• trabzonlu şair, öykücü, radyocu. uzak yaz adlı ilk öykü kitabı kül sanat yayınları'ndan çıktı. http://www.aktifradyo.com.tr/ adresinde edebiyat yüklü güzel programlar yapıyor. program internetten online da dinlenebiliyor. şiddetle tavsiye ederim.
  • sizi unutmadım adlı güzelim şiiri ilker filiz tarafından bestelenerek canına can katıldı. sesiyle yorumuyla şiire ayrı bir tat katan ilker filiz de bir yandan "şarkı sözü" ile "şiir" ayrımını gözümüze sokmuş oluyor ve o zaman anlıyoruz şarkıların içinin ne kadar da boşaldığını ya da daha doğru bir ifadeyle farkın ayırdına varıyoruz.

    ha bu şarkı hatalı çalınsa, söylenirken detone olunsa bir de üstüne arkadaş ortamında çalınmış ve muhabbet sesleri arasından cep telefonuyla kaydedilmiş olsa, şimdiye çoktan ünlü olmuştu, ama güzel ya, olmaz, ama hakediyo. her neyse şarkı bu; sizi unutmadım, ünlü yapın onu.
  • (bkz: rüzgarlı camlar) adlı öykü kitabı yayımlanan yazar.
  • bir yazar ya da şair olarak tanıdığımı söyleyemem (bu da benim eksikliğim) ama sıkı bir okur olduğu kesin. youtube'daki programına hayran kaldım, bugüne kadar niye izlememişim diye düşündüm.
  • son yıllarda gezgin özelliği de ortaya çıkan, hatta benim memleketime benden daha çok giden yazarın "uzak yaz" adlı öykü kitabının yeni baskısı dedalus kitap'tan çıktı.

    bu kitap hakkında karin karakaşlı'nın yazısı için bkz. :

    http://www.sabah.com.tr/…evsim-dort-bucak-yalnizlik
  • yalnızlığın göğsü

    insanlar baksın, tepeyi de şuracığa
    kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne

    benim sırtım kime dönük,
    tanrı bilir, o değil mi içime dolduran ağaçları
    susayan nehirleri kalbimden geçiren

    ben mi bir mağara ağzındayım
    yoksa bir mağara mı bakıyor
    açmış göğe ağzını kuşları yutuyor

    ordaydı gök, çam ağaçları, yoksulluk
    canı çıksın terk edenlerin, diyen
    söylenen ordaydı taşların arasında
    çıplak bir dal gibi salınan boşlukta
    tanrının günü varla yok arası

    sırtında çağla ağaçlarının bittiği tepe,
    gök de ordaydı, başımızın hemen üstünde
    o çayırların içinde uzanmışken eski bir ot gibi
    yalancı postacılar geçiyordu gözlerimden

    insanlar çıksındı insindi tepeyi de şuracığa
    kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne
  • yer yüzünün kuğuları

    geceleri mezarlara benzetiyorum balkonları
    uzaklararası bir yalnızdan kayıyor yıldızlar
    otlarım kurumuştu sazlığımda
    ağzındaydı yanan yazları anılarımın

    yazın sırrıysa beklemek, aşk benim
    sesime yakışır. sende büyür
    ne kadar dağ varsa. durur orada
    duvarda atlas, kıyımda deniz
    geçerim her kenti ödünç bir sabırla

    kuğular çarpar bana teninden uçuşan
    ellerim tutar kokusunu yer yüzünün
    gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları
    ırmak boylarımı suların tuttu
    yalnız tanrı’nın günü cuma
    kelebeği sen çiçeklerimin

    veremli ağaçlar, göğe doğru uzanmış
    sayıklıyor adını beyaz bir hayvanın,
    atların boyunları uzuyor
    geçen güzün gölgesi çocuklar
    camlardan bakıyor havuza

    yapraklar sokaklarını süpürür
    omuzların kaybolur karanlıkta
    hangi yeşil sana yakışmaz bilirim
    benim gönlüm sende durur her küstüğünde
  • "her şeyin güzel olma nedenleri" isimli şiir kitabıyla, şubat ayında okuyucularla buluşacak olan, dergici, radyocu, üretken kişilik.

