• "su gelir millendirir
    çayırı çimlendirir
    o yârin kaşı gözü
    ahrazı dillendirir"
  • manasının sağır ve dilsiz olması yanında anadolu'nun bazı kesimlerinde hakaret ve aşağılama da ihtiva eder. şimdinin hoppidilerin diline çokça yapışmış "salak, gerizekalı, mal, angut" demek gibi. hoş değil.
  • ahraz
    sıfat, halk ağzında arapça a¬res

    1 . dilsiz (kimse).
    2 . sağır ve dilsiz (kimse).

    (bkz: tdk)
  • “abi bak o kadar türk edebiyatını eleştiriyorsun falan ama deniz gezgin’i okudun mu hiç?”
    “ahraz çok iyiydi ya!”
    “deniz gezgin’in kalemi öyle büyüleyici ki nakış gibi işlemiş romanı”

    deniz gezgin’e ismen simaen aşinaydım. homo narrans, sanatın mitoloji gibi eserleriyle takdirimi kazanmış ismail gezginle evliliğinden, münzevi bir yaşam sürdüğünden, arkeoloji, mitoloji ve tabiat yaşamına ilişkin geniş birikime sahip bir entelektüel oluşundan pekâlâ haberdardım. neden okumuyordum bilmiyorum. sanırım fazla övgülerin tesiriyle elime aldığım kitapların damağımda bıraktığı yaralar sandığımdan da derin. şu var ki, söz konusu yerli yazar olunca ufku gümüşlük akademisi’nin müdavimlerinden ibaret kalan latife tekin’in de öneri listesinde birinci sıraya ahraz’ı eklediğini görmem bardağı taşıran son damla oldu, açtım kitabı, vira bismillah dedim.

    not1: bu safhadan itibaren kitabı okumak niyetinde olanlar için spoiler tehlikesi barınmaktadır. uyarmadı demeyin.

    ilk olarak 2012’de sel yayıncılık’tan çıkan, 2019’da ise can yayınları’nın yayım haklarını devraldığı roman, şeytan’ın adem’e secde etmeyip cennetten kovulmasını konu alan malum hikâyeyle açılış yapıyor. bu vaatkâr epigraf ardında deli ibram divanı gibi ege’nin bir adasında, rumların mübadele yüzünden terk ettiği, boşta kalan evlerine türklerin çöreklendiği bir kasaba saklıyor. deniz gezgin gerçekten de kaleminin vitesini artırarak roman için kurduğu platoyu, kokusundan, denizine, tabiatından olay örgüsünde mühim bir rol üstlenecek şu meşhur rüzgâra okura naklederken o rüzgârın adım adım bizi romanın iki başkarakterinden biri olan adile’ye sürüklediğini bilmiyoruz.

    annesinin kimliği meçhul, bir balıkçı teknesinde doğmuş, o teknenin reisi (babası mı velisi mi tecavüzcüsü mü okura kalsın) tarafından büyütülmüş, kasabanın çöplerini toplayıp ekmek parasını çıkaran, her daim kasabalı tarafından hor görülmüş bir kızdır adile. kimsesiz kaldığı dönemde kimden peydahladığı hususunda yazarın dahi ketum kaldığı oğlunu doğuruşunun, acısından baygın halde yatarken sinsi bir engereğin gelip bir memesini kana kana tüketişinin, memesi sütsüz, oğlu cayır cayır yanarken kapı kapı dolaşıp yardım dilenişinin, kimsenin ona el uzatmayışının, evladının havale yüzünden ahraz (sağır ve dilsiz) kalışının ve tüm bu olanlara karşılık ahaliye ettiği bedduanın şahidi oluruz. adını israfil koyduğu oğluyla metruk bir evde yaşayan adile, evladı büyüdükçe içine gömülür, oldu olası dahil olamadığı dışarıyla yani kasabayla irtibatını keser. israfil annesinden yalnız işini değil, yersiz yurtsuzluğunu da devralır. piç damgası yediği adada peşine mavi adlı köpeğini takıp hiç kimsenin selamına sabahına kalmadan o köşedeki çöp senin bu köşedeki çöp benim çalışır durur. hikâye akışında kırılmaya sebebiyet verecek iki olay da romanın ilk yarısından sonra gerçekleşir. adile ve israfil gibi bir haymatlos olan marangoz yusuf’un sahneye çıkarak israfil’le bir çeşit baba oğul ilişkisi tesis etmesi; peşi sıra işgal altındaki bir yunan adasından –vaktiyle adayı terk etmeye zorlanmış – bir papaz (vasil) ve kızının (marika) kasabaya sığınması.

