• plastik sanatlarda kusursuzluk kaygisinin ortaya ciktigi ve buna bagli olarak bir cok kuralla sanatin kisitlandigi donemdir. insan akliyla getirilen kurallar, sanati geriletmemis aksine mukemmellestirmistir. insan oglu tarihte ilk ve son defa, sinirlarini kendi belirledigi bir kusursuzluga ulasmistir. ardindan yasanan barok donem sanati ronesanstaki heycani kaybetmis ancak, sadece kusursuz eserler vermek degil, onları "gostermek" kaygisi da tasidigindan, abartili oldugu soylenmistir. bu halde bile, italyan ronesans ve barok sanatı kendini abartmayi da kusursuzlugu da hak etmistir. bu donemden sonra yapilan eserler, sinirlarin ortadan kalkmasiyla basitlesmis, her yapilanin deger gormesiyle anlamsizlasmis ve kendini tekrarlamistir.
  • bu döneme geçişin önemli adamları.
    resim (bkz: giotto di bondone)
    mimari (bkz: filippo brunelleschi)
    edebiyat (bkz: petrarca)
  • johan huizinga 'nın bir yazısında karşılaşmıştım; rönesans 'ı güzelce özetliyordu, özellikle bazı kısımların altının çizilmesi lazım sanırım -ortaçağ felsefesi 'ni tukaka ilan eden, sorgusuz sualsiz rönesans dinine tapınanlar özellikle dikkat etsinler-

    - rönesans bireyciliğin doğuşudur, güzellik dürtüsünün uyanışı, dünyasallığın ve joi de vivre 'in zaferi, dünya gerçekliğinin akıl tarafından fethedilmesi, pagan yaşam zevkinin yeniden canlanması, dünyayla olan doğal ilişkisi içinde kişilik bilincinin gelişmesi..
    - rönesans sözcüğü sizin malınız değil: o bir yaşam nosyonudur, yalnızca tarihçiler için teknik bir terim değil, bütün insanlık için bir dayanak, bir destektir.
    - rönesans terimi, şimdi tarih disiplinine derebeylik yapısını yadsıyan barbar bir kuşağın eline düşmüş olsa da..
    - rönesans deyimi aslen akademik bir tasarım değildir.
    - rönesans adını verdiğimiz bu çağ, özellikle de xvi. yy.'ın ilk yarısı, uygarlığa yeniden doğduğunu, bilginin ve güzelliğin saf kaynaklarına döndüğünü, bilgeliğin ve sanatın değişmez normlarına sahip olduğunu hissetmekteydi.
    - bazıları yeniden canlanışa, edebiyata ve sanatlara koruyuculuklarını bahşeden prenslerin şanlı eseri olarak bakarlar.
    - bazıları da bu canlanışta büyük ustaların ruhunu bulur.
    - erasmus, "süregiden barbarlığın iğrenç pisliğinden çıkarak yeniden doğan bu edebiyatı (renascentes bonas literas) bağrına basan hemen hemen ilk kişi.." olarak anılır.
    - lorenzo valla, elegantiae linguae latinae 'sına yazdığı önsözde -ki bu önsöz humanizmanın manifestosu olarak adlandırılır.
    - yeniden canlanmış olan araştırma çalışmalarını yürütenlere verilen "humanist" adı tamamıyla antikçağdan ödünç alınmaydı; bizzat cicero de studia humanistatis et literarum 'dan bahsediyordu.
    - kaynaklara dönmek, bilgeliğin ve güzelliğin pınarlarından kana kana içmek, işte yeniden doğuşun anlamının temel işareti buydu. bu anlamın, klasiklere duyulan yeni hevesi ve içinde bulunulan çağın antik çağlarla özdeşleştirilmesini de içinde barındırmasının nedeni, klasik yazarların bilginin saflığına ve özgünlüğüne, güzelliğin ve erdemin yalın normlarına sahip oldukları izlenimini vermiş oluşlarıydı.
    - latince renasci sözcüğünden, rönesans sözcüğünün italyanca biçimini türeten ve bu kavramı özellikle sanatlardaki canlanışı tanımlamak için kullanan (yani sanat tarihinde geçen bir kavram olarak) ilk kişi, ressam biyografileri yazarı giorgio vasari 'dir. (1511-1571)
    - antik yunan'da ve roma 'da sanatın doruklarını bulmaktaydı, bu yükseliş devrini çok uzun bir çöküş dönemi izlemişti.
    - doğaya dönüşle antik çağa dönüşü hemen hemen özdeş tutar. eski sanatın kusursuzluğu, bu sanatın rehberinin ve örneğinin doğa oluşunun bir sonucudur: doğaya öykünülmesi sanatın temel ilkesidir. eskileri izleyen herkes doğayı keşfeder.
    - ruhu bir yandan disiplin altına girip ölçülüleşirken diğer yandan ayakları yere daha sık basar olmuş, hatta coşkusundan da çok şey yitirmiştir. (xvii. yy.)
    - "rönesans" artık bilinçli bir parola olma niteliğini kaybetmiştir.
    - xviii. yy.'ın aydınlanma'sının sökmekte olan şafağı, rönesans deyimini xvi. yy.'ın düşürdüğü yerden tekrar kaldırdı. yeniden doğuş kavramı artık kendisini temsil eden insanların yaşama dair heyecanlarına gebe olmadığından, akademik, resmi, tarafgir ve hatalı bir görünüme bürünmüştü.
    - bayle 'e göre; italya'daki humanizmin dinsellikten uzak bir yapısı olduğu ve constantinople'un düşmesinin yani yunan kültürüyle yüklü yunan sürgünlerinin gelişinin bir sonucu olduğu kesinlik kazanmış bir olgudur.
    - rönesansın matrisi ortaçağ italya'sındaki kasabaların özgürlüğü ve zenginliğiydi. fransa hala sefalet içinde yaşarken..
    - edebiyatın yenilenmesini constantinople'lu sığınmalara borçlu olmadığımız gerçeği ortadadır: bu adamlar zaten italyanlara yunan dilini öğretmekten başka bir yeteneğe de sahip değillerdi.
    ..
  • ernst cassirer 'in (1874-1945) rönesans felsefesinde skolastik bir nitelik görmesiyle, felsefi meselelerle, dini meseleleri ayırt etmenin olanaksız hale gelmesi durumunu göz önünde tutarak "modernizmi ilerleme sanmak" hadisesini yeniden gözden geçirmeliyiz.

