• each friend represents a world in us, a world possibly not born until they arrive, and it is only by this meeting that a new world is born /

    her dost içimizdeki bir dünyayı temsil eder, onlar gelene dek doğmayacak bir dünyayı, ve ancak bu buluşmayla doğar yeni bir dünya”

    anais nin
  • dostluk meselesi benim için çetrefilli bir mesele. muhtemelen hepimiz için. her hayati mesele gibi, birçok veçhesi olduğundan ötürü hakkında bir karara varmak güç. karara varmak zorunda mıyız? değiliz. belki de bizi en çok yanıltan kendi kendimize böyle zorunluluklar, karar mekanizmaları icat etmemiz. oysa düşünmenin, incelemenin, tecrübe etmenin sonu yok.

    dostun, görünmezgillerden olduğunu düşünüyorum. zira hop birden bir surette bitiveriyor yanımda, sonra kayboluyor, başka bir surette başka bir zaman yine beliriveriyor.

    şu benim dostumdur diyemiyorum o yüzden. zaten kime şu benim dostumdur desem, dostum olmadığını anlatıyor hâl diliyle. dostum olmadığını derken, dostluğun ona ait olmadığını, "seyyal" ve "seyyar" bir şey olduğunu, bugün onda yarın öbüründe ortaya çıktığını... bunu anlatan, farkında olmadan anlatıyor tabii. öyle ya, hepimizin farkında olmadan anlattığı bir sürü şey var, zamanı gelince anlaşılan... kimsenin dost diye tanımlanmadığı yerde, herkes dosttur öte yandan. kategori yoksa, tek bir kategori hüküm sürer, mantık ve tabiat yasaları gereği...

    dostları ve dostlukları izliyorum. hep bir tanımlar, yargılar, kalıplar silsilesine tutulmuşlar: şöyle yaparsa dostum, böyle ederse dostum değil... kanaatimce, dostluğun durmak ve duymak istemediği kararlar bunlar. "sahiplenme" ve "kendini özel zannetme", dostluklara en çok zararı veren yapmacık ve itici tavırlar... dostlar arasındaki bu sahiplenme dengesizliği, kendini ana-baba-eş-evlattan dahi öte saymaya giden yakışıksız ve nahoş bir hâli beraberinde getiriyor. ki bu saydıklarım mahrem ve organik ilişkiler. genel anlamıyla dostluk ise inorganik, konar-göçer, değişken bir ilişki biçimi.

    iki sevdiğim deyim var konu ile alâkalı: tohumuna para mı saydım? seni bana sayıyla mı verdiler? kişi, bu mizahi lakırdıları ana-baba-eş-evlat dışındaki herkese söyleyebilme hakkına sahiptir. ha bu hakkı kullanmaması ve edebinden susması elbette daha hayırlıdır. bir de "beğenmeyen küçük oğluna almasın" var ki, kanımca müdanasızlığın en latif ifadelerinden biridir.

    ahlaka, edebe, adaba, görgüye ilişkin kurallar bellidir. dahası bunlar sallama, uydurma, akla mantığa ters düsturlar da değildir. neticede, insanoğlu bugün buraya zembille inmedi. binlerce asırlık tarihi de boşa yaşamadı. toplumsal hafıza, kolektif bilinç, kültürel miras, bâtıl olmayan hakiki gelenek... bütün bu olguların, nice tecrübe ve emekle tonlarca hadiseden süzerek, hatalardan ders alarak getirdiği ve kişinin önüne koyduğu "kurallar manzumesi" çok kıymetli bir kaynaktır. bunları göz ardı etmenin sonu ise hüsrandır, örneğini bugün toplumsal planda yaşadığımız gibi...

    kural kelimesi, günümüz liberal insanında öcüden hâllice bir etki yapıyor sanıyorum. hâlbuki hiçbir iş kuralsız olmaz. kural, yasa, ilke, prensip, düstur, yol, yordam, düzen ve en mühimi ölçü, benzer manayı paylaşan hayati kelimelerdir. ömrünü bu kelimelerin getirdiği serin iklimde yaşamayanlar da, ya sıcaktan yanmaya yahut da soğuktan donmaya namzettir.

