7 entry daha
  • sübyanlık zamanlarımda apartmanın bahçesinde oynarken yeşil, ince, içi boş otları kopartır, ağzımda bir sağa bir sola atar, dişlerimin arasında çiğnerdim. o otların garip, acımtrak bir suyu olur; tadı hala damağımdadır. yine bir gün elimi otun boynuna dolamış, gövdesini kökünden ayırmak üzereyken aklıma otların da canlı oldukları geldi. bir yerlerini kopartınca kan akmıyordu, ağlayıp çığlık atmıyorlardı, sadece rüzgarla salınıyorlardı - ama canlıydılar.

    ilkokul yıllarında herhalde, bizi hasta eden mikropların da canlı olduklarını öğrendim. kullandığımız ilaçlar onların çoğalmalarını önlüyormuş, sonra akyuvar denen hücrelerimiz mikropları yutup yok ediyorlarmış. doğrusu mikroplardan güçlü oldugumu, vucudumun onlarla savaştığını duyduğuma sevinmiştim.

    tahmin ediyorum aynı zamanlarda, bir kurban bayramı vesilesiyle, akşam yemeklerinde pür neşe gövdeye indirdiğimiz bifteklerin, pirzolaların, antrikotların da hep öyle et olmadıklarını, onların da bir zamanlar canlı bir ineğin, koçun, kuzunun biricik kolu, bacağı, sırtı olduklarını farkettim. ben de dahil çoğu kimse kurban edilen hayvanların boğazları kesilince yırtılan atardamarlarından fışkıran kana bakamıyor, kesik soluk borusunun hırıltısına tahammül edemiyordu ama ne zaman ki koyunlar derileri yüzülüp koyun olmaktan çıkıyorlar o zaman mahallede bir et trafiği başlıyor, buzluklar misafirlere ikram edilmek üzre parçalanmış kollarla, bacaklarla, iç organlarla dolduruluyordu.

    kendi ellerimle öldürdüğüm ilk hayvan zannediyorum bir kertenkeledir. oyun oynadığımız parkın yanındaki duvarın taşlarının arasından çıkmış, ılık bahar güneşinin altında bedenini ısıtmakla meşguldü herhalde; korkutmak için fırlattığım taş karnına denk geldi, ezilen organları duvara yapıştı, dili, artık duvarın üzerinde durmakta olan akciğerlerine nefes yetiştirmeye çalışır gibi dışarı sarktı, gövdesinden geriye kalanlar ile arka ayakları istemsiz kasılmaya başladı. taşı sadece korkutmak için mi attım yoksa öldürmek de istemiş miydim kestiremiyorum.

    solucanları karınca yuvasına atıp karıncaların bu hantal yaratıkları, gövdelerinden parçalar kopartarak canlı canlı yemelerini seyrettim. karıncalar solucanın üzerine çıkıyor, geri indiklerinde arkalarında pembe derinin üzerinde parıldayan kırmızı bir leke bırakıyorlardı. yine aynı solucanları balık tutmak için canlı canlı iğneme taktım, midyelerin kabuklarını kırdım, böceklerin, örümceklerin üzerlerine bastım. kimi zaman üzüldüm, kimi zaman umursamadım, ama kimi zaman da gücümün, benim yanımda küçük ve önemsiz görünen bu yaratıkları yokedebilmenin tadını çıkarttım.

    ölen canlılar için bir kaç sebeple üzülüyorum sanırım. en temelde kendi ölümümü düşünüyorum; annemin ne kadar üzüleceğini, kardeşimin benim için ağlayacağını, arkadaşlarımı vesaire. örümceklerin, böceklerin aileleri olmadığı düşüncesi rahatlatıyor. sonra ölmenin değil de ölümü beklemenin ürkütücülüğü geliyor aklıma. ne azap! cenehhem, her dakika öldüğümüz ve sonra bir dakikalığına yine ölmek üzere tekrar dirildiğimiz bir yer olmalı. ama balıkların, kertenkelelerin bizler gibi gelişkin bir ölüm anlayışları yoktur herhalde. bir de acı meselesi var tabi. virüsler, bakteriler, çiçekler, ağaçlar, kelebekler, solucanlar, böcekler, örümcekler, kertenkeleler, kuşlar, kediler, inekler, atlar da bizim gibi acı çekerler mi acaba. acı, beynimiz tarafından algılandığında acı anlamını kazanan bir elektrik sinyali ise, bunu yapıyorsun yapma anlamında bir geribesleme, düşmanlardan kaçmak için bir sebep, zayıflığın ve ölümün habercisi ise tüm yaratıkların da acı çektiğini, acıyı hissettiklerini, acıyı bildiklerini düşünebiliriz. peki ama bakterilerin çoğalmasına konjugasyon, balıklarınkine üreme, atlarınkine çiftleşme diyor ve onların sevişmekten bizim gibi keyif almadıklarına inanıyorken, kollarının bacaklarının kopması, iç organlarının etrafa saçılması ile bizler gibi acı duyduklarını da nereden çıkartıyoruz. yemekten alınan keyfin tadını çıkarmak, seksi uzatıp renklendirmek, işerken çişi tuvaletteki lekelere denk getirmek gibi cinslikleri insani gördüğümüz halde acıyı neredeyse evrensel algılayışımız neden. diğer canlıların biz insanlar gibi acı çekmediklerini iddia etmiyorum, ama hazza, mutluluğa, şehvete toz kondurmayan bizler acıyı neden evrenselleştiriyoruz onu merak ediyorum.
    (bkz: acı)

    bufaloları öldürüp kalın kürklerinden elbise yapmasaydık, bol proteinli inekleri yemeyip fosfor deposu balıkları avlamasaydık, bugün yine burada, herbirimiz yirmi milyon kadar transistörden imal bilgisayarların başında oturmuş, tüm dünyayı dolanan kablolardan ve uzayda salınmakta olan uydulardan kurulu bir ağdan faydalanarak birbirimize saygıdan, sevgiden, hayatın kutsallığından bahsediyor olabilir miydik. ölü hayvanların cesetleri üzerine kurulu varlığımız ve medeniyetimiz ne zaman başladı hayatı kutsal saymaya. ne zaman öldürmek bizler için tahammulü zor bir vicdan azabına dönüştü. ceylan avlayan, geyik kanı içen insandan vejetaryen insana uzanan yolu gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz. insanlık tarihinin hangi aşamasında karıncaları incitmemeyi meziyet saymaya başladık. bebekken alınıp ıssız bir adaya bırakılsak on bin sene önce atalarımız nasıl yaşamışsa yine öyle yaşayacak olan bizler; üç milyar yıldır devam eden acımasız ölüm kalım savaşının son ürünü bizler, neyin yanılsaması içerisinde kendimizi ne sanıyor, neye dayanarak doğaya vahşi, gaddar gibi sıfatlar yükleyebiliyoruz. hayatı verilmiş bir armağan mı sanıyorsunuz ki ölmekten, öldürmekten bunca çekinmektesiniz. bu günlere öldürerek geldik, hatırlamıyor musunuz.

    öldürdüğüm zaman üzüldüğüm, pişman oldugum çok oldu ama öldürmek hiç bir zaman "katil gibi" hissetmeme yol açmadı benim. bedenimi tam olarak anlamadan ondan uzaklaşmak da istemiyorum, kendime sırça köşkler kurup sonra da "yahu insan insanı siker mi hiç" diyenlerin durumuna düşmek de. önce şu beynimize enjekte edilmiş neye hizmet ettiği belirsiz değerlerden kurtulup öldürmenin ne oldugunu öğrenmemiz gerek. gerek ki ondan sonra neden öldürmeyeceğimizi daha sağlıklı bir şekilde düşünebilelim.
58 entry daha
hesabın var mı? giriş yap