    i.s. dördüncü yüzyılın çalkantılı bir dönem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. bu dönemde imparatorluk politik yaşantısı ve yeni kilisenin öğretisel yaşamı iç içe bulunmaktadır. yüzyılın sonunda görünüm değişmeye başlamıştır. theodosius' un öldüğü 395 yılında, roma imparatorluğu etkin ve güçlü bir yönetim altında bulunuyordu. ardından iki oğlu honorius ve arcadius'un tahta çıkmasıyla birlikte doğu ve batı ayrımı oluştu. batıda ortaçağ hıristiyan felsefesinin geliştiği gözlenmektedir. theodosius ölümünden üç yıl önce 392 yılında hıristiyan dinini yasaklamıştı. bu dinin ortodoks mezhebi, dinlerini yaşatabilmek için yoğun çabalar gösterecektir. karmaşık beşinci yüzyılda bu din, batı imparatorluğunun varsıl yunan-roma mirasını düzenlemeye başladı ve klasik geleneğe karşı bir güç haline dönüştü. hatta gibbon 'a göre; putperestlik dininin yıkılışı sofistlerce, dünyayı karanlıklarla kaplayan , eski kaosun ve gecenin egemenliğini yeniden kuran korkutucu bir tansık olarak bile betimlenmiştir.1 yine de yunan-roma felsefe geleneğinin izlerini taşıyan hıristiyan öğelerle, patristik felsefenin birleşimi skolastik dönemde ortaçağ özdeksel bileşiminde başarı kazanmamış değildir. bu dönemde, orta çağlarda batı uygarlığının karmaşıklığı yaşanmaktadır, denilebilir.2

    temel öğretilerin oluşturulması ve düzenli bir kilise olarak hıristiyanlığın zaferinden sonra, dogmalar tarafından belirlenen konu-özdek ve yönlendirici ilkelerde felsefe öğeleri görülmektedir. ortaçağ felsefesinin geniş bir bölümünü oluşturan bu hıristiyan felsefesi, hıristiyan temeli üzerinde bir yaşam ve dünya kuramı oluşturacaktır. bu hizmeti gerçekleştirenler okulcular olarak adlandırılmış ve onların dizgelerine skolastik felsefe adı verilmiştir. skolastik felsefe, kilise babaları tarafından formülleştirilerek hıristiyan dogmalar üzerinde öğretisel yargılarda bulunmaktadır.