    zaman zaman hepimiz birbirimize çeşitli sıfatlar yakıştırırız. kanka deriz, panpa deriz, kardeş deriz, abla, ağbi deriz. olduğundan değil, lafın gelişi deriz. hâlihazırda tüm insanlık kabilesi olarak birbirimizle tür kardeşiyiz. üstüne kimileriyle dil, kimileriyle din, kimileriyle toprak kardeşiyiz. esasta bu cihanşümul kardeşliği lâyıkıyla hissedebilmek, yaradan'dan ötürü yaradılanı sevebilmek çetin iştir. hatta belki de en çetin iştir. kardeşlik ve eşitlik gibi kelimelerin dillere pelesenk olması ve içinin büsbütün boşalması, uygulamadaki bu başarısızlıktan kaynaklanır. hele modern zamanlar, bu tür uygulaması zor doğruları "klişe" diye fişlemiş, daha söylendiği anda tükenmesini sağlamıştır. böylece içi bomboş bir sürü kavrama tapınan modern köleler yaratmıştır. konuya dönersek, zordur vesselam âdem'e secde etmek...

    beşer, kusurlu bir mahluktur malum. kusursuz'u tam da bu yüzden arar. kusurludur ve kusurdan hoşlanmaz. etrafındaki kişilerin de kusursuz olmasını ister. bu acayip muammadan şunu anlamalıyız: kişioğlu kusurdan ve kusurludan hoşlanmadığı için kendini de kusursuz addeder, daha doğrusu kusurlu olduğunu kabul etmek ona çok ağır gelir. hâl böyleyken ver elini kendini kandırmalar cumhuriyeti... kendinin kusurlu olduğunu kabul edebilen insan, başkalarının kusurlarına takılmaktan kendini alıkoymaya çalışır, zira aynısından [aynasından] kendinde de mevcut olduğunu bilir. aksi hâlde ise kusura odaklanır ve herkesi kıyasıya eleştirir. böylece o kişiyle değil dostluk, füniküler yolculuğu yapmak bile işkence sayılır. olumsuzlayan, sınıflayan, suçlayan, yargılayan, iten, çeken, zorlayan, zorlaştıran, kendi izafi doğrularına uyulmasını bekleyen, hatasını kabul etmeyip de hatasız dost arayan da sonunda dostsuz kalır.

    ilahi ve içtimai yasalar işbu yüzden vardır. kişilerin ve toplumların hatalarını görebilmesi, kabullenebilmesi ve bunları değiştirmeye gayret etmesini sağlamak, bu konuda ortak hak ve hukukun bir çerçevesini çizebilmek, haysiyet ihlallerini ortadan kaldırmak için...

    şimdiye kadar dost dedik. peki acaba arkadaş, tanış, tanıdık, ahbap, bunları nereye koyacağız ve aralarındaki gerçek farkı nasıl anlayacağız? kanaatime göre, "dost"un görünmezgillerden olduğunu söylemiştim. diğerleri görünengiller. aradaki fark bu. yani "dost" görünmezi [sabiti], kimi kez arkadaş, kimi kez ahbap, kimi kez uzak bir tanıdık suretinde karşımıza çıkar. tevekkeli değil, beklediğimizden değil hiç beklemediğimiz kişilerden destek görmemiz...

    hülasa adına dost, arkadaş, tanıdık, ahbap, ne dersek diyelim her tür ilişki kurala tâbidir. ölçülü bir saygı ve sevgi çerçevesinde gelişen ilişkilerde, lakaytlık, laubalilik, teklifsizlik, haddini aşan söz ve davranışların vuku bulmaması beklenir. elbette kişi, arkadaşıyla mahrem konularda istişare etmek isteyebilir. o hâlde dahi arkadaşın tutması gereken yol çok zarif, çok ince bir yoldur. ancak kötülüğü önleyip, iyiliği emreden, mesafeyi ve seviyeyi koruyan bir yoldur. hatta mümkünse üstüne vazife olmayan özel işlere karışmama yoludur. sağlıklı ilişkiler de bir kıvam ve olgunluk meselesidir ve galiba sırrını ancak yaşayanlar bilir.

    hayatın binlerce, milyonlarca, hatta milyarca tanımı yapılmıştır şimdiye dek. bir tane de benim aklıma geldi şimdi, paylaşayım. hayat, sınırları bilme sanatıdır. hangi sınırları? yaradılış sınırlarını, tabiat sınırlarını, insanlık sınırlarını, toplum sınırlarını, kendilik sınırlarını... her kim bu görünmez sınırların bilgisine vakıf olur ve hepsine hakkını vermeye, gereken özen ve ihtimamı göstermeye çalışır, işte o kişi haddini bilmiş, kendi sınırını öğrenmiş olur. cenab-ı hakk cümlemize nasip etsin.

