• sabah uyanıp dünyanın en pahalı otomobili olan arabama bindiğim şehir. yanlış anlaşılmasın, arabam dünyanın en pahalı arabası değil ama diğer ülkelerdeki birebir yıl ve modeldeki araçlar arasında bir rekortmen. misal benim arabanın yenisi londra'da 72 bin lira* daha ucuz. fakat işte londra gibi bir avrupa mezbeleliğinde yaşamayıp, istanbul gibi bir markada yaşamanın bazı küçük bedelleri oluyor.

    şehitler tepesinden geçip günün ilk toplantısına gittim, arabayı ara sokaklarda bir park yerine yanaştırdım. bir belediye çalışanı gelip 1 saati 7*, iki saati 9* lira dedi. 9 liramı verip arabamı sokağa bıraktım. mesela berlin'de, şehir merkezi hariç her park yeri bedava olsa da, merkezde saati 1 euro'ymuş. e tabi berlin gibi bitmiş, yaşlı nüfuslu bir şehirde yaşamaktansa, istanbul gibi dinamik ve kozmopolit bir metropolde yaşamanın bazı küçük bedelleri oluyor, bence oldukça normal.

    günün ikinci toplantısı için şehitler köprüsü'nden karşıya geçtim, %48 zam gelmiş, 7* lira verdim. bunu da başka şehirlerle karşılaştırmak isterdim fakat dünyanın diğer büyük kentlerinde şehirleri birbirine bağlayan köprüler genellikle bedava. zaten o köprülerin çoğu eski püskü şeyler. istanbul gibi ulaşım projeleriyle öne çıkan bir kentte yaşamanın küçük bedelleri oluyor, e olması da normal.

    karşıdan dönerken benzin almam gerekti. benim depo istanbul'da 280*'e, new york'da 130 liraya doluyor. e bu da normal, sonuçta biri dünyanın en önemli şehirlerinden, en büyük havayolu hublarından biriyken, diğer alalade bir dejenerasyon yuvası.

    dönerken telefonum çaldı, eşim aradı, bu arada telefon diyip geçmiyim o da dünyanın en pahalı telefonu, mesela montreal'de benim verdiğim paraya aynı telefondan iki tane veriyorlar. eşim yüksek bir ses duyduğunu, panikle 2.5 yaşındaki oğlumuzu eve getirdiğini, iyi olup olmadığımı sordu. son olaylardan sonra gaipten sesler duyar oldu bu kız, istanbul'un keyfini pek çıkaramıyor. bu cennet şehirde yaşamanın küçük psikolojik bedelleri de oluyor ki aslen oldukça normal.

    iyiyim, şu an çok akıllı bir gazetecimizin "adı şehitler rıhtımı" olsun dediği klübün önünden geçiyorum dedim, rahatladı.

    sonuçta diyeceğim o ki burası çok güzel, çok marka, çok önü açık bir şehir. sosyal medyada bu yukarıda saydığım batının yozlaşmış kentlerine taşınanları gördükçe şaşırıyorum.

    bu satırları 50 megabit parası ödeyip, 11 megabit kullanabildiğim internetimle yazıyorum. zaten azı karar fazlası zarar, öptüm ponponlar.

    db edit: sürekli amsterdam'da otopark pahalı mesajı geliyor, kafanız hep böyle rahat hep böyle güzel olsun dostlar.

    (bkz: minik eymen'e yardım ediyoruz kampanyası)

    güncel edit: değişimi görmek adına, *altında bazı rakamları güncelledim.
  • 2000'lerin başında artık doğal sınırlarına ulaşmış, dünyanın en güzel metropollerinden biriyken, 2010'larda esenyurt, arnavutköy gibi ilçelerdeki hızlı nüfus artışıyla iyice mexico city karamsarlığına bürünen, 2014'ten sonraki kontrolsüz göçle birlikte hepten mumbai'e dönen, sığınmacı krizi masaya yatırılmayıp, nüfusunu azaltmaya, bağırsaklarını temizlemeye yönelik bir politika izlenmezse de bu gidişle karaçi'den, lahor'dan bile beter hale gelecek olan şehir. zaman daralıyor...
  • konuyu çok dağıtacağım baştan söyleyeyim, sonu başı belirsiz bir yazı olabilir. "memleket yangın yeriyken" benim dertlerim böyle artık. zaten konuyu hangi başlıkta yazacağıma bir türlü karar veremedim, küçükyalı sahili, maltepe sahili, kadıköy kartal sahili derken düşündüm ki bu varoşlaşma bütün istanbul'un ortak sorunu. hatta ülkenin tüm sorunlarının bir aynası.