    bütün bunlardan da önemlisi iyi bir arkadaş.
  • öykücülüğünün izlerini taşıyan güzel şiirlere sahip genç bir şairdir ayrıca. -bu tehlikelidir aslında, öykülemenin bıçak sırtında dolaşmak. ama bunu iyi bilir ve o bıçaksırtında dans eder!-

    ben net'te takılırken ve bir yandan yaptığı, şiir ve güzel müziklerle dolu o güzel radyo programlarından birini dinlerken ansızın msn'den bir word belgesi göndererek, yeni bir şiiri ile beni selamlayan; yine ansızın "hadi seni canlı yayına alayım" diyerek, beni, belirlediği bir konuda doğaçlama konuşmaya zorlayan üretken bir insandır, candır, en asil duygunun insanıdır;)

    işte şiirlerinden de birkaç örnek;

    her aşk biterken biraz ihtiyar

    haziran rüzgârında uğuldayan ses
    der ki : kalbini bırakmışsın bir tepeye
    yorgun sancısını taşımaktan o kalp
    yalan otları kaplamış bahçeni
    bu yüzden her ayrılık biraz intihar

    bu aşkı istifaya davet ediyorum
    biliyorum ölecek çiçeklerimin hepsi
    üşüyerek solacak tenimin kokusu
    her sözcüğüm bir diğerinden alacaklı kalacak
    razı değilim ama
    bırakamam kader rüzgârına işimi

    her aşk biterken biraz ihtiyar
    gözleri geceden yorgun
    uzanacak ağrısıyla o gölge boylu boyunca
    canımdan uzaklara sarkacak

    semender

    “yar yar
    canımın çekirdeğinde diken
    gözümün bebeğinde sitem var”
    bedri rahmi eyüboğlu

    kalbim bir yara mı göğsümün altında
    ilerliyor günden güne bir semender ateşe
    zaman soyunu sürüyor kışta
    tanrım çok yanıldım gönlümü al

    kendine bir düş evren çiziyor bahar
    ağaçları, göğü ve dağları boyuyor sonra
    kuşlar konuyor telefon direklerine
    habersiz yapılan konuşmalardan

    kilometrelerce ötelerde biri
    kavuşmak diyor aşkı bulmaya
    tenimin omurgası, kıblesi olmuşsun yüzümün

    köprüleri sis basmış, içim güz
    yapraklarını süpürürken ayrılık
    ölü toprağını üzerine serpiyorum akrebin
    anıları sarartıyor yelkovan

    derimin altındaki bir nehir mi kan
    günden güne ilerliyor bir ateş semendere
    yanıyor ormanın ağzında rüzgâr
    çok yanıldım tanrım gönlümü sar

    her şeyin güzel olma nedenleri

    her şeyin güzel olma nedenleri
    var bilirsin, göğün kuşları da bilirler
    yazın geçip giden bir yalnızın sesi olduğunu.

    akşam oldu mu çöker içimizde bir yere o kuşlar
    dalgaların çığlıkları adalardan gelir
    serinlik kaplar evrenini
    eski evlerin hayaletleri avlusunda dolaşır
    ağaçlara gölgeleri karışmış anıların

    izin verirse ömür kendimi birine adayarak
    düğümleneceğim bu uğurda iplerine.
    güzel yapabilir hayatlarımızı bu da
    kalın bir kitabı okur gibi sular
    yelkenimi dolduran rüzgârıyla çoğalacağım

    dudak bir büyüdür
    bıyıklarımla başlar her öpüşme
    önünde eğildiğim tanrı gibi görür gözleri
    yakalandığım fırtınayı

    şeytan çarmıhındaki cambaz ipine dolanmış
    kötürüm bir gemi durur onun omuzlarında
    ben omuzlarını da severim
    oradan başlarım büyümeye

    güzellik ondan gelir gözlerime.
  • geçmiş zamanda 10 adet şiirini bestelediğim -neredeyse iki albüm eder- şair, öykücü. serkan türk'ün üçüncü öykü kitabı tanrı'nın yalnız kırları üzerine şeref bilsel'in yazısını da buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

    --- spoiler ---

    tanrı'nın yalnız kırları üzerine bir yazı

    serkan türk’ün üçüncü öykü kitabı tanrı’nın yalnız kırları, güzel işler yapacağı, yayımladığı ilk kitaplardan belli olan dedalus yayınlarından çıktı. yazarın daha önce uzak yaz ve rüzgârlı camlar adlı öykü kitapları yayımlanmıştı.