    okulcular, yunan felsefesini bilmelerine karşın, sorunların çözümünde antik düşünürlerden farklı düşünmektedirler. yunan felsefecilerin amacı evren için ussal bir açıklama getirmektir. onlar popüler dinden bağımsızdırlar ve görevlerine az ya da çok bilimsel ruhla yaklaşmaktadırlar. tartışmacı bir yöntem uygularlar. diğer taraftan, hıristiyanlığı her türlü tartışmanın ötesinde görmektedirler. felsefenin dinin hizmetinde olması gerektiğini düşünmektedirler.

    zihin, hıristiyan dogmasının sınırları içinde yeteneklerini kullanmada özgür bırakılmıştır; insan zihni dünyayı istediği gibi yorumlayabilmektedir. ancak konu dinsel sınırlamalara geldiği zaman bir farklılık söz konusu olmaktadır. skolastik tutum ve yöntem, felsefi dizgenin hıristiyan dogmasının bağımsız bir temeli üzerinde oluşum girişiminde bulunmasının tatmin edici olmadığını kanıtlamaktadır. skolastizmin tüm ussal hareketi, diğer bir yöne de saldırmaktadır: dogmalar ve tüm kilise dizgesi, incil ve bireysel bilinç uygulaması ile dönüşüm geçiren dinsel yaşantıyı, eleştirmektedir. kuramsal ve pratik görünümdeki hıristiyanlık reformu çağdaş dönemin başlangıcı olan iki çağda toplanacaktır: rönesans ve reform.3

    augustinus'un 'kutsal devlet'i (civitas dei) belli bir tarihsel nedenden, yani roma'nın gotlar tarafından ele geçirilmesi üzerine yazılmıştır. bu eserin yazılması, avrupa kıtasındaki kavimlerin büyük bir "göç"e giriştikleri ve sonunda roma'nın yıkıldığı bir döneme rastlar. avrupa'nın genç kavimlerinin bu göç hareketi, bundan daha bir-iki yüzyıl önce başlamıştı.

    nitekim kuzeyden güneye doğru cermenler ve doğudan batıya doğru da slavlar hareket halindeydi. kendini çeşitli yönlerden sıkıştıran bu genç kavimlere karşı roma kendini savunmak zorunda kaldı. buna paralel olarak roma'nın bir de bu kavimler tarafından içten içe vurulduğuna tanık oluyoruz.

    özellikle merkez kentlerde nüfusun çok azalması yüzünden, roma bu genç kavimlerden ücretli askerler edinmeye başlamıştı. sonuç olarak imparatorluğu dıştan ve içten sıkıştıran bu kavimler roma kentini de ele geçirdiler.

    böylece augustinus' tan az bir zaman sonra batı roma devleti çöktü. enkazı üzerinde çeşitli cermen devletleri kuruldu. buna karşı doğu roma devleti daha bin yıl yaşamış, fakat o da doğudan gelen kavimlerin, özellikle türklerin zorlaması ile önce dar bir alana sıkıştırılmış ve sonunda ortadan kalkmıştır.

    "kavimler göçü" batıda kültürün büyük ölçüde "tahribine" neden olmuştur. bu göç hareketi ve bunun yarattığı savaşlar yüzünden antik edebiyatın büyük bir kısmı yok olmuştur. geriye küçük ve cılız bir miras kalabilmiştir. ortaçağın ilk döneminde felsefî edebiyat adına batının elinde ancak platon' un timaios diyalogu ve aristoteles' in birkaç eseri bulunuyordu. bunlara bir de yeni platonculuk etkisi altında yazılmış kilise babaları'nın eserlerini ekleyebiliriz.

    ortaçağın ilk döneminde hâkim olan felsefe, yeni platoncu renk taşıyan bir hıristiyan felsefesidir. ortaçağ felsefesi ilkçağ felsefesinden özellikle bir noktada ayrılır. ortaçağa has olan felsefeye "skolastik" denir. skolastik, okul; "medrese bilimi" anlamına gelir (latince schola=okul); çünkü bu dönemin felsefesi gerçeği aramaktan çok, okul ve medresede "öğretilen" bilgilerden ibaretti.

    ortaçağ medresesinde yani manastır okullarında "yedi özgür sanat" denilen şu dersler okutuluyordu: gramer, astronomi, müzik, hitabet, dialektik (mantık), aritmetik, geometri. bu öğretimin tacını da, doğal olarak ilahiyat (teoloji) oluşturuyordu. skolastiğin amacı araştırma değil, "eğitim ve öğretim"di.

