• epigrafı:

    "hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat;
    sormazsan biliyorum..."

    haraptarlı nafi
  • hasan ali toptaş'ın en deneysel yapıtı karakterindeki bin hüzünlü haz bir roman değil meta-romandır, ayrıca bir kurmaca değil üstkurmacadır (metafiction). dolayısıyla sadık okurları arasında en karmaşık ve en zor okunan yapıtı olarak görülmektedir. yazarın kendisi de bir röportajında, "...beni okumaya bin hüzünlü haz dışında hangi kitabımdan başlarsanız başlayın" diyerek bunu doğrulamıştır.

    bir arayışın anlatısı gibi görünen eser, anlatıcı-karakterin alaaddin denilen ismi var cismi yok gibisinden birini arayışının serüven dolu hikâyesidir. kimdir bu adam ve anlatıcı-yazar onu neden aramaktadır, yanıt yoktur. burada kurulan metinlerarası bağlantı binbir gece masalları'ndan başkası değildir. sihirli lambanın sahibi postmodern anlatıda uçucu varlığa sahip birine dönüşmüştür. lambadan doğru atmosfere karışan uçucu varlığıyla devasa cin gibi. tabii akla kara kitap'taki alaaddin ve tıkış tıkış dükkânı da gelmektedir. tıkış tıkış bir dükkânda insanın aradığını bulmasının zor olması gibi bu metafor aynı zamanda ansiklopedik romanın doluluğunu da imliyordu. ne ki bin hüzünlü haz'da kaybolanın aranışı söz konusudur.

    okudukça alaaddin'in aslında bir metafor olduğunu, esasen bir kimlik haricinde bir imgenin, hatta yazının, yani edebiyatın kendisi olduğunu anlarız. dolayısıyla toptaş'ın eseri anlatıcısını arayan bir esere dönüşür. öyle ki bu aydınlanmadan sonra onun kim olduğunun bir önemi kalmaz. kitabın sonunda anlatıcının ölü olduğunu anladığımızda bunun gereksizliği de ortaya çıkar.

    toptaş esasen alaaddin özelinde edebiyat tarihinde gezintiye çıkar: kafka'nın naçar böceği gregor samsa'yı bir ormanda görürüz. şövalye don kişot bir görünüp yok olur. binbir gece masalları ve kadim şehrazat imajı bize sürekli eşlik eder. motel rom ve kale örnekleri kafka'nın şato'sunu anıştırır. alice harikalar diyarı'nda adlı muhteşem kitaba da bolca göndermeler yapılır. toptaş sevdiği yapıtlara bir bir selam gönderir kısacası. bu yapıtlara aşina olunduğunda kitap daha anlaşılabilir bir renge bürünecektir.

    aynı zamanda kitaba 1990'lı yılların karanlık ruhu da sirayet etmiştir. gezinti boyunca dağları, pis şehirleri, karanlık taşrayı, limanları, tekinsiz odaları, sarayları, ormanları ziyaret ederiz. ordu-pkk çatışmalarına, cumartesi annelerine, siyasi eylemlere, faili meçhul cinayetlere örtük göndermeler vardır. kitap boyunca tarihe yapılan atıflarda bu hakikat ortaya çıkar.

    bu kitap özünde yaratıcı, okurken metni yeniden yazan, deneylere açık okurları çağırır kendisine. uzun cümlelerde kaybolmak inanılmaz keyif verici ama bu da göreceli bir yargı. bilinç akışı tekniğini bilen, joyce veya virginia woolf okumuş biri bu romanı çok sevecektir.

    hakiki bir başyapıt. türk edebiyatının fevkalade zengin metinlerinden biri.
  • neden bunu buraya yazmadım bilmiyorum ama üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen madem aklıma geldi yazayım dedim.

    öğrenildiginde ufku iki katına çıkaran bir şey için hazır olun : baskı hatası dediğiniz şeyler baskı hatası değildir. yazar bunu bilinçli yapmıştır. yıldız ecevit okuyanlar bilirler.
  • "beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor. uzunca bir süredir, ruhumun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissediyorum bunu..."