    ahraz kelimenin tam tarifiyle “ortalama” bir kitap. vasat. kötü değil, kesinlikle kötü değil. kimsenin bu kitabı okuyup pişman olabileceğini düşünmüyorum. iyi de değil. gerçek anlamda batı kanonunu ve edebiyattaki gelişmeleri haiz, istikrarla ve geniş perspektifle vaktini kitaplara hasreden herhangi bir insanın ahraz’ı muhteşem olarak nitelendirme ihtimali yok. en azından benim dünyamda, algımda yok.

    karşımızda konu itibarıyla herhangi bir özgünlük taşımayan, cumhuriyet döneminin ilk edebiyatçılarından sonraki kuşaklara, ne bileyim işte, halide edip adıvar, yakup kadri karaosmanoğlu, refik halit karay, kemal tahir, orhan kemal, yaşar kemal, fakir baykurt’ların divitinden geçmiş, yakın dönemde dahi muadillerine rastlanan bir tema bu. bedhah, alçak, kıskanç, bencil, kindar ve cahil insanlardan kurulu bir kasaba (köy veya mahalle de olabilirdi), bu cehennem yuvasında dışlanmışlıklarına rağmen yaşam kavgası veren birkaç temiz yürekli karakter ve siyahlarla beyazlar arasında adaletsiz olsa da ezelden beri süregiden düzenin bir süreliğine aksamasına, kartların yeniden karılmasına yol açacak, siyahların ne denli siyah beyazların ne denli beyaz olduğunu tekrar ve tekrar gösterecek yeni bir gelişme. mesela kasabaya, köye, mahalleye, artık neresiyse bu allah’ın belası yer, oraya istenmeyen kişi veya kişilerin gelmesi. çoğunluk bu davetsiz misafirlerin gitmesini isterken azınlıktaki diğer taraf yabancılara sahip çıkar falan filan… iyi düşünün şu ana dek bunun gibi kaç roman okuyup kaç film izlediniz?

    romanın tanıtım metninde şöyle yazıyor.

    "deniz gezgin derinlerden çekip çıkardığı kadim anlatılar, pagan inanışlar ve tarihe göndermelerle örüyor romanını. böylece doğa ile kültürün uyumla bütünleştiği zamansız, evrensel bir hikâye ortaya çıkarıyor."

    ilk sayfadaki kitab-ı mukaddes’ten alıntı, yusuf’un israfil’e anlattığı –ve hoşuma giden- zeytin ağacı, incir ve asma ağacıyla alakalı hikâye, papazın yusuf’a naklettiği babil kulesi ve nuf tufanı’na dair bilindik kıssalar dışında arka kapaktaki “kadim anlatılar” vurgusunu haklı kılacak nicelik ve ölçütte “görünür” unsurlar yok ahraz’da. özür diliyorum ama bir romanın arka kapağında “kadim anlatılar ve pagan inanışlar” vurgusunu gördüğümde beklentim, türkiye cumhuriyeti’nin şahsımı maruz bıraktığı din bilgisi ve ahlak kültürü adlı o tuhaf ders programının beynimin içine çekiçle çakar gibi soktuğu sami inançlarından neşet unsurların temcit pilavı misali önüme bırakılmasının ötesine geçiyor. israfil’in kıyamet meleği olduğunu, babil kulesi yüzünden insanların farklı dillere hapsolduğunu bilmeyen kaç kişi vardır ki?

    dikkat edilirse yukarıda “görünür” ifadesini kullandım çünkü sofistike olduğu zannıyla sayfalarına raptedilmiş sayısız gönderme de göze çarpıyor ahraz’da. yusuf’un marangoz olması isa’nın üvey babası yusuf’a gönderme mesela. aman yarabbim, adile de meryem, israfil ise günahsız jesus olmalı! o halde kasaba kudüs’tür. reyini kasabalıdan yana kullanan komutan ise pontius pilatus? belki adile’nin memesini emen engerek de aslında şeytandır. allah’ın bu süt kokulu yeni kulunun ahraz olmasına yol açacak hadiseler silsilesinin tetikleyerek seçilmiş kişinin (israfil) ses ve dil olmaksızın, başka bir ifadeyle fonda bir motion picture soundtrack olmaksızın dünyayı ham haliyle görmesine vesile olarak bir zamanlar önünde rezil rüsva edildiği adem dölünün ne kof bir yaratı olduğunu kanıtlamaya, dolayısıyla kendini haklı çıkarmaya uğraşıyordur. adile’nin istiridyeye dönüşüp bir meleğin refakatinde göğe yükselişi de afrodit’in babasının hayalarına geri dönüşü… hatta biraz ıkınırsak adaya sığınan baba kıza yusuf ile israfil’in yardımcı oluşunu baukis ile filemon meseline bir gönderme olarak da okuyabiliriz.