    dün akşam oturduğum semtte, küçükyalı'nın sahilinde, ailem ve arkadaşlarım ile yürüyüşe çıktık. oğlum yorulunca bel-tur'un* yanındaki parkta salıncağa binmek istedi. parkta yarım saat kadar geçirdik ve tekrar emin oldum:

    bizim millet insanlıktan nasibini almamış mal dolu. kimse kusura bakmasın, parkın dibine kadar girip mangal yapan, çocukları zift gibi duman altı bırakan insanlara başka bir tanımlama bulamıyorum.

    bakın güzel kardeşim, sahil yolu mesire yeri değildir. istanbul'un bütün sahilleri duman altında. bin kişinin olduğu sahilde on kişinin gerzekliğini kimse çekemez, çekmemeli. sahil yoluna çift şerit araba park edip işgal edemezsiniz. insanların ortak kullanımına açık sosyal bir alanı duman altı yapıp nefes alınmaz hale getiremezsiniz. her tarafı kuyruk yağı kokusu bastıramazsınız, çöplerinizi etrafa saçamazsınız.

    yahu daha bunu düşünemeyen insanlara, burada sözlükte, ya da başka ortamlarda, işte, evde, sokakta, hala sabırla ülkedeki soygunu, vurgunu, talanı, katliamı, adaletsizliği falan anlatmaya çalışıyoruz bir de saf gibi. bugün 3 yıl oldu bak, 14 yaşında bir çocuğun sokak ortasında vurularak öldürülmesinin yanlış olduğunu anlatamıyoruz. kime ne konuşuyorsun?

    yahu onu da geçtim, aramızda ciddi ciddi evrim, evrimsel biyoloji, büyük patlama, evrenin genişlemesi, karanlık enerji, falan anlatmaya, yozlaşmış bu kitleyi ispatlanmış gerçeklerle ikna etmeye çalışan güzel ama çaresiz insanlar var, en çok onlara üzülüyorum.

    yüzlerce yıl önce, pusulayı, matbaayı, teleskobu, motoru bulan insanlar geçmiş bu dünyadan. 40 yıl önce, uzayda sonsuz yolculuğa çıkacak mekiğe, dünya dışı akıllı yaşamla iletişim kurulma ihtimaline karşılık dünyadaki seslerden örnekler içeren bir plak yerleştirmeyi düşünen, hayal eden insanlar geçmiş. 2014 yılında bir gök taşına insin diye akıl almaz hesaplar yapıp 2004 yılında uzaya roket gönderen insanlar geçmiş.

    biz burada oturmuşuz, insanların ortak kullanımına açık olan bir yerde, mesire değil mesken bölgesinde, herkesin dibinde mangal yapanları, ya da mesela gecenin köründe küçükyalı tüneline arabalarla doluşup kornalara basıp havaya ateş edip asker uğurlayanları, otoban durdurup evlenme teklif edenleri, gece üçte bina yıkıp inşaat yapanları, hafriyat kamyonlarıyla sokak ortasında insan öldürenleri konuşuyoruz.