    öykü kitaplarının her birinin adı, bize bir şairle muhatap olduğumuzu yoğun biçimde hissettiriyor. her şeyin güzel olma nedenleri ve içimiz çölse birisi geçmiştir adlı şiir kitapları da daha önce okurla buluşmuştu türk’ün.

    düzyazıda da şiirden feragat etmiyor; neyin yokuştan, neyin düzden karşılanacağını, yazının içinde nerede ağırlanacağını, bir öyküye varan yolda nelerin öykünün dışında kalacağını, öykünün sonunda yarısı yanmış bir fotoğrafı okurun önüne bırakır gibi, merak duygusunun yazı bittikten sonra da nasıl devam edeceğini biliyor serkan türk. sözü göreve çağırırken sesi de göz ardı etmiyor. sözcükler aynı yöne, aynı hikâyeye samimiyetle doğruluyor; duyduğunu, retorik bundan faydalansın diye bozmuyor, bulanıklaştırmıyor; duygunun da bir realitesinin olabileceği hissi bırakıyor bizde.

    ne demiş oluyoruz bunu ifade etmekle? öznel olanı, şair/yazarın hâtıratından, sezgisinden süzülmüş olanı ‘samimiyetle’ (aynı samimiyeti kitabı tamam eden bütün metinlere yayarak) bir çeşit adı konmamış ama yazarın tutarlılığından neş’et etmiş doğallığa çeviriyor. yani serkan türk’ün öyküleri kurmacanın imkânlarını, yol açıcılığını üslûbun samimiyeti, inandırıcılığı içinde eritiyor. nasıl söylediğinin bizde bıraktığı yakınlık ‘ne söylediğinin’ önüne geçiyor. bu durum ona ve dolayısıyla yazdıklarına bir şahsiyet kazandırıyor. bir taraftan geçmişin bilgisi ve deneyimi, öte taraftan içinde bulunulan ânın sıcaklığı metinde buluşuyor ve bize geleceğe dair ip uçları bırakıyor. “metnin devamı senin içinde ey okur!” der gibi bitiriyor öykülerini.