    hakikatte insanın tek bir dostu vardır, o da onun maliki, hâlıki olandır. çünki hakkında iyiyi ve kötüyü, hayırlıyı ve şerliyi ancak o bilir. diğer bütün dost yakıştırmaları bir yansımadan ibarettir. yeri gelir parlar, yeri gelir söner. dostun hakkının yüceliği muhakkaktır. fakat buradaki "dost", "hak" ve "yücelik" olguları, artık anlaşıldığı üzre beşeriyetin gaflet yüklü ilişkilerinden çok uzaktır.

    dostluktaki temel ölçütü, şu muhteşem hadis her sözden daha güzel anlatır:
    "dostunu ölçülü sev, gün gelir düşmanın olur. düşmanına da ölçülü buğzet, gün gelir dostun olur."

    şiirsel bir bakış da şekspir muhteremden*:
    "hep sev ama az güven."
    (bkz: #9310746)
  • samimiyetsizlik kaldırmayan ilişki türü. bir fincan kahvenin hatrıyla yürümez. tarafların bütün samimiyetiyle birbirinin mutluluğunu, iyiliğini dilemesini gerektirir.
    aşkla da alakası yoktur. bir zamanlar tükürdüğümü yalıyorum burda (dostluk aşk gibidir derdim): dostluk değer açısından aşkla başabaş gider ama benzetilemez, kıyaslanamaz. aşkta rekabet olur, kin olur, tutku olur; dostlukta huzur olur, güven olur.
  • hayat hepimizi yoruyor (ajda pekkan album ismi). ajda bir yana, tasarimi bu bicimde cidden; sen kabul etmek istemedikce ayni dersleri farkli kiliflarda karsina cikartip burnuna surtuyor, "yoo ne munasebet burnuma surtulmuyor!?" dedikce de loop'a aliyor ki bir sure donup kendine gelesin, divaneler gibi dondukce gercege ayasin, en sonunda "tatli telaslar bunlar be gencler" deyip teslim olasin. evet evet, teslim olasin. ha istiyorsan "hayat bana korkma der gibi bakti hakim bey" diye bir takim dramalar cevir sonra, o ayri mesele. yani diyorum ki bir nevi allahim hayat ne zalim, kader ne makus cemberinde donerken seslendigimiz hayat, biziz. dersi almadikca karsimiza ayni dersleri cikartiyor kismi da, degismeye direniyorsak hallolmayan problemler kendini sonsuzda tekrarliyor'a tekabul ediyor (pi uc misali, sonsuzu bir omur suresi olarak aliyorum). zira durum buysa girdigimiz her insan iliskisinde ayni seyleri yaparak farkli sonuc almamiz neredeyse imkansiz, di mi? bence di. geri kalaninda artik nietschze'yi mi aglatirsiniz, tevekkul diyerek donenir misiniz, artik o kadari zevke giriyor.

    neyse, sonucta bu "ogrenilmek bilmeyen" dersler kapsaminda ve sonucunda ortaya cikan durumlarla belirli ve genel basa cikis yontemleri var. misal, sen drama kraliceligiyle basa cikiyorsundur, ben kutsal saydigim birkac deger disinda ayirdetmeden ve en cok da kendimle dalga gecerek, bir baskasi iyilesmeye uyuyarak, ya da ignorance is a bliss cenahindan yarismaya katilip anlamadan/farketmeden akarak. ho$, o yara almadan akma isi bence daha sakat, mazallah bu sefer de pencere onu cicegi kontenjanindan belasini bulabilir insan. ha gerci farket-(d)e-miyorsa ordan ignorance is a bliss'e baglanip tekrar loopa giriyoruz, o da var, o da ziyadesiyle konforlu bir varolus.