    "çocuklara tecavüz etmeyin, kadınları dövmeyin, hayvanlara eziyet etmeyin". lan bunlara asgari insaniyeti anlatamıyoruz daha. anlamak istemiyorlar. işlerine gelmiyor. zerre düşünmüyorlar. nasıl bir çaresizliğe bulaştık böyle, düşündükçe aklım almıyor artık.
  • yirmi milyon insanın, eser miktarda altyapı ile konserve ile edildiği bir kutu. şiirler falan yazılmış adına. çıkın safir'in tepesinden bi bakın şiirlerin şehrine. şu an baya bildiğin ......rak gibi görünüyo. sadece kırmızı kırmızı çatılar, asimetrik, "asimetri içinde kendine özgü bir düzen"i de yok. tamamen raslantısal, tamamen kaotik. kayda değer, bakması keyifli landmark'ları yok. yeşil alan kalmamış...

    olağan bir günde evinize gitmeniz ortalama 1 saat 15 dakika sürüyor (dünyada işten eve evden işe giderken en çok vakit harcayan 3. ülke olduğumuza dair bir haberi linkte bulabilirsiniz: http://finanshaber.mynet.com/…unyada-ucuncuyuz/7694). her gün köprü trafiği, her gün tem trafiği, her gün d-100 trafiği. her gün, şehrin her yönüne, her saatte trafik var. bi sene su yetmiyor, bir sene elektrik ama her sene yol yetmiyor, köprüler yetmiyor, sağlık hizmetleri yetmiyor, ambulans sayısı yetmiyor, bu sene gaz yetmeyebilir diye söylentiler var... şehrin landmark'ları da aynı üsluptan nasibini almış. yeni telekom arena'ya ne girilebiliyor, ne çıkılabiliyor. tam istanbul'a layık bir stad. büyük, görkemli ama alt yapısı, ulaşım imkanları ve utility'leri yetersiz (utility yerine daha iyi bi türkçe kelime bilen söylesin editliim.). bi sefer gittim "yeni" arena'ya, bon jovi konseri için. ve gördüm ki çıkış tam bir facia. felaket filmlerindeki "katastrofiden koşarak kaçmaya çalışan insanlar" manzarası tam. metro girişi direk kitleniyor, otoparkın hem yaya girişi, hem araç çıkışı kitleniyor. hatta tem'le hiç ilgisi olmaması gerekirken, tem'i bile kitliyor arena'daki bir hareketlilik. çünkü uyanık taksiciler, insanların hem metro'da hem otopark'ta kitlendiğini, bu sebeple yürüyerek, çitleri falan atlayarak tem'e çıktıklarını keşfetmişler. tem'in kenarında durup yolcu bekliyorlar. her maç/konser sonrası, tem'in kenarında onlarca taksi, yolcu bekliyor. e tem de kitleniyor hali ile. dünyada böyle başka bir stad yok. sizin de mutlaka "dünya görmüş" bi akrabanız, dünya üzerindeki diğer tüm stadların nasıl 10 dakikada sorunsuzca boşaldığını anlatmıştır. tekrar diyorum. dünyada örneği yok. seyirci kapasitesi açısından bu kadar büyük olup da giriş çıkışları bu kadar kötü dizayn edilmiş bir stad, dünyada yok! dünyada... yok!