    serkan türk’ün kendine mahsus bir dilinin olmasından bahis açmıyorum; kendinde demlenmiş ve öznel hayatını (yıllardır sürdürdüğü radyo programcılığı da buna dahil elbet) çepeçevre kuşatan bir dilin, yazarken ve yaşarken aradaki mesafeyi küçültmesinden bahsediyorum; konuşma (gündelik hayat dili diyelim) dili ile yazı dili arasındaki mesafeyi öykünmelerle, kolajlarla açmıyor; bilakis samimiyetle, iyi niyetle kapatıyor. yazarın hırsı, öfkesi, şiddeti olur… olmaz mı? yazar da insan değil mi? serkan türk, yazıya, metne halel getirir diye değil; insanın sesine, kulağına yapışıp kötü bir iz bırakmasın diye sanki müthiş bir öfkeyle yazılacak ve nihayetlendirilecek olay ve olguları bile üzerine kadife geçirilmiş (buna üslûp diyelim artık!) demir bir yumrukla muhatabına devrediyor. acılı, kederli, melâl denizine dökülen kelimeler eşliğinde, ama ölmeden, ‘ölmeyecek kadar yaralı kalarak’, umutsuz bırakmadan, “suların beni yavaş yavaş kapadığından habersiz kanıyordum” diye bitiriyor ilk öyküsünü. çok güzel… bir de kitaba adını veren tanrının yalnız kırları adlı öykünün sonuna inelim: “bu fotoğrafı sen görmeyeceksin. özellikle hangisinin olduğunu anlatmayacağım sana. elinle bulmuş gibi, her aradığında ulaşamayacağın bir iki şey olsun istiyorum…”
    serkan türk’ün öykülerindeki kahramanlar acı çekiyor, üzülüyor, yaralanıyor; ama bir nehrin karşısına geçecekleri anda, ormanların kardeş, rüzgârın sırdaş, suların gelenek olduğunu unutmuyor. “minnetle andım güzel bakanları” demekten uzak düşmüyor. yani demem o ki, herkese kadim bir tarafından yanaşan duygulara, temalara söz geçireceğim diye slogan atmıyor; bağırmadan, etrafı gürültüye teslim etmeden, ama kendinde kabaran (insanı bağırtması gereken)duyguların da tazyikini koruyarak- ‘dinlendirerek’ diyelim- alıcıya, okura kesintisiz devreden bir yazar. bütün kederine, hüznüne rağmen, konuşmanın, her şeyin güzel olma nedenleri üzerine düşünmenin zaman almayacağını biliyor. pişmanlığın hikâyesini bile ‘nasıl pişman olunmaz’ diye yazabilecek, hayattan, sözcüklerden, inandıklarından yana bir yazar. güzel şeyler hissettim, onun yazdıklarını okurken. güzel ve iddiasız.
    serkan, sözcük kadrosunu oluştururken bil eş anlamlı sözcüklerden, açık yaraları acıtmayacak bir lirizme sahip olanları; öfkeyi, şiddeti yatıştıracak olanları seçmiş. örnek mi? “siz olmasaydınız kendimi öldürürdüm. demiyorum size bunu. dalgakıranın ucundan beni alıp evinize getirdiğiniz beş yıl öncesini hatırlıyorum son görüşmemizde. üzerime battaniyenizi örttüğünüzü… uyuduğumu.” az da olsa bazen de okurları hiç ilgilendirmeyeceğini düşündüğüm -günlük hayattan sökülüp alınmış izlenimi veren -ayrıntılara yer veriyor. üzerine söz açtığımız tanrının yalnız kırları adlı kitapta yer alan öykülerin çoğu bir şiire girer gibi başlıyor: “gökyüzü çocukluğumda bir salıncaktı” (s.45); “yalnızca haziranın sessizliğine karışmış güneşi” (s. 93); “ölüleri nereye gömüyoruz biz” (s.45);”gece boyunca rüzgârın sesini duydum”; “bu fotoğrafı sen görmeyeceksin” (s. 115); “sabahın kuşları bunlar”(s. 77)…bence, “zamanım olsaydı daha kısa yazardım” diyen yakınımızın sesine kulak verip bunca malzemeyi düzyazıya devretmeyebilir serkan türk.

    birden çocukluk yıllarına, oradan bedenin, dünyanın gidişi karşısında yetemediği imkânsızlıklara uzanan, parantez açıp eve, ablasına, kucakta taşınıp taraçaya getirildiği, “gökyüzünün başımın üzerinde uçsuz bucaksız bir kapıyla aralandığını…”dediği iklimlere varıldığı zamanlara eğilince önümüzde, elle tutup yolun kenarına çekeceğimiz katılıkta bir samimiyet bulabiliriz ancak. serkan türk, yerel (içinde yaşadığı ortamı) olanı, bazen yersiz olanla, bazen de metafizik bir dünyayla, gördüklerimizin ötesini anlatıyor; ama bizi dünyaya yuvarlamış ‘güneşli bayır’la çatışmaya davet ediyor. serkan türk’ün yazdıklarında şiddet, hırs, iddia, slogan yok; ama hesaplaşma, kendi öznel tarihi üzerinden ‘buraya niye bakmıyorsunuz’ deme hamlesi var. öykülerin tamamını okudum; bazı öyküleri tekrar… çoğunu mektup gibi okudum. içeriden, samimi yazılmış; “her insanın küçük bir toplum olduğu” unutulmamış. ama “benim ilk evden uzaklaşma şansım...” gibi örnekler de var. olmasın, bunca güzel hikâyeyi, güzel bir dille derdest eden için dışarıda kalması gerekenlere de dikkat etmek gerekir.

    serkan türk, 1977’de trabzon’da doğdu; kendisinden yaklaşık 15yıl önce aynı topraklarda doğan, dokunduğu zamana, nesneye, duygulara mert patikalar bırakan; uykusuna aldığı sözcüğe unutulmaz ürperişler devreden çiğdem sezer’in de kitabın girizgâhında söyledikleri var, kitaba dahil, onunla bitirelim: “emrindeyim komutanım iç savaş bitti/kalbin bütün burçlarına siyah bayrak çekildi”

    şeref bilsel
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap