• alev alatlının "or'da kimse var mı?"* dörtlemesinin ikinci kitabı. özellikle batı ve batılı (amerikalı özelinde) kavramları irdelenmiştir. adını diana pavloviçin kitabın sonunda "we should nuke türkiye, there is no other way.." demesinden alır.
  • serinin diger kitaplari arasinda biraz sonuk kaldigi soylenebilir.
  • bu kitapta ahmet kaya'dan ahmet tas diye bahseder.
  • zülfü livaneli'nin mutluluk isismli romanı ile aralarında bazı yaklaşım ve kurgu paralelellikleri olduğunu düşündüğüm kitap.
  • adini, iran rehine krizi sirasinda amerikalilarin yaptiklari protestolarda kullandiklari nuke iran sloganindan alir..
  • tükürür gibi yaşamak ve yağmur duasız... karanlığın şefkatidir. şefaat asla.
  • "derler ki türkiye ikiye ayrilir; türkiyeliler, mülkiyeliler; mülkiyeliler ikiye ayrilir; halk çocukları orospu çocukları; orospu çocukları ikiye ayrilir; robert kolejliler galatasaraylılar..." nuke türkiye sayfa 87
  • alev alatlı’nın orda kimse var mı serisini ikinci kitabı. yazar bu kitabında bir wasp amerikalı diana pavloviç ile hasidi yahudi kocası david pavloviç in türkiyeye araştırma yapmaya gelmesi, ardında serinin kahramanı günay rodoplu ile tanışmaları ve akabindeki olaylar üzerine kuruludur.

    david pavloviç için türkiye tam manası ile kapalı kutu. arkadaşı kevokrian’dan öğrendikleri o kadar. onun için bir çok arayışın düğümlendiği yer olacak türkiye hatta istanbul. lakin o bize laboratuardaki araştırmacı pratiği ile yaklaşıyor. türkiye’deki geçirdikleri günler üniversitelerimize olan bakışlar ile gerçekten bizi nasıl gördüklerini görmemiz açısından güzel. ailecek geldikleri için çocuklar için bakıcı ihtiyacı doğuyor nesibe’yi de böyle tanıyoruz. pavloviç’lerde burada yaşamadan geçirdiğimiz sancılı dönemlerin sonuçlarını görüyorlar ama yine de biz daha iyiyiz deyip çıkıyorlar işin içinden. nesibe ise bütün bu karakterlerin ortasında iyi bir yer edinme peşinde.

    “üniversitede, zenci hademelerle aynı asansöre binmeyen öğretim üyeleri gördüm! biliyor musun, afrikalı öğrenciler, sırf amerikalı zencilerle karıştırmasınlar diye okula rengarenk kıyafetlerle gelirlerdi! daha da ironik olanı; amerikalı zencileri beyazlar gibi onlar da küçümserlerdi! neden biliyor musunuz? bir, ‘köle’ oldukları; iki, amerikan emperyalizmine hizmet ettikleri için! müslüman afrikalılar daha da haklıcıydılar. onlar, bir yandan da kendilerini muhteşem islam medeniyetinin varisleri gördükleri için marjinal hıristiyan mezheplerine, kelime yerindeyse, ‘takılan’ amerikan zencilerinden büsbütün uzak dururlardı. hatırlıyorum, bir defasında o ünlü özgürlük kilisesi’nde bir gösteri düzenlenmişti. bütün gün sürecek bir gösteri olduğu için öğle yemeği meselesinin de halledilmesi gerekliydi –soslu makarna pişirilecekti! yanıma, sonradan malcom x’in has adamlarından olacak biri yanaştı. ‘are you a friend?’ diye sordu. meğer, harekete olumlu bakıp bakmadığımı sorarmış. neyse, evet deyince, kilise’de yemek dağıtımına yardımcı olur muyum diye sordu. ‘peki’ dedim. senegalli bir kız arkadaş var, onu da alıp gitmek istedim. hani o da afrikalı ya, duygudaşlık besler sanıyordum. ama kız gelmedi. babası ‘senegal ilerici birliği’ne mensup bir millet vekiliydi. anlaşılan ‘solcu’ yine aynı kelimeyi kullancağım, ‘takıldığı’ için –bilmem, bilir misin, ‘60’larda senegal, kuzey vietnam’la işbirliği içindeydi- yan dururmuş. demin, türk’ün anlamasına imkan yoktu dedim ama bunu siyah deri renginden iğrenmek anlamında söyledim. oysa amerika’daki ırk ayrımını, biraz da eğitimli soyluların ‘maganda’ zencilere içerlemeleri şeklindeydi ki, bunu anlarsın. uyuşturucu ticaretinden kazandığı parayı pembe kadillak’a yatıran zenci çok da çekilmez olabiliyor. tabii ‘o’ zenciyle, mississippi pamuk tarlasında ot yolan zenci arasında hiçbir bağlantının olmadığı gerçeğini kime anlatırsın?” 1