    boğaz'ın silüeti bozulmuş. sinüs eğrisi gibi acubik uzaktan bakınca... üzerinde toplu konut yapılmayan son 3500m2 arazi de tahmin ediyorum 15-20 dakika içinde büyük müteahhitlerin birine satılır. havuz-güvenlik-otopark, havuz-güvenlik-otopark, havuz-güvenlik-otopark diye diye 20 milyon insan balık istifi dolduk üst üste. hiçbir yerel yönetim layığı ile çalışmıyor. bu yetersizlik deryası içinde çabalayıp, devinip duruyoruz. bu çabalama, bu devinim, daha sinirli insanlar yapıyo bizi, o sinirle, o an karşımızda kim varsa ondan çıkarmaya çalışıyoruz hıncımızı. bu önümüze kırıp yol kesmeye çalışan diğer otomobil oluyo bazen, ya da kasada onlarca insanla aynı anda sıra beklerken sıra kesip önümüze geçmeye çalışan biri oluyor, ya da yağmurlu bi havda yanımızdan hızla geçip yerdeki 20 santimetre derinliğindeki devasa su birikintisindeki tüm suyu üzerimize sıçratan otomobilin sürücüsü oluyor. küfür ediyoruz, beddua okuyoruz. ama düşününce, şunu farketmek mümkün: o kadar arabanın ...t kadar yola sıkışmamasını sağlamakla mükellef bi mekanizma var, o mekanizma çalışsa, hepimiz sinirlenmeden sakin sakin evimize gidicez kısa sürede, o adam da önümüze kırmayacak yolu almak için. o devlet dairesinde basit bi işlem/imza için 2 saat sıra beklemiyor olmamızı sağlamakla mükellef de bir mekanizma var. o mekanizma çalışsa, tıkır tıkır işlicek her şey, 3 dakikada bitçek işler. o zaman araya biri girmeye kalkmicak. neden kalksın ki, 3 dakikada işi bitecek olsa, kimse yüzünü kızartmaz. ayrıca acil bi işi varsa, yine sıra kesmeye kalkarsa, bekleyen kişi, yani biz, daha toleranslı olabilcez, "3 yerine 4 olsun, adama hayt huyt ettiğine değmez 1 dakika için" dicez. ama bunu diyebilmemiz için, devamlı bir harala gürele içinde, devamlı bir şeyleriyo bekliyor, devamlı vaktimiz saçççma sapan şeyleri bekleyerek, trafikte kitlenerek geçirmiyor olmamız lazım. o yolun kenarındaki suyun orda birikmesini engellemekle de mükellef bi mekanizma var. hem de kaç kişi var o suyun orda olmasının engellenmesi arkasında, proje müellifleri, yerel yönetimin kontrolleri, müdürleri, müteahhitin işçisi, formeni, proje sorumlusu... onlarca insanın umursamazlığı ve/veya art niyeti var o suyun orda birikiyor olmasında. ama biz, istanbullular, üzerimize su sıçratan arabaya küfür ediyoruz. belki de, kafamız bu şekilde çalıştığı için, başımıza gelen her şeyi hak ediyoruzdur aslında. bilmiyorum.

    sorun ne üzerimize su sıçratanda, ne yol kesende, ne sıra kesende. sorun, nüfus ve bu nüfus için her anlamda fazlası ile yetersiz altyapı ve tüm bu yetersizliklere fit olmak. sorun biziz.

    istanbullu'lar ankaralılar'la dalga geçiyor, neymiş, ankara'nın en güzel yönü, istanbul'a dönmesiymiş. hahahahahaha. bunu yapmayın artık ya. duyan da istanbul'a dönülebildiğini sanacak. 3 saatte gişelere geliyorsunuz, sonraki 3 saat istanbul'un içinde, yoğun trafikte yol katediyosunuz. yavaaaaş yavaş. ipek kervanı gibi. develer üstünde daha yavaş yol alınmıyordu bundan yüzlerce yıl önce, içiniz rahat olsun. asya'yı avrupa'ya bağlıyormuş da, jeopolitik önemi varmış da aman da aman. afilli lafları bi kenara bırak, bağlıyor da kaç saatte bağlıyor, onu söyle bana? hayatı boyunca türkiye'den 1 kez geçecek ve karayolunu kullanacak bir turist, şu an, boğaziçi köprüsünü kullanamıyor, fatih sultan mehmet köprüsü'nden de minimum 50liralık bir kgs kartı alarak geçebiliyor. 2,75lirasını harcıyor geçişte. kalan 47,85lirayı ömür boyu, ne olduğu hakkında pek bi fikri dahi olmadığı o kartın içinde saklıyor. farkında bile değildir o kartın içinde nakti olduğunun. tarzanca bi ingilizce ile yönlendirirler abiyi para yatırılabilen kgs gişelerinden birine, gişedeki abi "fifty! fifty lira" der bağıra bağıra. bağırınca anlar çünkü turist. garibim verir 50 lira, direktifleri takip eder, kartı okutur cihaza, geçer gider, ne yaptığı hakkında bi fikri olmadan. tam istanbul'a göre diil mi? : ) ankara'da arkadaşlarım var. gidip kalıyorum bazen haftasonları. otomobilimle gidiyorum ekseriyetle. bi sefer de trenle gidiim, yorulmiim dedim. dönüşte, haydarpaşa'da indim. ve anladım ki yolculuğum asıl şimdi başlıyor. elimde olabilecek en küçük bavul. yine de sefil oldum motorda, otobüste. bitmek bilmedi. başka bir zaman tekrar gittim ankara'ya, trenle yine. dönüşte haydarpaşa'da indim. "hala yakınken ankara'ya mı dönsem?" dediğimi hatırlıyorum kendime. haydarpaşa'dayım ve pratik olarak ankara'ya dönmek, istanbul'daki evime gitmekten daha kolay. metafor değil bu, şaka değil, abartı değil. olanca düzlüğü ile pratik gerçeklik bu. en güzel tarafı istanbul dönüşüymüş. yapmayın. çok komik, hatta komik de değil, patetik, güncelliğini ve gerçekliğini yitirmiş saçma sapan bi kalıp bu artık. gerçi gerçekliğini yitirmemişken de sevmezdim bu lafı. alıntısal romantizm çok eğreti duruyor insanların üzerinde. yapmayın, kendi cümlelerinizle konuşuverin be? neyse... bööleyken böle işte.

