak okuyanlara ve okumak isteyenlere sağlam bir nasihatım var.

    google'a giriyoruz ve "sosyoloji mezunu ne iş yapar" diye yazıyoruz. ilk sonuç bir kariyer.net makalesi:
    https://www.kariyer.net/bolumler/sosyoloji/nedir

    ne diyor?
    gazetecilik ve medya,
    bankacılık ve finans,
    reklamcılık,
    sigortacılık,
    araştırma merkezleri,
    sivil toplum kuruluşları,
    yazarlık.

    güzel. şimdi istanbul üniversitesi sosyoloji bölümünün müfredatına bakalım.
    https://cdn.istanbul.edu.tr/…rs_programi_guncel.pdf

    derslerin %75'i sosyoloji disiplinini öğretmek için. %25'i de gündelik sorunlara dair. kaç uygulamalı ders var? sıfır! diğer okularda da durum aynen böyle.

    yani sen bu bölüme girip dersle katılıp sınavları vererek mezun olursan;

    >gazetecilik ve medya alanında deneyim kazanmayacaksın
    >reklam metni yazmayacaksın
    >bankacılık ya da sigortacılık öğrenmeyeceksin
    >bir araştırmaya girişmeyeceksin
    >stk'ların kapısını bile görmeyeceksin

    evet, bu konular hakkında ödevler ya da sunumlar hazırlamış olabilirsin. ancak bunların reel sektörde karşılığı yok. cv'ne ödevini yazamazsın. çok iyi fifa 2020 oynuyor olman çok iyi futbolcu olduğun anlamına gelmiyor.

    bu bölümü dümdüz okursan diplomalı işsiz olacaksın. bölümü okursan niş bir alan belirleyip oraya yönelmek zorundasın.

    ben bu noktada 20 yaşında bir ajansa girdim, uzun süre para almadan çalıştım. ancak yaşıtlarım mezun olup işsizlik gerçeğiyle yüzleşirken ben çoktan iletişim sektörüne sağlam temeller atmıştım. bir başka arkadaşım en olmadık yerlerde ik stajı yaptı, mezuniyet sonrası iyi bir iş buldu. yine dönemdaşlarımdan biri stk'lar ile öğrencilik yıllarında çalıştı, kariyerine oralarda devam etti.

    ne var ki 80 kişilik sınıfta böyle örneklerin sayısı 15-20'yi geçmez. büyük çoğunluk sıfır yetenek ile mezun oldu. diplomalarının hiçbir değeri yok.

    lütfen bu bölümü okuyorsanız işleri akışına bırakmayın. o diploma beş para etmeyecek.

    debe edit: ben 95 doğumluyum. bizim neslimize dediler ki "iyi bir anadolu lisesine git, üniversite kazan, gerisi kolay." hiç de öyle olmadı. tepeden baktığımız meslek lisesi öğrencileri bizlerden çok daha kolay bir şekilde meslek sahibi oldu. eğitim hayatı bizler için bir illüzyondan ibaretti. durum bu şekilde olduğu için çok üzgünüm. sosyoloji harika bir bölüm ancak diplomayı alıp da iş aramaya başladığınızda okuduğunuz kitapların ya da tanıdığınız düşünürlerin bir anlamı kalmıyor.
  • ikinci üniversite olarak okuduğum için, iş görüşmelerinden işverenler tarafından aşşalanmama sebep olan bölüm..

    iktisat mezunu biri olarak; kişisel gelişim, kültür, sosyolji alanına, felsefe ve psikolojiye ilgi duymamdan dolayı açık öğretim fakültesine kayıt olduğum ve okuduğum bölüm. geleceğe dair maddi anlamda zerre beklentim yok. amacım gerçekten bu bölümü okumak ve bilgi sahibi olmak. ama nedense insan kaynakları bile bu durumu anlamsız buluyor..

    bir bölümü okumak için illa ki parasal beklenti içine girmek mi gerekir? illa ki o işi yapmak için mi okumalı? insan sırf sevdiği ve ilgi duyduğu bölümü okuyamaz mı?

    bunu cahil bir insan dese, ağrına gitmez.. ama karşında kariyer sahibi, müdür, patron vs kişiler deyince ciddi anlamda 'ben ne yapıyorum' sorgulamalarına sebep oluyor..

    'burası türkiye' demek istemesem de, burası türkiye..