    “teknoloji çağına uyum sağlayacak şekilde eğitiliyor, örgütleniyor, yönetiliyor olmamız, bizim mekanik kölelerimizin zaferidir,” diyordu diana. “mekanik kölelerimiz egemenliklerini sürdürebilmek için bizim boyunduruğumuz altına giriyorlar. bu şeytani yolla, biz onları köle sanırken aslında, onlar bizi esir almış durumdalar! teknokrasi öylesine iyi örgütlendi ki, teker teker hepimizin beynini yıkıyor. amerikalı, artık teknolojiyi kendisine köle etmeyen özgür insandan nefret ediyor. evinde bilgisayar olmayanı aşağılıyor, ihtiyaç duymayana aylak diyor. bir zamanın toprak sahibi güneyliler gibi. insanın değerini, sahip olduğu köle, bu durumda mekanik köle sayısına göre saptıyoruz. amerika birleşik devletleri kölelerin sırtında yükseliyor! putperest roma gibi! eski yunan gibi! kainatın merkezini mekanik köleler ele geçirdiler! ve köle sahipleri, köleleri olmadan yaşayamıyorlar! hayatta kalmanın tek koşulu mekanik kölelere uyum sağlamak! böylesi bir bağımlılığı dehşet verici bulmuyor musun? kölesi olmasa saçını tarayamayacak bir scarlet o’hara figürünü acıklı bulmaz mısın? bu bağımlılığı aşağılık bulmuyor musun? aynı konuma geri dönmüş olmamız dehşet verici değil mi?” 2

    “no. 1: “ kesinlik, doğu kafası için nefret edilecek bir şeydir.”
    sir alfred lyall, (tarih???)

    no. 2: “sir charles eliot’un ‘avrupa’daki türkler’ adlı kitabında belirttiği gibi, türk dilinde, türk beyninde mevcut bir boşluğun nedenini açıklayan bir boşluk vardır. son dil devrimine kadar türkçe’de ‘ilginç’ kelimesinin karşılığı yoktu. bunun nedenini de ortaçağ türkü’nün çevresine ilgi duymayan kafasının olmasıydı, türk olayları kabullenir, anlar, fakat batılı anlamda ilgi duymazdı. dolayısıyla, türkler sakin oldukları, sorun çıkarmadıkları sürece konstantinapol’da yaşayan batılı devletlerin vatandaşlarının iç işlerine ve ticareti nasıl yürüttüklerine aldırmadılar.” sir henry luke, eski ve yeni türkiye, 1955.

    no. 3: “kesinlik yoksunluğu, aslında doğulu kafasının genel karakteridir. avrupalı sağlam düşünür. meseleleri açıkça ortaya koyar. mantık öğrenmemiş dahi olsa, doğuştan mantıklıdır. doğal olarak şüphecidir ve bir öneriyi kabul etmeden önce kanıt ister. daima canlı duran zekası makine gibi çalışır. doğu kafası ise ülkesinin pitoresk görüntüleri gibi en yüksek noktada simetri duygusundan yoksundur. düşünce sistemi düzensiz ve dağınıktır. arapların ataları söz ilimini en yüksek dereceye kadar çıkarmışlarsa da, onların torunları en dar anlamda düşünce yeteneğinden bile yoksun kalmışlardır. geçerliliğini kabul ettikleri en basit önerilerin sonuçlarını düşünmekten acizdirler. herhangi bir müslüman mısırlı’ya sorsanız, vereceği cevaplar genellikle çok uzun ve karanlık olacaktır. hikayenin kendisi ile çelişkiye düşecektir. arada küçük bir soru sorarsanız şaşkınlığı daha da artacaktır.” lord evelyn baring cromen, modern mısır, 1908

    no. 4: “türk’e uyacak rejim yoktur. kendisini ‘komünist’ olarak tanımlarken, yönetime kızgınlığının nedeninin kapitalistik emellerini gerçekleştirememek olduğunu görürsünüz. ‘eşitsizlik’e kızdığına inanır ama karşı çıktığı eşitsizlik, kendisine fazladan çıkar sağlamayan eşitsizliktir. türk sadece kendisine yapılan haksızlıkları düzeltecek bir hükümet değil, ona herkese verdiğinden daha çok bir şeyler verecek hükümet ister.” philip glazebrook, 1977

    no. 5: “şurası bir gerçektir ki, müslüman halkların arsında büyük filozoflar yetişmiştir. bunların bazıları arap’tır, fakat sayıları azdır, arap zekası ister dış dünya ile ilişkili, ister kendi düşünce dünyasına kapanmış olsun, somut ve kişisel olayların dışında derin duygular üretemez. öyle sanıyorum ki, profesör macdonald’ın doğu’nun karakteristik özelliği olduğunu söylediği ‘kanun kavramı yoksunluğu’nun ardında yatan temel faktör budur”h.a.r. gibb, islamiyet’te çağdaş akımlar, 1947

    no. 6: “doğulunun kafasında kanun kavramı yoktur.” macdonald (???)

