• bundan sanırım en az bir 25 sene öncesi. mahallede abi dediğim bi' abi var. bu abi, askere gidip geliyor, ben 17-18 yaşındayım. başka bir komşu oğluna sırılsıklam aşığım. bu abi, askerden gelince bi' karşılaşıyoruz. abi gibi bakmıyor valla, gözümle gördüm. tabi şimdi düşününce, adam askerden yeni gelmiş nolacaydı diyorum ama yok yani, bildiğin aşık aşık bakıyor. "vayy, büyümüşsün!!" tarzı bir yaklaşımla sanırım.

    neyse toyum zaten, bu abi, ile aşık oluyoruz birbirimize. yani ben oldum valla. itti, filan ama, yani oldum be! üstüme gelmeyin !!

    neyse, aynı mahallede, ablamın arkadaşı var. ismini vermeyeyim. nasıl seviyorum, benden 10 yaş filan büyük. hakkını yiyemem. beni bildiğin eğitmiş kadındır. bugün elim azcık kalem tutuyorsa, sayesindedir. meğerim. bu benimkiyle, aralarında öncelere dayanan bir aşk şeysi varmış. şimdi bu benim ablam gibi ya, ben gidip bu ablaya, heyecanlı heyecanlı anlatıyorum. tabi, o anların heyecanı ile, ablanın yüzündeki değişimleri farkedemiyorum.

    ben bu abla ile bunları paylaştıktan 2-3 gün sonra, benimkisi bi' tuhaflaşmaya başlıyor. uzaklaşmalar filan. işte bu hikayedeki mal benim ya, hiç anlamıyorum. sonra bigün, bahçeden maydanoz toplarken, şöyle bi' kalkıp arkamı dönüyorum ki, benimkisi ile, benim abla mahalleye giriyorlar yan yana. ben elimdeki maydanozları cimciriyorum elimle. hay bin kunduz!!

    sonra tabi başlıyor; ya yolda karşılaştık, bi'şey yok valla. fakat dedim ya bu hikayedeki mal, hatta duble mal benim. inanıyorum.

    sonra? sonra ne mi oldu?

    2 ay sonra, eve düğün davetiyeleri geldi. bildiğin davul-zurna eşliğinde evlendiler. ha bir de aynı mahallede oturduk aylarca.

    meğer, benim abla, ben ona heyecanla bunları anlatırken, bi' jeton düşmüş. gitmiş aramış, bulmuş, konuşmuş. "ben sana boş değilim" demiş" vs.vs.

    mallığıma doymayayım. ha iyi olmuş, valla şimdi dönüp bakınca, pişmanlık duymuyorum da, çok üzülmüştüm be sözlük !
  • bi keresinde, ara ki bulasın bi hocamızın önünü kesip yüzyılın en salak sorusunu sormuştum: idare hukukundan sene başından beri çok az bi yer işlemiştik ama hoca bütün kitaptan sorumlu tutacakmış dediler. ben şok. aman allah'ım nasıl çalışırım da nasıl biter de... sınava var bi hafta. kitabın da bir idari teşkilat kısmı var, allah seni inandırsın tek başına bi 300 sayfa filan. imkanı yok deliricem, sinirden kendimi yicem bi haldeyken koridordan geçtiğini gördüğüm malum hocanın ardından koştum. niyetim, hakikaten sınıfta anlatılmadığı halde bütün kitaptan mı sorumluyduk ve bir insan bu kadar acımasız olabilir miydi? çok değil, bu ikisini öğrenmek. (bıraksalar iki dakkada adaleti tesis edecektim şerefsizim.) neyse, ben nefes nefese hocayı yakaladım ve o an ne olduysa, yalnızca şu muhteşem soruyu sarfedebildim:

    - köy idaresi* de dahil mi?