    "adamakıllı kirlenip de kim olduğunu anlamak, dünyada insanoğlunun işleyebileceği ne kadar suç varsa hepsini kocaman bir mıknatıs gibi varlığında toplamak"...
  • “hayır, bir düş gibi değil; bildiğim, tanıdığım, sıcaklığına alıştığım ve sanki peşinden koşarken birkaç kez yakalayıp nereye giderse gitsin diye bile isteye serbest bıraktığım birisi gibi kayboldu.

    bense, kalakaldım...”
  • "...belki de elime el, yüzüme yüz, ruhuma ruh gibi yapışan bu umutsuzluk yüzünden..."

    "...duruşları insanın içine doğru sarkan bir salkım keder sanki, bir uzun of, ya da oracıkta donup kalmış derin bir iç çekiş..."
  • "bütün bunların hiçbiri olmaz da, siz neden anlatıldığını bile unutup belki yalnızca hikayeyi izler ve kendinizi tıpkı benim gibi, onsuz süren onun akışına bırakırsınız."

    "hakiki yalnız" diye nitelenen bir yazara gösterilen "karpatların kafkası" muamelesi edebiyat ortamımızın kurucu edimlerinden asimetrik karşılaştırmacılığı bir kez daha gösteriyor. ne kadar hüzün verici bir haz.
  • hasan ali topta$'in odullu kitabi. etkileyici bir tarz.
  • “ona göre, ruhumda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, giderek dipsiz bir boğuntu kuyusuna dönüşen şu lanet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içimde açılan çeşitli yaraları onarabilmek için, belki de farkına bile varmadan ben yaratmıştım bu serabı... hatta, işi gücü bırakıp günden güne onu büyütmüş, parıltılarını bakışlarımla beslemiş, her yanını iyice allayıp pullamış, sonra hızını alamayıp alaaddin diye adlandırmış ve işte bütün bunların sonunda da, uğruna deli divane olunacak, göz kamaştırıcı bir hale getirmişim. bu, insanoğlunun baştan beri kurtulamadığı ve sonsuza dek de asla kurtulamayacağı, tuhaf bir yazgıymış zaten; önce ne yapıp edip bin bir güçlükle, kıvrana kıvrana yaratır, sonra yaratma sevinci gibi gözüken hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardında da ille onu ellerimin arasında tutacağım, ya da içinden bir daha, bir daha doğacağım diye, kendini hırpalaya hırpalaya helak olur gidermiş... işte ben de öyleymişim şimdi; elime umut denen o en eski ve en dayanıklı bastonu almış, çile odalarından fırlayan dervişler gibi soluk soluğa gözlerimdeki serabın parıltılarına doğru koşuyormuşum. boşuna koşuyormuşum tabii... anlaşılan, insan oğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. hatta ben, kendi dışımda kalan bir çok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. bulamazmış oysa... ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlarla bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış. hem de, kimi zaman kılık değiştirip kendini başka bir şeymiş gibi kabul ettirerek, kimi zaman da bir el hareketinin nedensizliğine, bir bakışın bulanıklığına, bir iç çekişin derinliğine ya da bir soluk alıp verişin alışılmışlığına gizlenerek kalırmış... bu yüzden, olsa olsa bu arayışın sonunda ben, eğer tat alma kapılarımın hepsi ardına kadar açıksa, ancak arayış boyunca çekeceğim zevkli bir ıstırabın damaklarımda kalan tadını bulabilirmişim. ama olsunmuş; gene de bir an bile yılmadan, aramayı hep sürdürmeliymişim. herkesin nicedir aramayı unuttuğu bir şeyi, farkına bile varmadan herkes adına arıyor olabilirmişim çünkü... bakılmasınmış benim böyle alaaddin, alaaddin deyip durduğuma; bu alaaddin, pekala hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere hiç dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir hatta.”
hesabın var mı? giriş yap