    iste secilebilecek butun alternatif varoluslar evreninden hangisini seciyorsak, ona gore de dost tanimlarimiz oluyor bence. misal, drama kralicelerinin drama kralicesi dostu arkadasi oluyor, dalga gecerek basa cikanin ic acilari toplamina deginmemeye ozen gostererek simultane geyige vuran arkadaslari, zaman kazanayim sorunu yadsiyayim'larin kisa ama seviyeli dostluklari, toplamda calisan uc noronu olanin da tahmin ediyorum benzer sayida noral baglanti ustunden hayat idame ettiren kankalari oluyor. bu gruplardan dramacilarla uc noronlular en saasali, en debdebeli dostluklari paylasanlar, ve ekseriyetle ask senaryolari ustune paylasiliyor bu dostluklar. misal, biri aglar oburu ayyy ne olacak bunun hali diye pesinden kosturur, tadina doyulmaz lezzetler bunlar.

    dalga gecerek basa cikmayi secenlerden biri de benim. her ne kadar aslinda saglikli bir secim olsa da, bir yandan da hic deneyimleme firsatim olmayan o debdebeli paylasimlari da merak etmiyor degilim; misal boktan bir sebepten sinir krizi gecirsem de etrafimdaki kizlar beni sakinlestirse fena mi olur? veyahut erkek olsam kiz dostlardan gizli kurulan raki sofralarina sizsam? boyle bir gelenek var cidden, neymis mehmet cok kotuydu boralarda toplandik ictik, ulan itler beni ekmediniz mi siz o aksam, ee ama kiz ortam'i degil pro'cum o, benim boyle agir abi arkadaslarim oldu yurt yillarinda. zannedersin ki ortama cengi kiyafetiyle katiliyorum, aa hadi ama mehmet ben biliyorum da mi oynuyorum diyorum.

    neyse sonucta bu iki grup da dostlugu bana gore sut onlara gore $okolat icerik farkiyla, ancak davranissal anlamda cok daha somut, net, ornekli, aciklamali, uygulamali yasiyorlar, ve benim buna isyanim var. biz ve bizim gibiler icin (hey gidi) ise durum bambaska. hakikaten ya geyik ya da kisa ve seviyeli bir paylasim tadinda gidebiliyor bu paylasim.

    ***

    ne yazamisim ulan? bu haftanin theme'i "kenar" entryleri. bunu da sanirim bir 7-8 ay once yazip atmisim kenara. su siralarsa aci ceken hayvanlar gibi uslu sessiz kosemde hayatta en sevdigim dostlarimdan birini baska bir ulkeye yasamaya yolluyorum. ee yukarida drama dedin, komiklikler sevimlilikler yaptin bu ne derseniz, ki dersiniz, ben derdim; durumu bu hic takadim olmayan halimle aciklamaya calisayim. hic tarzim, hele hic yazi tarzim degilken bu aglamakli durumlar, elimde olmadan dokuluyorum.

    amerika'yi tek sozcukle ozetle deseler, hani her seyi kapsayan olmasa da en onemli, en hayatsal sozcugu kullan deseler, kiki derim. bak gozlerim doluyor. o zaman vuralim geyige, ustune de popo derim ayol hahhaayyy. teletabi gibi arkadaslara, dostlara sahibim.

    christina, amerikalilarin en amerikali ozelliklerinden biri olan nick name aliskanligi isiginda kiki, buradaki ilk ev arkadaslarimdan. 2006'nin ocak ayi basinda karli bir tren istasyonuna iniyorum. evi gelmeden okulun internet sitesinden buluyorum, ashley diye bir kizla yazisiyorum. guney afrika'ya bir donemlik degisim programiyla gidecek, ocaktan hazirana odasini kiraliyor. diger yazistiklarim kisa kisa ve ayrintisiz maillar atarken bu kiz evin her kosesinin birbirinden guzel resimlerini, hatta evdeki kedinin resimlerini cekip yolluyor, biri bir ic camasir cekmecesinin icinde uyurken hatta; oraya girmis mal, saatler sonra aciyorlar uyuyor buluyorlar.

    bir mailinda diyor ki ashley, pro, ev sahibimiz tam bir fucking republican, diyor ki "nee turk mu? terorist olmasin?" senden depoziti istiyor ama once bir seninle tanismak istiyormus, evi vermeyebilirim de, once bir tipini goreyim gerekirse depoziti geri veririm dedi, biliyorum durumun imkansizligini ama durum bu. suzme bir manyaga yakisir bicimde tamam diyorum ben buna, annemin yavrum ev saray yavrusu mu, gidip de disarida kalirsan demesine ragmen parayi gonderiyorum. istasyona geri donelim.