    seneye biraz yağmur yağmasın, yine başlar kuraklık, bütün gün haberlerde barajların doluluk oranını dinleriz. sonra bişi olur, ne olduğu önemli değil, küçücük bişi, ve şehir "felç olur". bayılıyo haberciler bu lafa. bekliyorlar bişi iyice aksasın ki, "şehir felç oldu" ya da "şehir yine bir şeye yenik düştü" diyebilsinler. şehir zaten yenik düşmeye yer arıyor. biraz yağmur, şehir yağmura yenik düştü. 2 saat kar mı? üff, felç olmak için bundan iyi gerekçe mi olur, hemen felç.

    pierre loti tepesine çıkın, haliç ne kadar berbat görünüyor, kendi gözünüzle görün. şehrin elektrokardiyografi gibi keskin inip kesin çıkan silüetine bir de ordan bakın, daha yakınlara bakın sonra, haliç'in çevresindeki tiksinç yapılaşmaya bir göz atın.

    dikkat ettiniz mi yemeksepeti.com'da adresinizi yazdıktan sonra doldurmanız gereken bir de "yol tarifi" kısmı var. kaç istanbullu, o kısmı boş bırakınca kurye evini bulabiliyor? hiçbir düzeni yok caddelerin, sokakların. adresler karman çurman. benziciyi görünce sola dön, orda kapitol var, kapitolü geç, 3 tane yol çıkçak... bu ne ya? gps kullanıyorum, çoğu zaman bi adresi girince 12 tane alternatif çıkarıyo alet, biri istinye'de, diğeri beylikdüzü'nde. sola dönüş olmayan yerde sola dönüş gösteriyo. çünkü onun haritasında sola dönüş var, ama geçen hafta ordaki sola dönüş iptal edilmiş. kaç kez ters yöne soktu beni gps. bi sefer inip karşıdaki adama gps'i gösterdim artık. "abi haklısın ama ........nı .......ler yolların, burda burası çift yön görünüyo. en fazla 2 ayda bir güncelliyorum bu aleti, özür dilerim ama sırf bende diil kabahat." dedim. demek de değil, isyan ettim bi nevi. adama diil tabi : ) insan evladı çıktı da yol verdi adam. oyuncak olmuş yollar, bi yol bigün gidiş geliş, ertesi gün tek yön, iki ay sonra çıkmaz sokak. bi sokağa bugün giriş var, sonraki sene de giriş var, sonraki sene giriş kaldırılmış. google maps, değişen yolları sistemine girip haritalarını güncellemek için en çok masrafı istanbul'da yapıyorsa şaşırmam. sokak cadde isimlerini değiştirme modası vardı bi de bi ara. ne saçmalıklar gördü bu şehir...