    koca teşkilatı okudun da bi köyü mü eksik kaldı, yavrucum?
  • süper bir gösteriydi. engin günaydın da müthişti: hatta stand-up'ında bir yazı okudu bize. gösteri sırasında elden ele bir defter dolaştırırmış; seyirciler, duygularını, düşüncelerini yazsınlar diye. ve biri şöyle yazmış:
    "iki mal olarak aramızdaki fark şu: sen, mallığının farkında olup para kazanıyorsun, bense hala mal gibi para verip bir malı izlemeye geliyorum."
  • engin günaydın'ın açacağı tiyatro için gerekli finansmanı sağlamak amacıyla sahneye koyduğu tek kişilik oyun. zira oyunda da engin günaydın, salonu doldurabilmek için zaga'da skeçlere katıldığını samimiyetle anlattı. neyse bu meseleyi geçelim şimdilik...

    beklentilerimin altında bir şeyle karşılaştığım bir oyun oldu bu. seyrederken, zorlama bir oyun olduğu ve bu işi zevkle yapmadığı hissine kapıldım. ilk başta gülmeye şartlı gittiğim için, oyun başında bolca gülerken bu durumun yavaş yavaş azaldığını ve oyun sonunda hiç gülmediğimi farkettim.. öncelikle oyunun akıcı olmamasının, hikayeleri yazdığı defterden ve sahnenin yanındaki kızdan "şunu anlatsana engin, bunu anlatsana engin" şeklinde aldığı yardımlarla oyunu götürmeye çalışmasının beni oldukça rahatsız ettiğini söylemeliyim. onun haricinde bir malın, iyice havaya girdiğinde kendini boş bir arazide hayal etmesine ve engin günaydın'ın bunu tasvir edişine de oldukça güldüğümü de belirtmem gerek. ama yine de izlediğim oyuna 25 milyon vererek kendime dedim ki: evet, o hikayedeki mal benim.

    kanımca engin günaydın da aynı okan bayülgen gibi rol yaptığında inanılmaz derecede başarılı olurken, kendi kimliğine büründüğünde rol yaparkenki hali kadar çekici olmuyor. umarım engin günaydın, gerekli parayı toparlar ve tiyatrosunu kurar. tek kişilik oyununu pek beğenmesem de kendisine "yolu açık olsun" diyorum...
  • 2008’in haziran ayında, erasmus'un türevi bir programla dört master öğrencisi italya’ya gitmiştik. dört ay kalacak, gezecek, görecek, hatta çalışacak, üniversitenin sunduğu program çerçevesinde yaşayacaktık.

    ben, kız arkadaşım özge’nin varlığı ile italya seyahatimin katalogunu kültür turizmine endekslemiştim. grubumuzun diğer üyesi naciye, kırşehir’deki hısım-akrabasına çinli, japonlu arkadaş grubuyla çektireceği fotoğraflarını facebook’tan gösterme heyecanını yaşıyordu. kadromuzun son üyesi murat kardeşimiz ise, o sene eylül’e denk gelen ramazan ayının başlarında hala italya’da olacağımız için haziran ayı itibariyle tatlı bir telaşa düşmüş, roma için iftar ve sahur vakitlerini araştırmaya başlamıştı.

    kızıla yakınsayan sol görüşlü bir insan olmama rağmen, 2006’daki abd seyahatimde, üzerimde süpermen tişörtü, arkamda özgürlük anıtı, mutlu ve huzurlu gülücüklerle fotoğraf çekinebilmiş bir insan olarak, italya seyahatinde en tecrübeli kişi bendim. dolayısıyla seyahat planlarını ben yapıyordum:
    özge’nin olası kıskançlıklarını nasıl dizginleyebilir, italyan erkeklerinin kusurları neler olabilir, naciye kaçıncı biradan sonra hangi ulustan bir enişte getirebilir, murat’ın bel çantasını kendisi fark etmeden nasıl çöpe atabilir ve sandalet altına çorap giymemesi konusunda nasıl ikna edilebilir… vakit kaldığı ölçüde colosseum'u da gezecektik.