    (bkz: türkiye'de yaşamaktan nefret etme sebepleri)
  • evvela merak edenler için gelsin: (bkz: sosyoloji/@malganis)

    düşünüyorum da sözlük. bir şeyler yanlış. sosyoloji'den öyle böyle mezun olalı 2 senem doluyor. çok fazla okuma pakedim birikmişti, bunları daha okunabilir bir formatta arşivlemeye karar verip kendime bir sürü klasör aldım. ders ders okumaları kolay erişilebilir şekilde arşivleyeyim dedim. neydi amacım? atıyorum soc 262 denen urbanization isimli derste 6 farklı chapter altında sıralanmış 2 şer tane metin olsun. her chapter için bir tane folyo açıp chapter içindeki iki metni de aralarına bir adet renkli ayraç koymak suretiyle o folyonun içine koyup onu da klasörde syllabus sıralamasına göre klasöre yerleştiriyorum. bu metinlere istediğim anda hoop diye ulaşıp kolay okunabilecek (bildiğin a4 formatı işte, sayfa sayfa kolayca okuyabiliyosun) bir pozisyona evriltmenin daha kolay bir yolunu bulamadım yani. neyse.

    işte bunlarla uğraşırken tabii derslerde neleri okumuşum, neleri okumamışım karşıma bir bir çıkıyor, o dönemlere gidiyorum falan. tabii sosyoloji okurkenki ruh halim vesaire de ayrı. daha önceki entrylerimi boşuna vermedim, orada yazyo biraz. biraz hevessiz vesaireydim. ama bir yandan da çok radikal sıkıntılar var, okumalarla tane tane uğraşırken o dönemki bütün sıkıntılarım, sancılarım, sinirlerim gözümün önünden gelip geçti adeta. ben neden okumadım bunları, neden okuduğumu bir türlü anlayamadım, ne öğrendim ben bu koca zaman diliminde? neydi sorunum diye düşünüp durdum. lisanstayken de düşünüp duruyodum, hala düşünüp duruyorum.

    cidden, neydi o sıkıntılar peki? bana öyle geliyor ki sosyoloji eğitimi denilen şey biraz yanlış anlaşılageliyor memlekette. yanlış. metodoloji yanlış başlı başına sanki. başka okulların müfredatlarına bakıyorum türkiyede, aynı bokun boncuklusu, biraz daha iyi, biraz daha kötü. ama temel dinamik hep eksik gibi geliyor. 4 yıl içerisinde çok daha kaliteli bir müfredat verilebilirdi gibi geliyor bana. 4 yıl çok kocaman bir zaman ya. ben bu konudaki düşüncelerimi daha önceden bizim bölüm başkanımıza falan da söylemiştim. haklısın ama... ile başlayan cümleler ile karşılaşmıştım tabii.

    evet farkındayım hala argümantasyonumu yapmadım - ahanda geliyor: abi sosyoloji dediğimiz disiplin çok geniş ve çok interdisipliner bir alan. özellikle ortaya çıkışı, düşünce tarzı ve metodolojisi itibarıyle "tek başına" ele alınabilecek bir şey maalesef değil. otomatikman sosyolojiye yeni başlayan öğrencilere gökten zembille inen marx'lar, weber'ler öğretmekle yola çıkmak ilk tahlilde zaten sıçışlara neden oluyor. ben hiç bir şey bilmeyen birisiydim ve bu şekilde girdim - otomatikman marx benim için hayalet bir figürden ibaretti. marx diye bi adam. diyalektik. materyalizm. ya o kadar hiç bişey ifade etmiyor ki bu kavramlar benim için. onlar da gökten inen kavramlar. kim bu adam, nedir, nereden çıktı? niye mühim? hegel kim? ya bişey diycem de, olm cidden hegel kim lan? cevap yok. çünkü ben marx öğreniyorum. aferin bana. ben hiç hegel öğrenmedim gençler. zaten yanlış da buradaydı. 1. sınıfta bize ortak müfredat diye bi bilgisayar ve matematik dersi dayadılar, haftada 5 saat ingilizce dayadılar, türkçe dayadılar (ki çok şükür o verimli bi dersti), bi de 4 saat "living in society, reflecting in society" isimli mi ne bir ders verdiler. bu dersin amacı da sosyolojiye giriş gibi bişeydi işte. kabaca sosyolojik düşüncenin içine girmemize ön ayak olması için tasarlanmış bir dersti. netekim tekrarlıyorum: "önayak" olacaktı. bizi sosyolojiye tek başına sokması mümkün değildi. bizi sosyolojiye sokmuş değildi.