    bi de avm çılgınlığı var. o da garip bişi ama ses çıkarmıyorum. çocuklu aileler oraya gidiyo da bari diğer yerlerdeki yoğunlukları biraz azalıyor. ama yine de sağlıksız bi avm'leşme var. avm'lerin alt yapıları iyi ama. bakıyorum, çoğunun girişi, çıkışı, tuvaletleri, elektriği ve sairesi iyi düşünülmüş. cumhuriyet tarihindeki sayılı büyük rezaletlerden biri olan 14 ocak 2012 marmara elektrik kesintisinde avm'lerin %90'ında elektrik vardı. adam, içinde 500 mağaza, her mağazada onlarca spot, aplik, klima, genel aydınlatma, otopark otomasyon sistemi, tesisin soğutma üniteleri, klima santrali, havalandırma, food court'taki restoranların pişirme/kaynatma cihazları ve aklıma gelmeyen yüzlerce elektrik tüketici cihazı hesaplamış, bunların hepsini kaldıracak bir jeneratör koymuş bir yerlere. metro, metrobüs felç ama. : ) tam istanbul'a göre. neydi bi laf vardı, altı bişey, üstü şişane.

    bi de metrobüs fecaatı var. tarihteki sayılı maskaralıklardan biri o da. dünya üzerinde eşi olduğunu sanmıyorum. sanmıyorum dediğime bakmayın. lafın gelişi dedim. eşi yok tabi ki. hemen belgelendireyim argümanımı: eğer eşi olan bir yöntem olsa idi bu, o eşinde kullanılan araçları bulur alırdık, konu kapanırdı. ama eşi olmadığı için, eşinde kullanılan araç da yok. dünya üzerinde bu amaçla üretilmiş bir araç olmadığı için, gittiler hollandalı bir üreticiden, "bu işe uygun olacağını düşündükleri" bir araçlar aldılar. hatırlarsınız, sonradan aldıkları araçların, hollanda'da eğimsiz hatlarda turistik geziler için kullanılan otobüsler olduğu ortaya çıktı. bizdeki "all day hop on hop off" otobüslerinin kullanım amacı ile kullanılmak üzere üretilmiş araçlarmış yani aldıkları. üstelik bizim öngördüğümüz görev tanımına uygun da değillermiş. test, mühendislik, araştırma vs. yapılmadığı için uygun olmadıkları denenene kadar anlaşılamadı. kullanmaya başlayınca anlaşıldı ki, olacak gibi değil. aletler, hizmet etmesi beklenilen amaca "iyi kötü" bile hizmet edebilecek durumda değiller. şanzıman manzıman bi hikayeler anlattılar. sanki sorunun şanzımanda olması bir marifetmiş gibi. bana ne sorun şanzımanda mı motorda mı? sorun şanzımanda olunca "haaa, o zaman yanlış araç almakta haklılar." mı diyeceğim sanılıyor acaba? böyle trilyonluk işlerde bu tür azami kritikleki detayların atlanmış olması mı savunma argümanı? her ne sebepleyse artık, yanlış alınan araçlar ya bi yerlerde duruyor, ya iade ettiler, ya bi o kadar daha trilyon verip şanzımanlarını değiştirttiler, bilmiyorum, takip etmedim, umrumda da değil. benim tek bildiğim, metrobüs kartını bastığınız anda girdiğiniz territory, bir medeniyet alanı değil. binecekler, william wallace'tan direktif bekleyen iskoç ordusu gibi, yüzlerinde mavi beyaz savaş boyaları eksik bir tek. gergin bir bekleyiş. "hooooooold! hooooooooooooold! hoooooooooooooooooooooooooooold!" bir duruyor alet, kapılar bir açılıyor, gerisi kan ve kemik, et ve kum. bi sefer kullandım hayatımda, tek bi sefer. yetti de arttı. binmeye çalışanlar zincirlikuyu'da çullandılar kapıya, daha inecekler inmeden. binemediler tabi. inecekler karşı direnç gösterdi. çullanan kalabalık ineceklerin karşı direnci yüzünden geri gitmek zorunda kaldı. minyon bi kız, kaldırımdan aşağı bi adım atmıştı, ayağının arkasında, tam topuğunda kaldırım olduğu için geri adım atamadı, kalabalığın geri gelmesi ile birlikte düştü popo üstü oturdu kaldırıma, önündeki de kucağına düştü... istanbullu'nun insanlığı zaten tedirgin edici bi noktadaydı benim için uzun zamandır. metrobüs alanında büründükleri halet-i ruhiyeyi gördükten sonra iyice korkmaya başladım. orman kanunları resmen. güçlü olan güçsüz olanı eziyor. fiziksel güç konuşuyor. omuz ata ata ilerliyor güçlü ve iri olan. nezaketin, kibarlığın, medeniyetin, şehirliliğin esamesi kalmamış. ve herkes, "köprü trafiğine kalmıyorum" diye diye gidip geliyor her gün işine, orda karınca gibi ezilmeye koyulduğunun farkında ya da değil. "havuz-günvelik-otopark" kafasının bir alt ekonomik sınıf versiyonu. ama aynı yaklaşım. "küçük bir konfor için kişisel haklarından ödün verebilecek kadar uzlaşmacı olma" kafasıu. bi şekilde herkes kaderine razı. şimdiye kadar yer altında 15 kat metro olmalıydı. diğer ülkele metropollerindeki raylı sistemlerin nüfus ve yüzölçümüne oranına bakarsanız, 15 kat minimum rakam hatta. oysa elimizde 2 tane metro var, taksim-levent ve yenibosna-havaalanı. şaka gibi.

    istanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
    kafam şişti.
    içim şişti.
  • bu şehir aklı başında bir ülkenin elinde olsaydı ve bu denli ihanete uğramasaydı şu an belki de dünyanın en güzel şehri olmaya aday olabilirdi. bizim o görünce dibimizin düştüğü avrupa şehirleri gibi tüm dünyanın dibi düşerdi buraya, herkes istanbul'da yaşamanın, burayı ölmeden önce en az 1 kere görmenin hayalini kurardı, tıpkı bizim şimdi avrupa şehirlerine gösterdiğimiz ilgi gibi. roma, venedik, madrid ayarında olabilecek, hatta hepsinden daha güzel olabilecek bu şehir, bu kadar vizyonsuzluk ve ihanetle, kendi insanının bile yaşamaktan bıktığı, ortadoğulu mültecilerin kaçmak için ilk durak olarak gördüğü, çöl bedevilerinin talan ettiği boktan bir şehir haline geldi gele gele. potansiyelini görmesem, bilmesem gerçekten umurumda olmayacak ama bu denli tarihi, geçmişi, kültürü, ruhu olan bir şehir bu hale gelince insan içten içe üzülmeden edemiyor.
  • avrupa'nın mumbai'si, delhi'si, dakka'sı…

    rezidans yanında tekstil atölyesi, plaza yanında halı yıkamacı. her şey iç içe, her şey kaos. kilim desenli apartmanlar, nefes alınamayacak sokaklar, limitsiz trafik.

    kontrolsüzlük muazzam boyutta.
  • istanbul: her gün biraz daha fazla uzaklaşmayı düşündüğüm şehir..

    birkaç saat önce mecidiyeköy trafiğinde hareket halindeyken aracın önüne aniden küçük bir kız çıktı. sanki biri tutup kolundan fırlatmışcasına, birdenbire ön camda göz göze geldik. frene nasıl yüklendiğimi anlatamam, kıza çarpmaktan milimetrik bir mesafe aralığı ile kurtuldum. alelacele araçtan indim kız kaldırıma çıkmaya çalışırken bir omuzundan usulca yakaladım. (ona bir şey olmadığını bildiğim halde ilgisiz kalamadım işte. ne bileyim belki de o an için küçük bir çocuğun korkusuna ortak olmalıyım diye düşündüm. yaşadığı paniği hafifletmek için belki de bilemiyorum. şimdi düşünüyorum da keşke hiç inmeden yoluma gitseymişim.)

    omuzundan yakaladığım küçük kızın ellerine baktığımda her ikisi de boştu. bu şehirde genellikle küçük çocukların eline "kağıt mendil, sakız, su vs." tutuşturulup trafiğin karnına salınmalarına hayli aşınayız. o nedenle yanında herhangi bir şey olmaması beni biraz şaşırttı. ona doğru eğilerek "özür dilerim, iyi misin, bir yerin acıyor mu? diye art arda birkaç soru sordum. ancak kendisi beni hiçbir şekilde duymuyor gibiydi. sözlerime tamamen tepkisiz kaldığı için ilk bir-iki dakika işitme engelli olabileceğini düşündüm ve bu duruma canım daha da fazla sıkıldı. bu arada ben onunla iletişim kurmak için çırpınıyorken aniden tepemde kara kuru üç beş adam gölge gibi beliriverdi. etrafa bakındığım sıra küçük kız kaşla göz arasında birden ortadan kayboldu. adamlar sağımı-solumu duvar gibi çevreleyince birden duraksadım. (içimden "hayırdır!" diyorum ama sadece içimden diyebiliyorum)aralarında bulunan bir tanesi grubun sözcüsü gibi davranırken diğerleri; çadır bezinden hallice suratları ile hiç konuşmadan pis pis sırıtıp öylece durdular. konuşan boy fukarası güdük yarım yamalak türkçesi ile "beyan pera ver, hesteneye gedelim" cümlesini iki üç defa peşpeşe kurunca; o an için aksak çalışan şaşkın kafam, birdenbire gelen pası alarak ağlarla birleştirdi. tamamdır! dedim yine kendi kendime. aralarından nasıl sıyrıldım, arabaya nasıl bindim hiçbir fikrim yok. birkaç dakika içinde yeniköy'deydim, artık nasıl topuklamışsam.

    istanbul için eski türk filmlerinde çok sık kullanılan son derece klişe bir söz vardır: "taşı toprağı altın şehir" bilirsiniz, bu sözün günümüz için karşılığı ise tam olarak: "her taşın altından mülteci fışkıran şehir" olarak güncellenmiştir.
  • "baktım: konuşurken daha bir kerre güzeldin
    istanbul'u duydum daha bir kerre sesinde."

    (bkz: yahya kemal)
    (bkz: bir tepeden)

    edit: imla
  • sosyal zeka yeteneği kısıtlı yüzbinlerce davarın yaşadığı şehir. nefret ediyorum bu şehirden. şehirleşmenin kötü bir örneği. köylülüğü üzerinden atamamış, şehirleşememiz yığınla insan, metropolde sığır gibi yaşam sürüyor.

    debe editi: kaldırımın ortasına araba park eden ve durakta sigara içenlere ağız dolusu küfür.
  • kendimi bildim bileli bu sehirdeyim, ilkokulda bile hergun kita degistirdim.

    ama son 1 senedir bu sehirde cozemedigim bir yarraklik var.

    suri ve afgan kalabaligi desen zaten 10 senedir geliyorlar, koyden goc desen 50 senedir devam ediyor.
    beyaz yaka desen tam tersi cogu remote calisiyor ve cogu sehri terk etti.

    yani ilginc bir gelisme de olmadi ama sokakta park edecek yer yok.
    trenler full otobusler full, e5 full.
    vapurda bile ayakta gidecegiz neredeyse.

    oto yikamacida yer yok(500tl), otoparkta yer yok (ayligi 2000 tl amk).

    benzin alirken bile sira bekliyorum, benzin alamayip ciktigim oldu.
    doktor kalabalik, donerci kalabalik.

    bilmedigim bir sekilde goc mu geliyor, herkes zenginlesti mi anlamadim.
    yoksa pandemiden daralip delirdiler mi cozemiyorum.
    saat/gun/bolge fark etmiyor.
    gece cikiyorum yine ayni.

    arabayla kactigim kimsenin siklemedigi kuzey noktalari vardi, trafikten oralara bile gidemiyorum.
hesabın var mı? giriş yap