    indim, aksam sekiz filan, zaten ocak beste karariyor hava, her yer karla kapli, onlarca araba parketmis istasyondaki park yerine ve herkesi birileri almaya geliyor, elimde yirmi beser kiloluk iki valiz, tek bir taksi de yok, bari isiklara yuruyeyim derken elli yaslarinda bir adam "birini arayacaksaniz telefonumu verebilirim" diyor. tahmin ediyorum ki gozlerimden minnettarlik akarak kabul ediyorum, ashley'nin telefon numarasini cuzdanimdan bulup ariyorum "aa pro geldin mi? dur almaya geliyorum seni" diyor. ben adama tesekkur edip telefonunu veriyorum, adam ve geri kalan ne kadar yolcu varsa karsilamaya gelenlerin arabalarina ya da park edilmis kendi arabalarina binip gidiyorlar, tek basima bir sokak lambasinin altinda bekliyorum. film gibi bok yemis.

    bes dakika sonra bir araba duruyor, icinden bir altmis boylarinda, ayni anda hem guzel, hem sevimli, hem de huzur veren suratli bir kiz cikiyor; "prooooo!" diyerek boynuma sariliyor. yirmi kusur saati askin suredir uyumamis ve ilk giris azizliginden tum bavullarim kontrol edilip saattlerce bekletilmis yuzumle, havalanindan ciktigimdan beri ilk defa gulumsuyorum. ertesi gun tasinacagi icin arabasinin arkasi ful dolu, bagaja atiyor bir bavulu, digerini sigdiramiyoruz. bak diyor, ev cok yakin, su tren yolu isiklarinin arkasindaki pizzaciyi goruyor musun? onun yanindaki buyuk kizmizi ev. ev cidden kirmizi? tamam diyorum, o arabayla onden gidiyor, ben bavulun birini cekerek eve kadar yuruyorum.

    bavullari cikartiyoruz yukari, ashley'nin annesi de var tasinmasina yardim etmek icin gelmis, derken odasindan kiki cikiyor, ziyadesiyle mesafeli ve gulumsemeyen bir suratla merhaba diyor, ki ben zaten sosyalizasyon dunya ustunden yok olsun modundayim, vucudumdaki her kas agriyor, ve sadece mendebur olasim var; ayni mesafeyle merhaba diyorum; el sikisiyoruz. sonralari konustugumuzda ulan ne mendeburdun, hadi be sen kendine bak o ne suratsiz bir memnun oldum'du diye cok gulmusuzdur. ama isin ilginc tarafi ve sonradan kesfettigimiz sey de bu; ben ona gore daha guleryuzluyum ama ilk tanismada mesafeli insanlariz, oyle yapis yapislik'tan eser olmadigi gibi, artik bu yasimda tecrubeyle sabit, yavas ve karsilikli acildigim insanlar hep en saglam dostlar oldular. istisnalara selam ederim.

    bundan sonrasini episodik tarif edemem, daha orgumsu, daha kademeli bir surec; ilk alti ay sonunda cacaron italyanligiyla en dobra ama hep kotumser, ilk bir yil sonunda amerika'da en sevdigim, en guvendigim insan, sanirim bir kusur yildan baslayan surecten bugune kadar da, anne babamdan sonra su dunyada bu kadar anladigim ve anlasildigimi hissettigim, yuzlerce kotu huyunu sevilesi yapan binlerce guzel ozelligiyle, cocugumu, esimi, hayvanimi, kirilabilecek ve bana ait her ne varsa, gozumu kirpmadan teslim edebilecegim iki dostumdan biri oluyor; sevebilme kabiliyetim var evet, ve genelde insanlari hatalariyla kabul edebiliyorum, ama sanki icimde bir yerde kotucul bir cuce var, keskin bir bilinc, insanlarin birkac yanlisini gordukten sonra "pro!" diyor arada, "koru kendini", belki de adaptasyon bu anlattigimin adi. iste bu surec, bu bilinc, bu kotuculluk her ne ise, kiki'yle yok. hic olmadi. annemi tarif etmek icin yazmistim bir entry'de, "yaninda hicbir basarimdan gurur, hicbir basarisizligimdan utanc duymadim" diye, iste ayni sularda yuzerek yine, cortex'ime takilan her ne baglanti varsa acaba yargilar mi demeden acabilecegim tek o var bu kitada. vardi. ho$, dahasi da var, sadakat diyicem abartili olacak ama, hani hep yaptigimiz bir geyik var, gelsen birini oldurdum desen, "tamam konusuruz da cesedi nereye gomucez once onu bir halledelim" derim diye. manyaklik basligina da iyi giderdi bu demek ki.
    ***

    bolum uc. gectigimiz haziran basinda turkiye'ye donucem, kiki coktan boston'a tasinmis, uc ayda bir sevgili degistirip terkedip ya da edilip arayip ne tur bir asshole oldugunu anlatiyor, ben de hep ayni seyi diyorum, cok italyansin baskicisin fazla elestiriyelsin, ben de kacardim. pro you're such a closet bitch* diyor, kavga edip kapatiyoruz; rutin bu. haziran basinda ariyor, bugun diyor metro cikisinda bir cocuk geldi arkamdan pardon ispanyol musun dedi, aksani var ama, konustuk portekizliymis. hic yapmadigim bir seyi yaptim diyor, telefonumu istedi ben de verdim. guluyoruz karsilikli. yarin geliyorsun zaten diyor anlatirim, anahtari suraya biraktim cunku bu cocukla date'e gidiyorum. gene mi erkek icin satildim allahin cezasi diyorum (wtf bitch turevi). turkiye'ye geldikten bir hafta sonra mail atiyor, iste super salsa yapiyormus, dansa gitmisler o bu. derken kisa ve bir derdi oldugunu anladigim ama hicbir sey anlatamadigi maillar atmaya basliyor, aramam lazim seni kafam cok karisik, eylulde portekize donuyor, ben ne bok yiyicem filan, ben fazla kale almiyorum. neyse, en sonunda ev arkadasiyla gchat'te konusurken kiz diyor ki, cok uzgunum kiki portekiz'e tasiniyor diye. bir dakka bir dakkaaa diyorum turkce, ne portekiz'i, manyak misin? su anda kiki'nin annesinin evindeler diyor, tanistirmaya goturdu, isi haftaya birakiyor, yeni kiraci da buldu, cocukla birlikte gidiyor.

    bundan sonrasi karisik, daha dogrusu zaten uzatmanin bokunu cikardim kisa keseyim, konusuyoruz, korkuyor ama cok mutlu, destekliyorum ki ne yapayim zaten? go for it diyorum, mail atiyor, dusundum pro amerika'da benim icin anlamli olan tek sey sen, ev arkadasim ve kedim, ne isimi seviyorum ne ailemle iyi bir iliskim var, beni bu ulkede tutacak hicbir sey yok ki? ben bu cumleye sanirim bir saat kadar agladim, hala da cok desmiyorum neden diye, ki su anda da burnumun diregi sizlamaya basladi. bu hafta sonu veda partisine gittik eski ev arkadaslari olarak, cocukla tanistik, iyi hos yakisikli, cok genc. endiseleniyorum, annelik buna yakin bir his diye tahmin ediyorum, ama hicbir sey demiyorum, yanlis anlayabileceginden degil, kararini vermis ve amerika defterini kapatirken hakkim olmadigini dusunuyorum.

    pazar sabahi kalktim, gece hayatta yapmayacagi isken on bes dakika ustumde yatarak benimle vedalasan kedimiz diego'yu besledim once, ashley de uyandi, kapilarini calip uyandirdik; tum esyalari annesine gonderdi zaten siltenin ustunde yatiyor. kahvaltiya kalin diye israr etti, trenim on birde dedim. ashley kiki'nin ikinci el esya dukkanina verecegi kiyafetlere bakarken ben "son bes dakikan" direktifini vererek yuz kremi surmek icin banyoya girerken, gelip lavabonun yanina kahve ve recelli ekmek koydu, ulan annem gibisin dedim, turkce "annecimm" dedi. treni kaciricam, cikamiyorum evden, diego'yu da bir cift arkadasina veriyor, ona hic bakamiyorum zaten. hadi dedim, dramatize etmeden kapatalim, belki portekiz aktarmali bilet bulurum? sarildik, kocsun koc cektim sirtina vurup, aahhh cok zor stresten olucem dedi, ashley de ben de ulan ask gibisi var mi, gerekirse bitsin geri don ama denemesen hep pisman olacaktin gazini verdik, ve evden ciktik.

    daha ne diyeyim bilmiyorum. ki allahim varsa bir noktada bu entry'yi bitirmem lazim ayri mesele. de, diyecegim su; bu "ya sen olmasaydin asla boyle olmazdi" yaklasimi var ya, hah, ben hayat felsefem dogrultusunda nacizane, bu yaklasima kafam girsin diye dusunuyorum. ulan alternatif maliyet denen bir sey var, a'yi secersen b'den vazgeciyorsun, sen a'yi sectin ve memnun kaldin diye, kim diyor ki b'yi secsen daha mutlu olmayacaktin? iste bunun kirilma noktasi hayatta birkac sey icin oluyor, oylesi bir emin olma hali. misal, bin kez dunyaya gelme hakkim olsa bin kere daha annemin kizi olmak isterdim, bin hakkim olsa bininde de lise hayatimi ayni okulda gecirmek isterdim. ve bin yere gitme hakkim olsaydi dunyada doktora icin, sadece iki insanin, -iki kan, dil, din, gecmis bagi olmayan insanin- birbirlerini en duvarsiz, art anlamlar olmadan ve boylesi sevebileceklerini deneyimlemek icin, yine ayni yere gelirdim. andac yazisina bagladigim uzere, bari yine lise yillarinda yazilan cok sevdigim bir cumleyle de tanimi baglayayim; ictigim her kahvede yanimda olmasini isteyecek kadar bencil, mutluysa uzakta olsa da mutlu olacagim kadar comert bir sevgi. hayat icinde ayni tanimlara donerek, ve dalga gecmeye calissam da kalbim aciyarak, bir devri daha kapatiyorum.
  • harika bir dostluk öyküsü ;

    genç adamın biri, dermiş babasına her gün;
    'benim de dostlarım var, sendeki dost gibi'
    baba, itiraz eder,
    olmaz öyle çok dost, hakikisi
    belki bir, belki iki,
    fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki...
    devam eder durur konuşma...
    aralarında başlar bir tartışma,
    karar verirler bir sınava,
    dostun hakikisini anlamaya...

    bir akşam bir koyun keserler,
    ve koyarlar çuvala.
    baba der ki oğluna,
    'hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna'.

    çuvaldan kanlar damlamakta,
    sanki öldürmüşler de bir adamı,

    koymuşlar çuvala,
    dıştan böyle sanılmakta.
    delikanlı sırtlar çuvalı,
    gider en iyi bildiği dostuna, çalar kapıyı.
    o dost, bakar ki bir çuvala
    hem de kanlı,
    kapar hızla kapıyı delikanlının suratına,
    almaz içeri arkadaşını,
    böylece tek tek dolaşır delikanlı,
    kendince tanıdığı, sevdiği dostlarını.
    ne çare, hepsinde de sonuç aynıdır.
    evlat geriye döner.

    ama içten yıkılır...

    babasına dönerek; 'haklıymışsın baba' der.
    dost yokmuş bu dünyada ne sana, ne de bana.
    baba 'hayır evlat' der, "benim bir dostum var bildiğim.
    hadi, çuvalı alda bir kerede git ona."
    genç adam, çuvalı sırtlar tekrar.
    alnından ter, çuvaldan kanlar damlar...
    gider, baba dostuna. kabul görür, sevinir.
    o dost, delikanlıyı alır hemen içeri.
    geçerler arka bahçeye.
    bir çukur kazarlar birlikte,
    çuvaldaki koyunu gömerler adam diye,
    üzerine de serpiştirirler toprak.
    belli olmasın diye dikerler sarımsak...

    genç adam gelir babasına;
    'baba, işte dost buymuş' diye konuşunca,

    babası; 'daha erken, o belli olmaz daha
    sen yarın git o'na, çıkart bir kavga,
    atacaksın iki tokat, hiç çekinmeden ona,
    işte o zaman anlaşılacak, dostun hakikisi.
    sonra gel olanları anlat bana...'

    genç adam, aynen yapar babasının dediğini,
    maksadı anlamaktır dostun hakikisini,
    babasının dostuna istemeden basar iki tokadı!
    der ki tokadı yiyen dost;