    hemen tüm ortaçağ felsefesinin skolastik, yani bir "okul sistemi" olduğunu söyleyebiliriz. bunun için ortaçağ filozofları kendilerini araştırıcı değil, hoca sayar. çünkü ortaçağ filozofları gerçeğe; "zaten", sahip olduklarına inanıyorlardı. bunun için de ayrıca gerçeği aramaya gerek görmüyorlardı.

    onlara göre gerçek aslında "dinin dogmaları"nda belirlenmiştir. yapılacak tek şey, bu dogmaları bir "sistem" halinde düzenlemek, yani aklın kavrayabileceği bir duruma getirmektir. sistemleştirilen dogmalar, daha sonra okulda gençlere "bilgi" olarak aynen aktarılır. batıda, özellikle latin avrupa'da, felsefe eğitimi medreselerde yapılırdı. hocalar da rahiplerdi. ortaçağ felsefesinin karakteristik özelliği, skolastik oluşudur.

    oysa ilkçağda, birbirleriyle uğraşan "çeşitli ve değişik sayıda" akımlar vardı. ilkçağ felsefesi bize düşünce sistemlerinin zengin bir çeşitlemesini sunar: materyalizm,idealizm, septisizm, dogmatizm gibi birbirlerine karşı akımların antik dönemde ortaya çıkarak yan yana yaşadıklarını görüyoruz.

    ortaçağda bu çeşitlenme artık kaybolmuştur. skolastik, ortaçağ felsefelerinin hemen hepsinin temel karakterini oluşturur. sonra; ilkçağ filozofları, düşünce yapıtlarının "yapıcıları" olarak anlaşılıyordu. buna karşın ortaçağ filozofları kendilerini "aynı sistem üzerinde birlikte çalışan" düşünürler olarak algılarlar.

    bu sistemin işlemesinde, herkesin kendine göre, küçük ya da büyük bir payı vardır. ortaçağ düşünürleri için karakteristik eserler, çeşitli alanlara ait bilgileri bir araya toplayan "summa"lar (özetler)dır. çünkü ortaçağa göre herhangi bir alana ait bilgiler zaten kilisenin dogmalarında toplanmıştır. bu nedenle üzerinde tartışma yapılarak, çözümlenmesi gereken bir sorun bulunmuyordu. bununla beraber; hiristiyan düşüncesi ile felsefi düşünce uyumlu bir hale getirilmeye çalışılıyordu. felsefi fikirler, hiristiyan inancına uyarlanmaktadır. yani inanç, bütün çalışmaların başlangıcı ve sonudur. tanrıbilim, tüm bilgilerin hükümdarıdır. 4

    ortaçağ filozoflarının üzerinde anlaşamadıkları "tek" bir sorun vardı: bu da, antik dönemden miras kalmış olan "tümeller sorunu"ydu. tümel kavramların realitesi konusu, tartışmaların kaynağını oluşturmuştur. bu sorun platon'dan bu yana süregelmiştir.

    platon'un tümel kavramları reel birer varlık olarak benimsediğini biliyoruz. bu kavram realizminin tam karşıtı ise nominalizmdir. nominalizme göre, platon'un kendilerine realite eklediği tümel kavramlar, birbirine benzeyen varlıklara bizim verdiğimiz isimlerden oluşurlar. tümel kavramlar insanın bilincinde oluşmuş olup ayrıca bir varlığa sahip değildir.

    aristoteles ise, platon'un kavram realizmi ile bunun tam karşıtı olan nominalizmin arasında bir tutum almıştır. ona göre de tümel kavramların bir realitesi vardır, ancak bu realite bireylerin kendisinde bulunur, bireylerin dışında kavramlar ayrıca var olmaz. aristoteles de, platon gibi, insanın kendiliğinden var oluşunu kabul eder, bu, insanın kendisinde bulunan bir şeydir.

    ilkçağda var olan bu üç ayrı görüşe, yani kavram realizmi, nominalizm ve aristotelesçiliğe, ortaçağda yeniden rastlarız. o kadar ki, ortaçağda ciddi tartışmalara ve ayrılıklara neden olan tek sorunun bu olduğu söylenebilir. bu ayrılığın tarihini izlersek görürüz ki, ortaçağın ilk dönemlerinde daha çok kavram realizmi hâkimdir. skolastiğin en parlak dönemi olan xii. yüzyılda aristotelesçilik hâkim olmuştur. skolastiğin son dönemi olan xiv. yüzyılda nominalizmin etkisi ağır basar. ancak; nominalizm, aynı zamanda skolastiğin çöküşünü ve artık sona ermekte olduğunu da ifade etmektedir.

