• 28 mart'ta çıkacak.

    tracklist'i de şöyle:

    1. glass house
    2. go to hell
    3. rising of the tide
    4. waving
    5. far away
    6. dissolving with the night
    7. blood
    8. on the plane
    9. oxygen
    10. zigota
    11. dna

    glass house şurdan mail listesine üye olunarak edinilebiliyor.
  • cikmasina iki gun kala malum yerlere dusmus olan album. ilk albumunde kulaga hos gelen muzigin tanimini yapmis, ikinci albumde ornekler vermis olan grubun son olarak ozet gectigi albumdur. sanki bir seyler eksik ama guzel yea. "diyeneeey velkam tu maay diyeneey"
  • bu albümü bir hikayeyle anlatmak isterdim. steven wilson'ın dehasında oluşmuş, çetrefilli ve eklektik bir hikayeyle bu albümü anlatabilmek isterdim açıkçası. konseptin ana hatlarını albümden alıp boşlukları zihnimde doldurarak buraya bir konsept albümün nasıl hikayeleştirilebileceğini göstermek isterdim. mevzu bahis steven wilson veya herhangi bir projesi olduğunda direkt hayallerim ve sinematik müziğe bakışım müzikaliteye yedirilmiş hikayeler, kimi zaman yerde, kimi zaman havanın derinliklerinde vuku bulan olaylar, toplumun dışında duran bir kişiliğin çözümlenmesi, distopik bir geleceğe dair spesifik detaylar, gerçekliğin göreceli olarak yerinden oynatılması ve sair kozmik olaylara kayıyor. bass communion bu konuda deneyselliğin sınırlarını zorluyor, porcupine tree 60'lardan esen bir rüzgarı önünden geçen her tarihten birer parça alarak günümüze kadar getiriyor. blackfield ise bu konuda biraz daha hislere dönük oynuyor. gitarların ve piyanoların tonundan bunu anlayabiliyoruz. verilmek istenen de bundan öte bir şey değil, zannetmiyorum.

    bu noktada irdelenmesi gereken bunu nasıl yaptıklarının, klişe mi olduklarının, duyguların üzerinden müzik yapan gazilyon gruptan ne farkları olduğunun üzerinde durulması gerekiyor. ingiltere'de 60'lardan itibaren patlayan duygusal müzik sendromu bir epidemik halinde yayıldı ve müziğin paraya çevrildiği noktada bunun üzerinden oynanması kaçınılmaz bir nokta oldu. coldplay, radiohead, muse gibi gruplar (genel bakış açısıyla) duygusallığı müziğin içine eriterek buna büyük katkılar yaptılar ve artık progressive metal'inden black metal'ine duygusallığın müziğin içine yoğun şekilde işlendiğini görüyoruz. black metal'de bu duygular ormanların içindeki yalnızlıktan bahsederken, progressive metal'de endüstriyel toplumların ortaya çıkardıkları kişisel içe gömülmenin yarattığı yalnızlıktan bahsedilebiliyor. (bunlar sadece örnek, "bu budur" demiyorum bu noktada)

    blackfield iki albümle rüşdünü ispatlamıştı zaten. lakin bu daha çok albümlerin bütünlüğünden ziyade, parçaların tikelliğiyle olmuştu. bunda rahatsız olunacak bir durum yoktu, yaptıkları müzik albümsel bir bütünlük arz etmiyordu zaten. burada bir ortaklıktan bahsettiğimiz için, ortada sadece steven wilson'ın eseri yok ve bu blackfield'ın müziğini kendi idiosyncratic noktasına çekiyor. steven wilson katkılarıyla ve aviv geffen'in kişiliğiyle beklenenden farklı bir yerde duruyor. ortada tam bir progresiflik yok, alternative diyebileceğimiz bir müzik var ortada. (alternative'in genişliğini göz önünde bulundurmak lazım burada) son albümde de ortada blackfield müziği var ve bu beklenmedik bir sound değil. bundan dolayı kendini diğerlerinden sıyıran parçalara göz atıyoruz, blackfield'a bakış açımdan yola çıkarsak.

    albüm uzun süre boyunca kulağınıza bir parça takamıyor, o güzelliği ortaya koyamıyor, ama on the plane'e geldiğinde steven wilson'ın parmağının sıkıca bastırılmış olduğunu sezebiliyorsunuz. gitarların ve piyanoların mükemmel uyumu üzerine, bir de derinden bir steven wilson vokali duyduğumuzda ilk kendini ayıran parçayı da belirlemiş oluyoruz.

    tabii sadece on the plane ile kalmıyor bu sıra, neyse ki. bunun akabinde, oxygen geliyor. bunda da steven wilson'ı yoğunca sezebiliyoruz. liriklerden ve parça işlenişinden steven wilson'ın dehasını ortaya koyuyor.

    albümdeki parçaların hepsi dinlenebilecek parçalar, ama on the plane ve oxygen kendini albümden sıyıran, farklı bir yerde duran parçalar. albüm ortalama olmuş bence. o kadar da ahım şahım bir durumu yok yani. fakat tekrardan söylüyorum, o iki parça bir sene boyunca playlist'lerde dönecek parçalar.
  • %98 aviv geffen, %2 steven wilson albümü. waving hariç bütün parçalar, aviv geffen tarafından yazılmıştır.
  • steven wilson'in albumdeki arka planda kalan tek sarkiyi* yazarak hayal kirikligi yarattigi album. ayrica aviv geffen, kendisiyle yapilan roportajda albumde bulunan her sarkinin hikayesini bir bir aciklamistir.
  • kesinlikle iyi bir albüm. ama bana da blackfield'in ilk 2 albümünün seviyesinde gelmedi şimdilik. belki de albüme zaman vermek gerekir diyorum çünkü blackfield ii albümünü dinlediğim ilk zamanlarda ilk albümün yanına yaklaşamayacağını söylerdim ancak zamanla dinleye dinleye ilk albüm kadar iyi bir albüm olduğu kanısına varmıştım.

    okuduklarımdan da welcome to my dna için steven wilson'ın pek fazla emek harcamadığı ve daha çok aviv geffen'ın solo albümü niteliği taşıdığını anlıyorum. steven wilson'dan gelecek daha fazla katkının albüme olumlu yansıyacağı kesindi ama benim için kendisinin aviv geffen'ın yanındaki varlığı, albümün bir blackfield olduğunu kabul etmem için yeterli. ayrıca, albümde adamı esir alan şarkılar olduğunu da söylemeden geçmemek gerek. benim için bunlar; rising of the tide, on the plane, oxygen ve dna'dir diyebilirim.
hesabın var mı? giriş yap