    özetle, ahraz’da sahiden de pagan ve monoteist dinlerin anlatılarına fazlasıyla gönderme mevcut. romandaki zaman - konum belirsizliğinden hareketle deniz gezgin’in gayesinin bir matruşka gibi arketipleri iç içe gömerek evrensel bir hikayeye varmak olduğunun da gayet farkındayım ama niçin bu duruma hayranlıkla değil de bıyık altından gülerek yaklaştığımı merak edenler varsa, ki umarım varlar, onlara bir örnekle meramımı açıklamak niyetindeyim.

    israfil günün birinde yıkık dökük bir kiliseye rastlar; mabedin ayakta kalmış duvarlarındaki silik ikonalar karşısında büyülenir, ikonalardan biri, bir ayağıyla engerek yılanını ezmekte olan balık tutmuş bir melek resmi karşısında büyülenir, çünkü bir balığın hiç kokmadan, bozulmadan, çürümeden orada öylece resmedilmiş olması onu şaşkınlığa uğratmıştır. gider deniz kenarına, bulduğu bir kancayla balık tutar, hayvanın canını almasıyla gerçekle yüzleşir, eyleminden pişman olur, üzülür. deniz gezgin’in, ergenlik çağına gelmiş, kıyısında bucağında bile olsa topluluk içinde yaşayan bir delikanlıyı sırf ahraz olduğu için soyutlama yeteneğinden mahrum, handiyse hayy bin yakzan seviyesine indirmesini ve okurun bu saçmalığa kanacağını düşünmesini bir kenara koyarak mantık yürüteceğim. şayet biraz ikonografiden anlıyorsam kilise harabesindeki balık tutan melek rafael olmalıdır, ikona olasılıkla rafael ile tobias’ın hikâyesine atıftır. hem tobias gibi israfil’in de peşinden ayrılmayan bir köpeği var. meleğin ezdiği engerekli de şeytan, israfil ile süt kardeşi olan yılan yani. peki israfil’in balık tutup öldürmesi, pişmanlık duyması? kabil mi? çünkü hatırladığım kadarıyla jesus christ superstar taberiye gölü’ne balıkçı havarileriyle açıldığında ağların balık dolmasını sağlamış ve yüzlerce balığın canından olmasına sebep olduğu için vicdan azabı çekmek şöyle dursun, avanesiyle ziyafete kurulmuştu:) şayet bu kabil’e bir göndermeyse, yani ilk cinayete ve ilk katile bir göndermeyse, o halde israfil’in isa olduğunu düşünmemize yol açan önceki göndermelerle nasıl bağdaştırabiliriz olan biteni? hem o hikâyede tanrıya et sunan kabil değil habil’di. ne alaka?

    söyleme çalıştığım şey şu: romanlarda gönderme yapmak maharet istemez; asıl hüner bu atıfları bağlam gözeterek, olay örgüsü ve karakter gelişimlerine katkı verecek şekilde metne teyellemek ve çelişkiye, kafa karışıklığına düşmemektir. üzgünüm spartalılar, bundan beş altı yıl önce olsaydı belki etkilenirdim ama dersimi aldım, artık böyle göndermelere kapalı-açık ve faydalı – faydasız oluşları yönünden yaklaşıyorum. ve şunu merak ediyorum: isa’nın yaşamına, kutsal kitaplara, paganik figürlere, hadi belki gözümden kaçmıştır başka başka şeylere gönderme yapılan bu romanın sonunda nereye vardık biz? deniz gezgin bizi nasıl bir serüvene çıkardı? romanın en başında yazarın serimlemesi neydi, tekrar hatırlatayım mı? bir tarafta katran yürekli, cahil insanlardan kurulu bir kasaba ve orada, hoyratça dışlanan bir adile ve oğlu vardı. kitabın ortasında veya sonunda ne değişti? kasabalılar granitten yapılmışçasına zamanın rüzgârlarına aşınmadan direnip marvel sinematik evrenini anımsatan karikatürize kötücüllükleriyle olan bitenden ibret almadan yaşamaya devam ettiler ve en sonunda adile’nin ahı tuttu. bu roman bildiğin “eden bulur” ya da “ne ekersen onu biçersin” veya “alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” romanı. o halde bu kadar göndermeye ne lüzum vardı? bilmem kaç milenyumdur benzerleri anlatılmış, okuyanın dinleyenin iç yağlarını eritme garantili bir hikâyeyi ege’nin bir adasında, yok şu kıssadan yok bu meselden parça pinçik, alakasız göndermelerle işlemek bir deha alameti mi? yoksa piyasada bolca bulunan mitoloji kitaplarının ilk ünitelerinden zihnimizde kalan popüler, hem de fazlasıyla popüler motifleri metne sokuşturmaktan ibaret bir gönderme malumatfuruşluğu mu?