    ortaçağda tartışmaya neden olan tek sorunun antik dönemden miras kalan bir sorun olması dikkat çekicidir. ortaçağ felsefesine yön veren büyük otoriteler "platon" ve "aristoteles"dir. ancak ortaçağ felsefesi üzerinde platon'un etkisinden söz ederken bu etkinin daha çok yeni platonculuktan geldiğini göz ardı edemeyiz. çünkü yeni platonculuk, platon'un idelerini hıristiyanlığın ideleri ile birleştirme olanağı veriyordu.

    bir başka deyişle: yeni platonculuk, ideleri tanrı' nın düşündüğü fikirler biçimine sokmakla, platon'un idelerini monoteist bir dinin tanrı'yı ile birleştirmeye olanak tanıyordu. platon ve aristoteles'i otorite olarak tanıyan ortaçağ felsefesi, zaten kendini her zaman "otoritelere" göre ayarlamıştır. doğanın doğrudan doğruya gözlemi, bu dönem için bir kuşku konusu değildir; ancak aslolan, kitaplardan edinilen bilgilerdir.

    bu nedenle ortaçağ felsefesi, gerçeği kendi araştıran yaratıcı bir düşünüş olamamış, daha çok öğrenileni öğretmekten oluşan bir etkinlik olarak kalmıştır. buna rağmen ortaçağ filozoflarının başarılarını büsbütün küçük görmemek gerekir. çünkü var olan düşünceleri çelişkisiz bir sistem içinde toplamak girişimi, çok keskin bir zekâ ve yetenek gerektirir.5

    aynı zamanda bertrand russel, "history of western philosophy" adlı eserinin ikinci kitabının (catholic philosophy) girişinde de dediği gibi; katolik felsefesi avrupa düşüncesini augustinus'tan, rönesans'a taşımıştır.6 o halde artık üzerinde durmamız gereken protestanlığın doğuşudur. yenidendoğuşun getirdiği erdem, insanın insanlığa olan güveni'dir. yenidenbiçimleniş anlamındaki reformasyon, yenidendoğuş anlamındaki rönesans çığırı içinde yer alan dinsel bir akımdır. alman papazı martin luther'in (1483-1576) 1517 yılında wüttenberg kilisesinin kapısına astığı, katolik kilisesine karşı ünlü protestosu yüzünden protestanlık adını alan bu akım, gerçekte, genel düşünceyi dile getiriyordu. katolik kilisesi, rönesans'ın getirdiği yeni hayat görüşüne uymayacak kadar donmuş, bozulmuş ve köhneleşmişti. hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine döndürerek skolastiğin eklentilerinden temizlemek hemen bütün hıristiyanların dileğiydi. fransa'da calvin ve isviçre'de zwingli'nin geliştirdikleri protestanlık,, sonradan calvinizm aracılığıyla ingiltere'ye geçerek anglikanizmi doğurmuştur. insanlar arasındaki eşitsizliğin tanrısal düzenin gereği olduğunu ileri süren luther'in düşünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakımdan uygun düştüğü için hiç yadırganmadı ve kolaylıkla benimsendi. iznik konsülü' nün hazırladığı incil metni de temel kutsal kitap olarak dokunulmazlık ve yorumlanılmazlık kazanınca, kilisesiz ve papazsız bir dine dönüş yolundaki ilk protestoları bilmezlikten gelip, yeni protestan kiliseleri yükselmeye başladı. daha sonra, katolik kilisesinin tuttuğu yoldan gidilerek, ayıklanan aristotelesçilik geri getirildi ve iznik konsülü 'nün hazırladığı metin bununla temellendirilmeye çalışıldı. luther'in, önceleri şeytanın yatağı dediği us, yeniden eski tahtına oturtulmuştu. şu farkla ki, usla kutsal kitap çatışırsa kutsal kitabın dediği olacaktı. aristoteles'in söylediği değil... yeni ekonomik ilişkilerin meydana getirdiği rönesans'ın yeni insanı, dinsel insan olmaktan çıkarak kişisel insan olmaya başlamıştır.7