    no. 7: “muhammedilerin kuran’ı, anlaşılmaz, hazmedilemez, başı sonu belirsiz, uzun, nefes aldırmayan, can sıkıcı, çok katı, düzensiz, çekilmez, aptalca kaleme alınmış bir kitaptır.” tomas carlyle, kahramanlar, kahramanlara tapınma ve tarihte kahramanlık unsurları, 1841

    no. 8: “ölümün şeref olabileceğini düşünen insanlar, tanım itibariyle fanatiktirler. kana susamış, intikam ve şahadet içgüdüsü binlerce silahsız iranlıyı askerin karşısına geçip ayaklandırmaya sevk etmiştir. bu başkaldırmanın rasyonel bir açıklaması olduğu düşünülemez.” ray moseley, chicago tribune, 1978

    v.s.” 3

    stadewide governing board, dediğimiz bu kurul, harward’ın -ve eyaletteki diğer üniversitelerin- rektörünü atar, üniversitelerin bütçelerini hazırlar ve akademik programları onaylar,” diye sürdürdü, “tabii, bunun dışında, yine üyeleri onaylar,” diye sürdürdü, “tabii, bunun dışında, yine üyeleri eyalet valisi tarafından atanan, ‘yönlendirici kurul’, ‘tavsiye edici kurul’, ‘eyalet planlama dairesi ve tabii, sonuncusu,” gülümsedi, “ama en az önemlisi değil, harvard’ın kendi mütevelli heyeti vardır. bu bakımdan, siz üniversitelerin idari ve mali bağımsızlığından söz ettiğiniz zaman, ne demek istediğinizi anlayamadım. bağışlayın!” 4

    “herkes tarihini nasıl işine gelirse, öyle sistemleştirmiyor mu?” diye meydan okudu, “sizi alalım, amerikan tarihini ingiltere’den göçle başlatmıyor musunuz? siz gelmeden önce, orada kızılderililer, yani biz asyalılar, yok muyduk? avrupalılar tarihlerini, halklarını yüreklendirecek bir dizi olumlu olay üzerine oturtmadılar mı? ilerleme, gelişme duygusu veren bir dizi olay? yarım milyon pencaplıyı kestiklerini, bir milyon kara deriliyi boğazladıklarını kimse söylemiyor.” 5

    “bundan önceki işlerinin daha çok dokü-drama dedikleri, yarı dramatik belgeseller olduğunu öğrenmiştik. her neyse, günay’a geldiği –daha doğrusu benim dergah’ta karşılaşıp da getirdiğim- o gün tülin de vardı! hollywood’un dışında ‘paragöz musevi prodüktörlerden uzak’, aynen bu kelimeleri kullanmıştı, bir ikinci ‘yapımcılar halkası’ oluşturmaya çalıştıklarını anlatmıştı. bu ikinci halka, gittikçe daha da kötüleşen amerikan fimlerine alternatif filmler üretecek, musevi sermayesine boyun eğmeyen avrupalı ya da avrupa’ya yerleşmiş yönetmenlerle ve tabii rodoplu gibi yerli senaristlerle çalışacaktı. diana’nın şirketi bu halkanın türkiye ucunu oluşturacaktı. ne ki, önerdiği proje bu anlattıklarıyla çakışmıyordu. şöyle ki, projesi türkiye’nin güzelliklerini sergilemeyi hedefliyordu ki, buraya kadar rodoplu’nun bir itirazı yoktu ancak filmin pazarlanabilir olması için humeyni rejiminden kaçan iranlılar konu edilecekti ve rodoplu’nun burada itirazı değil düpedüz reddi ile karşılaştı. diana, ‘fanatik’ islam’dan, -ne demekse!- kaçan iranlıların, türkiye üzerinden, amerika’ya göç ederken başlarına gelenler, ihanetler, entrikalar vs. vs.’nin çok heyecan verici olacağını söylüyordu. bu arada, iran sarayından bir kadının da, incirlik üssü’nde bir amerikalı pilot ile aşk macerası vardı.