    sorunlar burada başladı zaten. ben haftada 15 saat (yazıyla: onbeş) okula giden 1. sınıf öğrencisiydim. abi bak çok sinirleniyorum. 5 gün desem, günde 3er saat. saat 1-4 arası mesela. 15 saat. bu 15 saatin 4 saati sosyoloji. geriye kalanı ıvır zıvır. bomboş bir 1. sınıf yaşadım. peki ne olsundu? güzel soru. haftada 3 saat matematik ve bilgisayar zıttırısı yerine introduction to philosophy olmalıydı. ben marx dinlemeden önce diyalektik ne demek biliyor veyahut en azından bir fikir sahibi olmalıydım. hegel kimmiş, kant kimmiş (kanttan ilk defa adam gibi 4. sınıfta bahsettik biliyo musun sözlük?) en azından fikir sahibi olmalıydım. aydınlanmadan önce ne olmuş biliyor olmalıydım. dünyanın moderniteyle dönmeye başlamadığının farkında olmalıydım. bir de ekstradan introduction to european history gibi bir dersim olmalıydı. çünkü bütün o aydınlanmalar, moderniteler, descartes'lar, bilmemneler de buranın içinden fışkıracaktı. avrupa tarihi ve felsefe dersleri o kadar kaliteli ve organize bir şekilde işlenmiş olmalıydı ki, o koskoca birinci sınıfı bitiren insanlar (bu dersler 1 ve 2 olarak iki döneme dağılacak şekilde ayarlanmalıydı) gerçekten de sosyoloji denen disiplinin nasıl bir nehirden beslendiğini, dünyanın ne gibi şeyler yaşadığını, ana düşünce akımlarının nelerden geldiğine dair fikir sahibi olacaktı. yalanla, dolanla geçirdiğimiz önceki 11 (12) yıllık eğitim hayatımızın bize katmaktan aciz olduğu her türlü temel "sosyal bilim" bilgisini şööyle bir vermeliydi bize, zihinlerimizin kapılarını dünyaya, düşünceye ve tarihe doğru düzgün açmalıydı. bakın, ayı gibi detaylı derslerden bahsetmiyorum. gördüğünüz gibi introduction derslerinden bahsediyorum. bol bol okuyacaklardı bu birinci sınıflar. ama yeterli okumalar. o okuma paketleri bitecekti yani. güzel bir vize-final usülü. üniversiteye başlangıç için ideal falan. sonra 2. sınıfa gelince yavaş yavaş sosyolojinin alanlarına girmeye başlayabilecektik. kimmiş bu sosyologlar, ne demiş, ne düşünmüşler, o zaman daha iyi anlayacaktık. o zaman öğrendiğimiz şeyleri bir bağlama daha rahat oturtabilecektik, hayalet figürlerle, tepeden inme fikirlerle, nerden geldiği meçhul saçma sapan düşüncelerle uğraşmayacak, vaktimizi bir sürü ne anlama geldiğini bilmediğimiz kavramı çözmeye çalışmakla harcamayacaktık.

    hocalar o syllabus denen naneyle okumaları eşlenik yapabileceklerdi. ben syllabusta 1 numaralı metni okuma pakedinin sondan 8. metninde bulmayacaktım, paketleri açtığımda karşıma syllabusta da bulunmadığı için ne olduğunu bilmediğim, bir kitabın göbeğinden alınmış gibi duran ve yazarının dahi kim olduğunu bilmediğim anonim bir takım metinlerle karşılaşmayacaktım. okumam gereken metinler konulacaktı, bir ara okurum diye düşünülen ve dersimizin içeriğiyle uyumlu olan metinler konulacaktı - veyahut derslerde alakasız goygoylar, hikayeler dinlemek yerine adam gibi cayır cayır ders işleyecektik ve okumalar daha anlamlı hale gelecekti. tek tek kodlarını sayarım hangi derslerin gerçekten işe yarar olduğunu. aile ve cinsiyet sosyolojisi, küreselleşme, din sosyolojisi, kültürel antropoloji, hermenötik, modernite ve post modernite, araştırma yöntemleri, türk düşünce tarihi (4. sınıfta aldım bunu. nası ama? üstelik çok da dağınık bir dersti, okuma pakedini almamayı akıl edebilmiştim, çünkü kullanılmıyordu...) vesaire... bunların nerdeyse tamamı 3. ve 4. sınıf dersleri ve hemen hemen hepsinde hikaye dinledik. koskoca 2 yılım da böyle bok oldu. 3. sınıfta çok değer verdiğim bir iki hocamın sanırım 2-3 adet olan dersleri bizi hem teoriye, hem pratiğe (sahaya) yönlendiriyordu ve çok başarılı okumalar yaptık. 2. sınıfta da aynı hocam bize bir sürü ders verdi ve hepsi çok verimliydi. ama mesela aile ve cinsiyet sosyolojisinde "o kadınlar dayak yiyor, dayak soğuk yenir" diye kadın programı çeken ve sınıftaki biz erkekleri resmen zan altında bırakan bir odtülü hocam vardı mesela. küreselleşme dersinde amerikanın batısından yükselen asya kaplanlarından söz edip maykıl ceksının deri pantolonunun inekten pantolon haline dönüşme sürecindeki kdv olayını öğreniyorduk fransız ekolünden kopup gelen değerli hocamızdan. din sosyolojisi mesela iyiyle kötü arasıydı. okumalar çok kuvvetliydi, ama bölümümüze o zamanlarda yeni gelmiş ve tam bir sosyolog olmasıyla övünen (ba, ma, phd komple sosyoloji) sevgili başka bir odtülü hocamız derste pek de bişey anlatılmıyordu doğru dürüst. hermeneutic ve modernite falan derslerinde apayrı hikayeler dinledik. ulan koskoca 2 dersten 250 gram şey öğrendim, yemin ediyorum 250 gram. bu iki dersin konu başlıkları değil de içerikleri biraz daha modifiye edilerek kolaylıkla bir introduction dersi olabilirdi. abi çıldırıcam. kültürel antropolojide çok çok değer verdiğim ama yaşlılığından ötürü kafası gidip gelen dünya tatlısı bir hocam vardı. netekim, kendisini çok sevdiğim için ancak çok zorlayarak 3-5 kelime bişey öğrendim dersinden. o da sürekli git gel yapıyordu ve syllabus kesinlikle takip edilemiyordu. yok yani. yok. sonuç olarak ben ne öğrendiysem 2-3 hocamın derslerinden öğrendim. onların da alanları o kadar dar ki tabii, bişey ifade etmiyo çok. bütün bu hikayeler arasından da birazcık sosyolojik düşünme falan öğrendik, kendi içselleştirebildiğimiz kadarıyla. bu yani. bu.