    ernst cassirer' e göreyse; erken rönesans felsefesi, kendini skolastiğin bulgularından kurtarıyormuş gibi göründüğü noktalarda dahi, skolastik düşüncenin genel kalıplarına bağımlı kalır. hatta petrarca 'nın, de sui ipsius et multorum ignorantina adlı yapıtında ortaçağ okulları felsefesine karşı giriştiği saldırı, aslında, o felsefenin çağı üzerindeki kırılmaz gücünün bir kanıtından başka bir şey değildir. öyle ki; petrarca 'nın skolastik ve aristotelesçi öğretiye karşı çıkarken dayandığı ilkenin ne felsefi kökeni vardır ne de içeriği. 8 cassirer daha da ileri giderek, burada yeni bir düşünce yöntemi görmez, ona göre; bu olsa olsa yeni kültür ideali olan "belagat"tir.9 tabi bu durum başka bir sonucu doğuruyor; artık aristoteles bundan böyle kültürün temsilcisi, çıkış noktası olamaz. zira aristoteles'te belagate rastlanmadığından, o halde buradaki humanizmacı eleştiri de aristoteles'in yapıtlarının içeriğine değil, bunların üslubuna karşı çıkmaktadır. hümanist bilginin kapsamı genişledikçe, araştırma araçları da daha keskin ve ince hale geldikçe, skolastik aristoteles imgesi, yerini gerçek aristoteles'in resmine terk etmek zorundadır.10 georgios gemistos plethon (1355-1450), basilius bessarion (l403-1472), marsilius ficinus'un (1433-1499) eliyle metafizik eklentilerinden temizlenmiş insancı bir platon meydana çıkarılmaktadır. insanın ruhu tanrıdan türemiş olduğuna göre, insanda bütün evreni bilebilmek ve anlayabilmek gücü var demektir. bilgi derebeyine özgü değildir, burjuva da bilgi edinebilir. bütün bunların üstünde de, giovanni pico della mirandola'yla (1463-1494) andreas caesalpinus'un (i509-1603) seçmeciliği (eklektizm) eski yunan düşüncesinin çeşitli akımlarını birleştirerek uzlaştırmaya çalışmaktadır. aristoteles'le platon'un temelde birleşmekte oldukları düşüncesi yeniden ortaya atılmıştır. ortaçağda derebeyliğin çıkarlarına göre yorumlanan yunan düşüncesi, artık burjuvazinin çıkarlarına göre yorumlanmaktadır. yenidendoğuş (rönesans), her bakımdan burjuvaziye uygun ve yararlı bir doğuştur.11 ancak cassirer, rönesans felsefesinin skolastik niteliğinin altını çizmekten kendini alamamıştır. ona göre; bu nitelik, felsefi meselelerle dini meseleleri ayırt etmeyi olanaksız kılmıştır. hatta artık felsefi çalışmalarının çok büyük bir bölümü teoloji alanında yapılmıştır. artık üç sorun genellikle gündemdedir: tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük.