    tüm soru ve sorunlara karşı hazırlıklıydım. özellikle murat’ın estetik anlayışına yapacağım katkıların, italya’da ikinci bir rönesans etkisi bırakabileceğine inancım tamdı.

    ilk hafta hepimiz aynı evde kalıyor, italyanca kursuna gidiyor, serbest zamanlarımızda şehri keşfediyorduk. sıradan sokak aralarında volta atarken, karşımıza çıkıveren pejmürde kılıklı bir italyan gencinin bizim kızların üzerinde bırakabileceği şok etkisinin boyutlarının neler olabileceğini fark etmek dışında olağan üstü bir durum yoktu.

    murat, memleketten getirdiği çekirdeği çitleyerek kendi yörüngesinde kaygısızca salınıyordu. ben ise, ilk gün satın aldığım the godfather tişörtümle, somut-soyut tüm kültürel dokuya ayak uydurabilen bir turist olduğumu kanıtlamıştım.

    günlerimiz mayıs ayında eriyen karlarla beslenen nehirler gibiydi.
    coşkulu olduğu kadar mutedil ve berraktı, planlıydı.
    ve tanrı gülümsüyordu. o gülümserse siz ağlayabilirdiniz.

    üçüncü hafta program gereği, her birimiz civar bölgelere dağılacak ve dolayısıyla farklı evlerde kalacaktık. koordinatörümüz valentina hanımefendi, toplantı yapmış ve hangi bölgede ve evde, kimlerle kalacağımız konusunda bilgilendirmişti. özge ile naciye’yi kıyamadığından ayıramamış olsa gerek aynı eve vermiş, beni, ingiliz, ispanyol, alman ve isveç uyruklu hanımlardan oluşan kombinasyona layık görmüş, murat’ı ise…

    murat’ı nere verdiğini o an için fark edememiştim. sadece aklımın çıktığı yeri kontrol ediyor, kulaklarıma dokunuyor, bacağımı çimdikliyor, duyduklarım doğru mu rüya mı kestiremiyordum. özge’nin gözlerinde patlayan volkanı görmem ile duyduklarımın doğru olduğu kanaatine vardım: ingiliz, ispanyol, alman ve isveçli kızlarla kalacaktım.

    özge, “canım bi gelir misin benle” demiş ve odadan çıkmıştı. ben peşinden, mr bean gibi gülücükler saçarak afyonlu bir mutlulukla takip ettim.
    “o kızlarla kalmıcaksın”
    “ahah nası yani, canım?”
    “erhan seni öldürürüm, beni deli etme.”
    “canım lütfen”
    “başlatma canından, hemen içeri gir ve söyle valentina’ya”
    “?”

    mutluluk amansız gelmiş, zamansız bitmişti. kaderime tüküre tüküre girdim içeri ve valentina’ya benim yerimi değiştirmesini söyledim. bunun mümkün olmayacağını, programı aksatmamaları gerektiğini söyledi. “canım, sizin burada nasıl oluyor bilmiyorum ama bizim türk kızı senin de benim de ağzıma sıçar, sifonu bile çekmez, hadi canım, hadi ciğerim” yollu söylemlerle, ikna etmeye çalıştım. nuh diyor, peygamber olduğu konusunda hem fikir olamıyorduk. sonunda özge kan çanağı gözlerle içeri girip, yanımızda tekrar ağlamaya başlayınca valentina durumun vahametini anlamış ve “tamam” demişti.

    peki ben kimle yer değişecektim, bu şanslı kimdi? benim havalara sıçramam ile yere kafa üstü çakılmam arasında geçen bu beş dakikalık zaman diliminde dünyadan elini ayağını keserek elindeki nokia 1100 telefonunda yılan oynayan murat, özge’nin gözünde saf bir melek, valentina’nın gözünde bir kontenjan, naciye’nin gözünde bir sünepe, benim gözümde ise şansı kuduz bir piçti.
    yüzünü kaldırdığında, kendisine farklı anlamlarla bakan dört çift gözü fark etmiş, valentina durumu izah etmişti. ben, kalkıp üçlü çektireceğini beklerken “hayır ben kalamam, bu benim için uygun değil” deyip karşı çıktı. sanki sözleşmişiz gibi murat mr bean'in farklı bir jestini hatırlatıyordu. ancak bu cevabıyla, naciye’nin gözünde hala sünepe olan murat, diğer üçümüzün gözünde malın önde gideni olmayı başarmıştı. “muratcım bi gelir misin” deyip, dışarı çıkardım.