    dil ve üslup… bu bahiste çekimserim çünkü bir yazarın kalemi hakkında yargı bildirmeden önce birden fazla kitabını okumak şarttır. yine de ahraz’da okurların bana müjdelediği nakış nakış, özgün bir dil bulamadığımı söylemem gerekiyor. sorunsuz, ayarında giden, kaygan bir dili var yazarın ve bence bu bir sorun arz etmiyor. eğer nakış nakış işlenmiş bir dil arıyorsanız mesela şule gürbüz’ün zamanın farkında’sını edinin. yazara has bir dil arıyorsanız bilge karasu okuyun. bir adada geçen, mitolojik göndermeler barındıran, floranın her karışına sindiği bir roman arıyorsanız john fowles’ın the magus’una bir şans verin.

    hah, neredeyse unutuyordum. ahraz’ın hiç değilse başı sonu, planlanmış bir kurgusu olduğunu vurgulamam icap ediyor. evet, özellikle son sayfalara doğru yazarın gaza bastığı, metnin yarısında ama bilhassa son yirmi sayfada bulduğu boşlukta ya doğrudan ya da serbest dolaylı söylem vasıtasıyla araya girip çok gerekliymiş gibi vaizliğe soyunduğu muhakkak. gelgelelim, geçen aylarda okuduğum deli ibram divanı’nın düştüğü tuzağa takılmadan, elde olan enstrümanları ustalıkla kullanarak romanını tatmin edici bir sona kavuşturuyor yazar.

    son tahlilde ahraz’ı, vadettiğini veremediği için beğenmedim. karşımda cılkı çıkmış bir hikâyenin, gönderme kalabalığıyla kendini başka bir şeymişçesine sunmaya çalışan grandiyöz heyezandan muzdarip yeni bir versiyonundan başka bir şey yoktu.

    yayım tarihine bakılırsa deniz gezgin bu romanı 2009 – 2011 arası yazmış olmalı. bugün artık usta bir yazar olduğundan kuşkum yok. benim davam on iki sene önce yazılmış ahraz'la veya onun yazarıyla değil, yazarların ismine, titrine, cinsiyetine, mahfiline, yayınevine, ahbaplarına göre kıblesini değiştiren, metne değil dışına bakan, ethos’u, pathos’u anıp da logos’u bilmezliğe gelen, şu yukarıda yazdıklarımı on iki sene kaleminden sakınmış, tartışma konusu dahi etmemiş, eleştirmen postuyla aramızda esip gürleyenlerle. benim meselem onların paçozluğunu ortaya dökmek… yoksa ortalama kitap da yazılır kötü kitap da… mühim olan yazarın yerinde saymaması.

    hadi uğurlar ola

    not2: okunacakmış gibi neredeyse 1700 kelimelik eleştiri yazısı yazdım lan:) bazen çok gülüyorum şu saflığıma:)
  • twitter kaşarlarının "geri zekalı, aptal" manasında kullandıkları kelime.

    doğru kullanabildikleri tek bir kelime yok.
  • yeni nesil ergen terimi denmiş. yüzde yüz katılıyorum. başka tabir mi kalmadı da sağır dilsiz anlamına gelen kelimeyi kullanıyorsunuz?
  • sağır ve dilsiz.
  • kullananın ağzına ıslak hamam terliğiyle vurma isteği doğuran yeni nesil ergen terimi. bu 12-18 yaş aralığı ergenlerin çoğu anlamını bilmeden ota boka ahraz der üstüne üstlük.
  • berbat bir sözcük. kullananlar arasında düzgün insana rastlanmaz.
  • bebeklikleri dünyanın en güzel sessizliğidir.
hesabın var mı? giriş yap