    ortaçağ ile rönesans'ın tarih ve içeriklerine ilişkin sınırlarsa cassirer'e göre; gitgide daha çok birbirine yakınlaşmaya hatta iç içe geçmeye başlamıştır. (örneğin; henry thode'un, sanatta italyan rönesansının başlangıcını ta on üçüncü yüzyıl başlarına götürmesi.) o halde ortaçağ insanı ile rönesans insanı karşıtlığı ne kadar in concreto gösterilmeye kalkışılırsa kalkışılsın, bu karşıtlık büsbütün muğlak ve kaypak bir hal alma eğilimi gösterir. özellikle, sanatçılar, düşünürler, bilim adamları ve devlet adamları üzerine uzmanlaşmış biyografi araştırmaları ilerledikçe, bunun, böyle olduğu ortaya çıkıyordu. bu alanda tanınmış bir araştırmacının değerlendirmesine göre "on beşinci yüzyılın önde gelen kişilerinin -coluccio salutati'nin, poggio bracciolini'nin, leonardo bruni'nin, lorenzo valla'nın, muhteşem lorenzo'nun, luigi pulci'nin- hayatları tamamen çıkarımsal [inductive] bir şekilde ele alınacak olursa, dönemin yerleşik özelliklerinin (örneğin bireycilik ve paganizm, duyumsallık ve şüphecilik) garip bir şekilde, incelenen kişiye uymadığı sonucuna varılması kaçınılmazdır. bu özellikler, portresi çizilen insanın hayatı ile olan can alıcı bağlantıları içinde, hatta, daha iyisi, dönemin ana akımlarıyla olan bağlantıları içinde kavranılmaya çalışılırsa, kaçınılmaz olarak bambaşka bir niteliğe bürüneceklerdir. deneysel araştırma sonuçları da bir araya getirilirse, içinde dini bütünlükle imansızlığın, iyi ile kötünün, cennet özlemi ile dünyevi olana duyulan sevginin, daha küçük ölçüde değil, tersine ölçülemeyecek derecede daha karmaşık bir tarzda birbirine geçmiş olduğu bir rönesans tablosu yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.cassirer 'in özellikle üzerinde durduğu soru şudur: "hareket noktalarının çokluğuna ve ortaya konan çeşitli sorunların çözümlerinin çok fazla sayıda olmasına rağmen, on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda düşünce hareketi kendi içinde bir birlik oluşturuyor muydu ve oluşturuyor idiyse, bunu ne ölçüde başrıyordu?" yine ona göre; eğer bu birliğin varlığı yeterince başarılı bir şekilde ortaya konabilir, rönesans felsefesinin karşımıza çıkardığı bir yığın sorun da bazı temel sorunlara indirgenebilirse, o zaman "dönemin zihinsel [entelektüel] temellerini belirleyen öteki hayati güçler karşısında rönesansın kuramsal düşüncesi hangi bağlantıda bulunmaktadır?" sorusu da kendi kendine yanıtlanmış olacaktır. ayrıca şu da açıkça ortaya çıkacaktır ki, felsefi düşünce çalışmaları bütün zihinsel [entelektüel] harekete ve onun hayati güçlerine dıştan gelen ve ayrı bir şey olarak bağlı değildir ve o hareketi bir çeşit "soyut" gölge gibi izlemez; aksine, bu güçleri aktif bir biçimde etkiler ve belirler. felsefi düşünce, öteki parçalara bağlanmış basit bir parçadan ibaret değildir. daha ziyade, bütüne kavramsal-simgel bir ifade biçimi vererek, o bütünü temsil eder. 12

    notlar:

    1 edward gibbon, "`history of the decline and fall of the roman empire` - volume 3", roma imparatorluğu'nun gerileyiş ve çöküş tarihi, cilt 3, çev: asım baltacıgil, sf: 21, bfs yay 3, 1988
    2 frank thilly, 'a history of philosophy', "yunan ve ortaçağ felsefesi", çev: ibrahim şener, sf: 238, izdüşüm yay. 5, 2002
    3 f. thilly, a.g.e., sf: 239
    4 a.g.e., sf: 273-274
    5 " http://www.e-felsefe.com/…el/skolastik-felsefe.html " 29 ocak 2007
    6 bertrand russel, "history of western philosophy", 1945, fourth printing, s. 301
    7 orhan hançerlioğlu, "düşünce tarihi", remzi kitabevi
    8 gergedan dergisi, rönesans özel sayısı, sayı 13, 'birey ve evren', sf: 26, istanbul, 1988 (burada kullanılan parça; cassirer'in the individual and the cosmos in renaissance philosophy, new york- 1963. künyeli eserden alınmıştır.)
    9 a.g.e., sf:26
    10 a.g.e., sf: 26
    11 o. hançerlioğlu, a.g.e.
    12 'birey ve evren', sf: 27
  • turkiye'de 500 yil araya ragmen hala baslayamamis akim. avrupada'ki reform hareketleride bunun ekurisidir. onda da biz arayi epey acmisiz avrupa ile, bu aranin acilmasi icin elimizden geleni de arkamiza koymamakta kararliyiz toplum olarak.
  • rönesans'ın başlangıcını 1453 ve 1789 yılları arasında sınırlandırmak, tarihçilerin bir metodudur. fakat rönesans'ın tam olarak ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini kestirmek tam olarak imkansızdır. kelimenin kökenine baktığımızda rönesans "yeniden doğuş" anlamına gelmektedir. peki yeniden doğan nedir? bu anlamda bakıldığında orta çağ'ın tablosunu çizmek zorunludur. orta çağ'da eğitim okullarda * verilmektedir. bu okulların mahiyeti, manastır oluşlarıdır. buralarda trivum denen sözel dersler; retorik, mantık ve gramer ile quadrivium denen sayısal disiplinler; aritmetik, geometri, fizik, astronomi ve müzik okutulurdu. okumaların amacı mutlak hakikat olarak kabul edilen tanrının açıklanmasıydı.

    böyle bir ortamda felsefenin ve sanat dallarının atılım göstermesi elbette ki beklenemez. bu sistemi değiştirmek isteyen aydınlar, antikete'nin felsefesine ve sanatına yöneldiler. yani rönesans sözcüğünün kastettiği yeniden doğuş yunan düşüncesinin yeniden doğuşudur.