    günay “bak diana, sana iran senaryosu yazmam,” diye kesip atmıştı, “önyargıları perçinleyecek film yapmam. hele de , hollywood bugüne kadar tek bir filistin filmi yapmazken, vanessa redgrave’i filistinlilere arka çıktı diye on yıldır aforoz ederken, yapmam, çünkü senin ülkende, ‘basü badel mevt çadırları’ denilen çadırlarda , baptistlerin isa’yı anımsatsın diye koyunları çarmıha gerdiklerini, değme cerrahi’ye taş çıkaracak zikir seanslarında kendilerini hipnotize ettiklerini gördüm ben. ‘biz evliya olduk,’ diye haykırarak kendilerini yerden yere atanları gördüm. hal buyken, sırtını zincirle döven iranlıyı neden afişe etmem.”

    bu iş böylece bitti, ama diana türkiye’den ille de bir film çıkarmak istiyordu. bunun üzerine, günay ona selahaddin eyyubi’yi tanıttı.

    rodoplu, eyyubi’yi, diana’ya öyle uzun anlattı ki, kadın ikna oldui filmin adını bile belirlediler: yaş yaraşır eyyubiye! söylediğim gibi, sofokles’in, elektra’sının , eugene o’neill uyarlamasına öykünmüşlerdi.” 6

    “batı bunu bize her zaman yapar! kendilerini tanımlamak için bir anti-tez ararlar. bulamadıkları zaman yaratırlar. yarattıkları ile bir süre, elli yıl, yüz yıl oyalanırlar. sonunda, aradıkları anti-tezin aslında kendi uydurmaları olduğunu anlarlar. ne ki, bu defa da kendilerini fena halde kazık yemiş hissederler. düşman kesilirler.” 7

    1 alev alatli, nuke türkiye, altıncı basım, kasım 2001,alfa yayınları sayfa: 16
    2 a.g.e., sayfa: 44
    3 a.g.e., sayfa: 54-55
    4 a.g.e., sayfa: 116
    5 a.g.e., sayfa: 175-176
    6 a.g.e., sayfa: 334-335
    7 a.g.e., sayfa: 424
  • birçok sağlam tespitin yanında, günay rodoplu'nun istanbul üniv. iktisat fakültesinde kısa süren öğretim üyeliği deneyimi çarpıcıdır. doktora düzeyinde verilen bir istatistiğe giriş dersi, temel aritmetik bilgisinden yoksun öğrenciler ve akademik dünya..
  • or'da kimse var mı? serisinin ikinci kitabı olan nuke türkiye; türkiye'ye gelen biri dindar yahudi diğeri dindar hristiyan kökenli ancak kendi inanç ve kimlikleriyle çelişkiler yaşayan david ve diana'nın gözlemlerini anlatan alev alatlı romanıdır.

    harvard mezunu ünlü bir psikiyatrist ve aynı zamanda siyonizm karşıtı bir yahudi din adamının oğlu olan david pavloviç, bir vakıf ile bir türk üniversitesinin ortak projesi doğrultusunda dil devrimini ve türk basınını araştırmaktadır. aynı zamanda türk zihniyeti ve rasyonelizm üzerine çalışmaktadır. david'in kitaptaki öyküsü zihnindeki doğulu imgesinin zamanla kırılması üzerine kuruludur. kitabın bir bölümünde "isa mesih! müslüman bulamıyorum" demektedir. david pavloviç'in ermeni akademisyen kevorkian'a yazdığı mektuplar oldukça derin ve türkiye hakkında zihin açıcı tespitleri barındırır.

    diana pavloviç ise tıpkı eşi david gibi dindar bir hristiyan ailenin kızıdır. onun amacı; iran devrimi'ni anlatan bir film çekmektir. bununla birlikte türkiye üzerine gözlemler yapmakta, nesibe isimli yörük kökenli hizmetçisini dönüştürmektedir. serinin bir önceki kitabı olan viva la muerte'de de yer almıştır.

    ve elbette ki, günay rodoplu. bu karakteri anlatmaya kelimeler yetmiyor.

    nuke türkiye; roman anlamında bakılırsa viva la muerte'den daha gelişmiştir. hem anlatım hem dil yönüyle okuyucu için daha kolay okunur durumdadır. tıpkı viva la muerte'de olduğu gibi bu kitapta da üzerinde durup uzun uzun düşünülmesi gereken tespit ve yorumlar ardı ardına sıralanır. ilk kitaptan farklılaştığı yanı; alev alatlı'nın ilk kitapta yalnızca günay rodoplu karakterinin yorumlarını aktarırken bu sefer hem diana, hem david hem de günay ve hikayenin anlatıcısı konumunda olan mehmet üzerinden yorumlarını aktarmasıdır. aynı zamanda akademisyen david pavloviç'în karşılaştığı çeşitli görüşlerden öğrencilerin jargonunun yansıtılış biçimi alev alatlı'nın ne kadar gelişmiş bir entelektüel olduğunu ortaya koyuyor.
hesabın var mı? giriş yap