    “senin var ya ağzını yüzünü sikerim it daha ne istiyorsun lan mına kodumun yavşağı dört tane taş gibi karıyla kalacaksın karı gibi naz yapıyorsun düdük müsün lan sen türkiye’de şu an senin yerinde olmak isteyen eli nasırlı kaç kişi var biliyor musun lan sen lavuk” gibi, bilinç akışı tekniği kullandığım bir cümle ile kendisini ikna etmeye çalıştım. işimi garantiye almak ve kasık arasına kan akışını hızlandırmak için de ufak bir diz darbesinden yararlandım. sonuç başarılıydı. ingiliz, alman, ispanyol ve isveçli kızlarımız murat gibi biriyle tanışma şerefine nail olurken, özge ile ben ilişkimizin temellerini sağlamlaştırmıştık.

    italya’daki dört aylık erasmus seyahatimizde başkaca bir atraksiyon olmadı. naciye yedinci birayı zorlasa da sadece fotoğraf çekinebilmiş, murat ise dört güzellerin aralarında “sister” diye geyik yaptıkları bir figürana evrilmişti. özge ile ben ise, son haftaki veda partisinde fazla sarhoş olmuş ve farkında olmadan hayatımızın en güzel eserine imza atmıştık.

    ya işte mavi.. senin aklını sikeyim ben... e mi!?

    * * *

    diye bitirdi sözlerini erhan. 2009 ocak’ta evlendiler, haziran başında nur topu gibi bir çocukları dünyaya geldi. bebeğe erasmus hatırası niyetine “ersan musa” adını koyacaklardı ama vaz geçtiler. oysaki o günleri hatırlatan bir bebekti. kısmetse seneye okula başlayacak.

    bu hikayedeki "mal" ne naciye ne murat ne de italyalar'a gidip bebeklerinin temelini atan sevgili arkadaşlarım erhan ve özge'dir. bizzat benim. onlarla birlikte başvurmuş ama it gibi aşk acısı çektiğimden ankara'dan ayrılamamıştım ve başvuruyu iptal etmiştim. sonra da benim yerime murat gitmişti. buradan dört güzellere selam gönderiyorum, canlarım, siz üzülmeyin, hepinizin yerine siz aklıma geldikçe kafamı sikiyorum. müsterih olun.

    şu entry'i de hatırladım ya lan harbi malmışım. (bkz: #29829104)
  • "bir arkadaş anlattı" yalanına başvurmayan dürüst anlatıcının durumunu, birinci tekil şahsın ağzından anlatan cümle.
  • gidilen, görülen, ama beklentileri pek karşılamayan gösteri.gösterinin sorununun ne olduğunu tam kestirebilmiş değilim aslında,anlatıda kullandığı "yani" kelimesinin toplam kelimelere oranının çok yüksek olması mı,gösteride canlandırdığı kişinin kendisi olması dolayısı ile "mal" olanın gerçekten kendisi olması mı yoksa "mal" yanını aşırı derecede yansıtması mı, "dur bak şimdi şunu anlatıcam" tarzı metinlerin gösterinin bütünlüğünü bozması mı,bütün bunların ben kıl olduğum için bana batması mı, hepsinin kombo olarak bende uyandırdığı etki mi.bence oyunculuk yeteneği gerçekten iyi zat ı muhteremin, ama anlatıda sıkıntı var.
  • gösterinin izmir ayağında seyir vasfıyla bulunmuş biri olarak şunları söyleyebilirim:

    öncelikle, çok fazla stand-up izlememiş birini fazlasıyla tatmin ediyor (mesela ben). entryleri okuduktan sonra anlıyorum ki zaman içinde hikayelerini birbirine bağlamayı daha fazla becerir olmuş. pek övülen cem yılmaz'ın bu vasfı kazanabilmek için gerekli pratik seanslarını leman kültürde harcamış olması muhtemel. engin bey ise bunu "ününün kendisine sunduğu olanaklardan faydalanarak" sahnede gerçekleştirmiş. bu bir ayıp mı, elbette ki hayır.

    gösterinin hedef kitlesi de cem yılmaz gösterilerinden farklı görünüyor. bu noktada amaçları da farklılaşıyor. engin bey'in hedef kitlesi "mallığımı farketmeye hazırım" diyen bir kitle sayılabilir. haliyle yaş grubu da (özellikle gösterinin ikinci yarısı için) biraz yüksek. cem yılmaz gösterileri ise salt bir güldürü makinesi. robocopuyla, süpermeniyle... kısacası, "güldürü"den anlamamız gerekenin "kahkaha tufanının gücü" olmaması gerektiğini gayet net ortaya çıkıyor.

    cem yılmaz gösterileri kendi yaşamının dışından esprilerle güzelleniyor. engin bey ise başına gelenleri anlatma derdinde. böyle olduğunda engin bey'in malzeme sıkıntısı daha fazla. fakat gösteriden aldığınız samimiyet de bir o kadar artıyor. bir arkadaş sohbetine dönüyor.

    şüphesiz herkesin, içi mallık dolu hikayeleri vardır. ankaralı bir izleyicinin yazdığı söylenen "bense bir malı izlemeye para veriyorum" temalı cümle bunu anlatıyor. ama pek az malın engin bey gibi mimikleri, el kol hareketleri ve şivesi vardır. aynı avantajın meyveleri cem yılmaz da yıllardır topluyor.

    hikayelerinin içerik gücü kimimize az gelebilir. bu yine tartının diğer kefesine cem yılmazın koyulmasından, hatta komedi denen şeyin atasının cem yılmaz sayılmaya başlanmasından kaynaklanıyor. insan garip bir makine, içinde onbinlerce algoritma eşgüdümlü çalışıyor. engin bey şarap bardağının hacminin büyük bir su bardağına eş değer olduğunu öğrendiğinde pek şaşırmış. ben ise bu gerçekle karşılaştığımda şaşırmamıştım. ama engin bey'in o şaşırma anında ne hissettiğini gayet iyi anlayabiliyorum. bu hem kendi şaşırma deneyimlerimden, hem de engin bey'in bunu anlatabilme yeteneğinden ileri geliyor. ve böylece gösterişsiz bir içerik bir anda gülünesi, kahkaha atılası bir malzeme haline geliyor.

    kendisine uzun ömürler, kuracağı tiyatroda da başarılar diliyorum. ve sıradaki parçayı onun için istiyorum...
  • yaklaşık iki saat boyunca kafanızdaki bütün düşüncelerden kurtulup, yalnızca eğlenmenizi sağlayan engin günaydın gösterisi. anlattığı hikayeler gerçekten eğlenceli ve güldürücü. anlık yaptığı espriler de aynı güzellikte.
    engin günaydın anlatıyor, siz gülüyorsunuz; siz gülünce o da gülüyor. anlattıklarının beğenilmesi onu da mutlu ediyor. bu yüzden oldukça samimi bir gösteri olduğunu düşünüyorum.
  • cok ama cok eglenceli tek kisilik oyun. alisilagelmis stand-up'lara cok benzemiyor. insanin hic bitmesini istemedigi, bittiginde de "ulan keske engin benim arkadasim olsaymis ne eglenirmisiz be" diye dusundugu, icten, sevimli, samimi, yakisikli oyun. bir ara tekrar gidecegim seyretmeye. bu arada doluca sponsor oldugundan sarap da beles.
hesabın var mı? giriş yap