    burada sorulması gereken soru, yunan düşüncesinde olan, ama ortaçağ düşüncesinde olmayan şey neydi? her zaman adlandırıldığı gibi orta çağ tam anlamıyla karanlık bir çağ mıydı?

    ilk soruyu cevaplamak için iki büyük yunan destanına yönelmek yerinde olur. ilya'da akhilleus ve annesinin konuşmalarına kulak kabartalım. thetis, oğlu akhilleus'a şöyle bir kehanette bulunur; "eğer bu savaşa katılmazsan uzun bir ömrün olacak ve topraklarında mutlu bir yaşam süreceksin. ancak katılırsan büyük bir şan sahibi olmana rağmen ömrün kısa olacak. ve bu savaçtan geri dönemeyeceksin" akhilleus bu seçeneklerden ikincisini tercih eder ve savaşa katılır. annesinin söylediği gibi, savaşın bittiğini göremez. odysseia'ya baktığımızda odysseus hades'e indiğinde akhilleus ile karşılaşır. - ki yunan düşüncesine göre ölüler sadece bedenlerini kaybederler- akhilleus mutsuzdur. mutsuzluğunun nedeni annesinin kehanetindeki ikinci seçeneği seçmesidir. halbuki hades'teki diğer ruhlar ona saygı göstermekte, her gün onun için yeryüzünde adaklar adanmakta, ismi dilden dile dolaşmaktadır. peki öyleyse akhilleus niye mutsuzdur? cevap çok karakteristik; akhilleus gün ışığını özlemektedir.

    buradaki metafor yunanlılar için yaşamın ölümden önce geldiğidir. işte yunan düşüncesinde olan ama orta çağ düşüncesinde olmayan budur. yani orta çağ düşüncesi, anlamı öte dünyada ararken yunan insan bu dünyada aramaktadır.

    diğer soruya gelecek olursak, tarihin bir süreklilik taşıdığını gözardı etmek bizi yanlışlara düşürür. rönesans'ı ortaya çıkaran unsurlar orta çağ'da elbette ki vardır. örnek olarak boethius'un yaptığı müzik çalışmaları, korelanjlar rönesansı, cambridge üniversitesinde aslına uygun olarak yapılmaya çalışılan platon ve aristoteles çevirilieri verilebilir.

    temel sorumuza geldiğimiz zaman, rönesans'ın başlandıç tarihine 1453 demek tamamen bir kabuldür. 8. yüzyıldaki korelanjlar rönesansı, 11. yüzyıldaki çeviri hareketleri kronolojik olaraktan değil, anlam olarak çok daha iyi bir başlangıç noktasıdır.
  • kelime olarak yeniden doğuş anlamına gelse bile ortaçağ'ın etkileri sürdüğünden modernizme geçişte basamak görevi görmüştür. ortaçağ komün hayatını savunurken, rönesans bireyselliği öne çıkarmıştır. protestanlık bu dönem de ortaya çıkmıştır. dolayısıyla kapitalizm de desteğiyle daha da zenginleşen insanlar paralarını harcayacak farklı yollar aramış, edebiyat ve sanatı bulmuştur.
    2 büyük temsilcisi var denebilir. floransa okulu ve venedik okulu. floransa'da sandro botticelli, masaccio, venedik'te ise tiziano, veronesse örnek olabilir. fakat rönesans'ın devleri leonardo da vinci, michelangelo ve raffaello'dur.
    floransa okulu güzel sanatlarda insanı resmetmeyi tercih etmişken, venedik doğayı tekrar keşfe çıkmış, daha "renkçi" olmuştur.
    edebiyat alanında ingiltere'de tudorlar çağı muhtemel ki ingiliz edebiyatının doruk yaptığı noktadır.
  • sanattan, mimariye, edebiyattan, müziğe kadar, insanın kendini, tabiatı, geçmişini yeniden yorumlamasıyla varolan kilisenin dar düşünce sisteminin ve bu düzenin yarattığı kokuşmuş çürümüş taraflarının hızla ortadan kaldırarak yerini modern ve bilimsel düşünce anlayışına bırakan bu gelişmelerle avrupaya bir de "burjuva" denilen yeni bi sınıf hediye eden insanın gücünü yine insana hatırlatan 15 yy. aydınlanma süreci.
hesabın var mı? giriş yap