    'git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokada'

    mevlana c. rumi
  • hayatıma giren kadınların neredeyse tamamından dostlarıma gösterdiğim ilgiyi onlara göstermediğime dair şikayetler duydum. o kadınların hiçbiri artık yok, dostlarımsa yanımda hala. sanıyorum aşktan bile önemli olan tek şey benim hayatımda.
  • silmarillion'da, fingon ve maedhros arasındaki dostluğa dair işlenen şu hikâye oldukça dokunaklıdır. dostluğun yanı sıra; merhameti, gerektiğinde gözü pek olmayı ve vefayı da anlatır. zaman geçer, bedenler ve kelimeler ayrı düşer, ama bir dostluk eğer gerçekse, kalpler asla ayrı düşmez;

    --- spoiler ---

    "çok eskiden, valinor'da mutluluğun hüküm sürdüğü zamanlarda, melkor henüz zincirlerinden kurtulmamış, aralarına yalanlar girmemişken, fingon ile maedhros yakın arkadaştılar ve henüz, maedhros'un yangın sırasında onu unuttuğundan haberdar olmasa da, kadim dostluklarının anısı kalbini acıtıyordu. bu yüzden, bugün bile haklı olarak noldor'un prenslerinin başarıları arasında gösterilen bir işe kalkıştı: tek başına ve kimselerin öğüdünü almaksızın maedhros'u aramaya çıktı, morgoth'un yarattığı o karanlık ise, düşmanlarına görünmeden kaleye kadar gelmesine yardım etti. thangorodrim'in zirvelerine kadar tırmandı, umutsuzca altında uzanan diyarının ıssızlığına daldı, ama morgoth'un kalesine ulaşabileceği tek bir geçiş ya da gedik bile bulamadı. ve sonra, hala yerin altındaki karanlık tünellerde korkuyla sinmiş olan orklara aldırış etmeden, arpını eline alıp bir valinor ezgisi söyledi. bu ezgi, finwe'nin oğulları arasındaki savaş patlak vermeden önce noldor tarafından bestelenmiş eski bir parçaydı; sesi, daha evvel asla, gam ve korku çığlıkları dışında bir ses duymamış olan oyuklarda çınladı.

    fingon böylece aradığını buldu. birdenbire uzaktan gelen, belli belirsiz bir ses şarkısına eşlik etti ve ona cevap verdi. şarkıyı söyleyen işkence altındaki maedhros'tu. fingon, akrabasının asılı olduğu çıkıntıya kadar tırmandı, ama daha fazla ilerleyemedi ve morgoth'un kurduğu korkunç işkence düzeneğini görünce ağlamaya başladı. bunun üzerine, umutsuzca acılar içinde kıvranan maedhros yayıyla kendisini vurması için fingon'a yalvardı; fingon bir ok yerleştirip yayı gerdi. ve umutlarını bütünüyle yitirince manwe'ye seslenip şöyle söyledi:

    ''ey bütün kuşların sevgilisi olan hükümdarım, bu tüylü oka hız ver ve ihtiyacı olan merhameti esirgeme noldor'dan!''

    --- spoiler ---
  • bir bilgeye sormuşlar:
    "efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
    "terzimi severim," diye cevap vermiş.
    soruyu soranlar şaşırmışlar:
    "aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? o da nereden çıktı? neden terzi?"
    bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
    "dostlarım, evet ben terzimi severim. çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. ama ötekiler öyle değildir. bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler."
  • sonun sonsuzluk kavramina ulastigi mekan
  • marcus tullius cicero'dan dostluk üzerine fikirler:

    - ''dostlukta aradığımız değişmezliğin ve sarsılmazlığın temeli güvenilir olmaktır. güvenilir olmayan hiçbir şey değişmez değildir. ayrıca yalın, ortak ve aynı şekilde düşünen, yani aynı durumlardan etkilenen kişi dost seçilmelidir, bütün bunlar güvenilir olmakla ilgilidir. zira kafası karışık, birden çok karaktere bürünebilen biri güvenilir olamaz, keza aynı durumlardan etkilenmeyen ve doğası gereği aynı şeyi düşünmeyen biri güvenilir ve değişmeyen biri olamaz.''

    - ''buna konuşma ve tavırdaki tatlılığı da eklemeli, dostluğun hiç de azımsanmayacak bir lezzetidir bu. hüzünlü ve katı duruşun her koşulda bir ciddiyeti vardır, ancak dostluğun daha yumuşak, daha cömert, daha tatlı ve her tür nezakete ve sokulganlığa daha açık olması gerekir.''

    (bkz: dostluk üzerine)*
    (bkz: de amicitia)
hesabın var mı? giriş yap