    sizce de yanlış değil mi bişeyler? benim kıçımı yırtıp girdiğim okuldan (okullardan) almam gereken eğitim bu mu? bu şekilde mi olmalıydı yani? bunu değiştirmek gerek. bunun değişmesi gerek. kendinizi süslü okul isimlerinizle aldatmayın, süslü hoca isimleriyle hiç aldatmayın. biz de süslü hocalar gördük ama bi boka yaramıyolar malesef. süslü okullara girmeniz çok çok büyük başarıdır, bu başarının hakkını bu okullardan, bu okulun hocalarından talep etmekten geri durmayın en azından. deyin ki ben 3 sene kıçımı yırttım, ilk yüzde bire girdim, senin bana verdiğin syllabus bu mu deyin. bu mu bize hazırladığınız müfredat deyin. deyin anasını satiym. beğenmiyosanız deyin. keşke ben de diyeydim. ama ben zaten "aman ünv bitsin diye girdik" diyen insanlarla bir arada okuduğum için diyemedim. siz diyebilirsiniz ama bence.

    yazıyorum yazıyorum sinirim geçmiyo sözlük.
  • kadir hoca'nın yorumuyla

    "amerika'ya sosyoloji eğitimi için gitmek; vatikan'a fıkıh eğitimi için gitmektir"
  • bu bölüme gelmeden önce sınıfı hayal ettiğimde entel insanlar,veganlar,sosyalist ler,komünistler,lgbt üyeleri,komün hayatı destekleyenler,kültürlü,organik yaşamı savunanlarla falan arkadaş olucam sanmıştım sonra sınıfa gittim 90 kız 5 erkek anca vardı kızların 60ı kapalıydı sınıfın yarısı akpli yarısı mhpliydi yani kütahyada sosyoloji okumayı ben gözümde nasıl hayal ettiysem salaklık bende. hayaller vs hayatları yaşıyorum.
  • benim için emile durkheimin adam olduğunu öğrendikten sonra bitmiştir.
  • bourdieu muhtereminin "yakin dovus sanati gibidir, diger insanlar uzerinde kullanamazsiniz ama kendinizi savunmaniza yarar" dedigi dusun yumagi.

    (bkz: la sociologie est un sport de combat/@babaerenler)
  • pozitif olup olmadigi hala tartisilan bilim dali.
    iki kere iki esittir dort seklinde her yerde her zaman uygulanan nemotolojik kanunlar uretemeyen bir bilimdir, ancak fizik ve kimya gibi elle tutulan dunyayi arastiran diger bilimlerde de varolan kanunlarin nemotolojik olup olmadigi tartisma konusudur.

    ornegin, suyun kaynama derecesi 100 derece olarak bilim dunyasinca benimsenmistir. ancak daha sonra basinc ortaminin bunu degistirebilecegi, yani bir dagin tepesinde veya deniz seviyesinin altinda bunun boyle olmadigi anlasilmistir. nemotolojik oldugu iddia edilen bu kural boylece yere serilmistir. bu demek degildir ki nemotolojik kural yoktur, ancak nemotoloji gerekcesini one surerek sosyolojiyi alt etmeye calisanlar halt etmektedirler.
hesabın var mı? giriş yap