• alfred hitchcock presents dizisinin en taninmis bolumlerinden biri, 4 rooms'daki tarantino bolumunun ilham kaynagi. hikaye bir cakmagin 10 kere ustuste yanabilmesi iddiasi uzerine kurulu. cakmak sahibi kazanirsa yeni bir spor araba sahibi olacak, kaybederse bir parmagi kesilecek. roald dahl'in bir hikayesinden uc defa televizyona uyarlanmis.
    1960 versiyonu herhalde zamaninda turkiye televizyonunda gormus oldugumuz, steve mcqueen ve peter lorre var. 1985'teki ise
    basrollerde john huston, steven bauer ve hatta kim novak. tippi hedren garson olarak konuk oyuncu, kizinin* da kisa bir rolu var. muzik basil poledouris. benim hafizamda bunlar birlesmis, mcqueen ile novak karsilikli oynuyor...
    (duzeltme icin axellennox'a tesekkurler!)
  • güneyli adam, roald dahl'ın yetişkinlere yazdığı öykülerinin her biri ayrı grotesk karakterlerinden en huzursuz edeni.
    kişinin, yeri geldiğinde saçma sapanlığın dibine vurabilen içsel-dışsal sorularına sorgulamalarına fener tutan sürprizci roald dahl öykülerinden biri. okurken vuku bulan ''ben bunu nereden hatırlıyorum?'' şüphesi hem her insan evladının içinde saklı bahisçi fantezilerinden hem de izlenmişse 4 rooms'daki quentin tarantino imzasından gelmekte.

    güneyli olmak ile bahisçi olmak arası bir diğer ince çizgi örneği için (bkz: intacto)
  • alfred hitchcock presents serisi dahilinde 60 ve 85 senelerinde iki kez çekilmiş efsane öykü. 60 yapımı orjinalinde steve mcqueen ve peter lorre vardır başrollerde.

    izlemek için:
    http://www.youtube.com/watch?v=k9pqqkef4oi

    http://www.imdb.com/title/tt0508196/combined
  • aynı hikayenin günümüzün sigarasız toplumunda geçecek bir versiyonu, splenda kutusundan art arda 10 kere tatlandırıcı tablet çıkarabilmek üzerine kurulabilir.
  • enfes bir roald dahl öyküsü. ülkü demirtepe çevirisiyle:

    "saat altıya geliyordu. gidip bir bira aldım ve yüzme havuzunun oradaki bir şezlonga oturup şöyle biraz akşam güneşi alayım dedim. bara gidip birayı alarak bahçeyi geçip havuza gittim. çimenleri,açelya tarhları ve uzun hindistancevizi ağaçlarıyla güzel bir bahçeydi. hindistancevizi ağaçlarının tepelerini uçururcasına esen sert rüzgar, yaprakları sanki tutuşuyormuş gibi çatırdatıyor ve ıslık sesleri çıkarıyordu.

    havuzun çevresinde bir sürü şezlong ile beyaz masalar ve cart renkli kocaman şemsiyeler vardı. güneş yanığı erkekler ile kadınlar mayolarıyla oturuyordu. havuzun içinde üç dört kız ile hemen hemen bir düzine oğlan, suları etrafa sıçratıp bağıra çağıra kocaman lastik bir topu birbirlerine atıyordu. onları ayakta bir süre seyrettim. kızlar oteldeki ingiliz kızlardı. oğlanları tanımıyordum ama aksanları amerikalıya benziyordu. o sabah limana girmiş olan amerikan deniz harp okulu öğrencileri olsa gerekti.

    gidip dört şezlongun da boş olduğu yerdeki sarı bir şemsiyenin altına oturdum. biramı bardağa boşaltıp bir sigara yakarak rahatça geriye yaslandım.

    güneşte sigara ve birayla oturmak pek keyifliydi. ayrıca oturup etrafa yeşil suları sıçratarak havuzun içinde oynaşanları seyretmek de hoşuma gitmişti. amerikan denizciler ingiliz kızlarla bayağı yakınlık kurmuşlar, suyun altına dalarak kızları bacaklarından tutup devirme safhasına kadar gelmişlerdi.

    tam o sırada, havuzun etrafında pire gibi canlı adımlarla dolaşan ufak tefek yaşlıca bir adam dikkatimi çekti. tertemiz beyaz bir takım elbise giyinmişti. küçük küçük adımlarla zıplayarak yürüyor ve her adımda parmak uçlarının üstüne yükseliyordu. başında kocaman krem rengi panama bir şapka, sıçraya sıçraya havuzun kenarına gelip insanlara ve şezlonglara baktı. yanımda durdu ve gayrımuntazam, hafifçe kararmış iki sıra küçük dişini göstererek gülümsedi. ben de gülümsedim.

    - özüğ pağdon, oturabiliğ miyim buğaya?

    - elbette, dedim, buyurun.

    güvenli olup olmadığını incelemek için eğilip sandalyelerin arkalarını yokladı. sonra oturup bacak bacak üstüne attı. beyaz güderi ayakkabılarının tüm yüzeyi, ayaklarının havalanması için delik delikti.

    -güzel biğ akşam, dedi.jamaika’da bütün akşamlağ güzel.

    aksanının italyan mı, yoksa ispanyol mu olduğunu anlayamadım ama güney amerika’nın bir yerinden olduğuna oldukça emin oldum. yakından bakılınca yaşlıydı da. muhtemelen altmış sekiz-yetmiş civarında.

    - evet,dedim. burası harikulade değil mi?

    - peki şoğabili miyim ki, şunlağ kim? bunlağ otel misafiri değilleğ. havuzun içindeki gençleri gösteriyordu.

    -sanıyorum amerikalı denizciler, dedim. uygulamalı eğitim yapan amerikalı denizciler.

    -ameğikan olduklağına şüpe yok tabii. dünyada başka kim bu kadağ güğültü yapacak? siz amerikan değil, hayığ mı?

    - hayır, dedim, değilim.

    amerikalı denizci öğrencilerinden birisi birdenbire önümüzde durdu. havuzdan çıkmış, üstünden sular damlıyordu ve yanında da ingiliz kızlardan birisi vardı.

    -bu şezlonglarda oturan var mı? diye sordu.

    -hayır, diye cevap verdim.

    - sakıncası yoksa oturabilir miyim?

    - buyurun.

    - teşekkürler, dedi. elinde bir havlu vardı. oturunca havluyu açtı ve ortaya bir paket sigara ile bir çakmak çıkardı. kıza sigara ikram etti, kız geri çevirdi, sonra bana ikram edince ben bir tane aldım. küçük adam, ”teşekküğ edeğim hayığ, ama been puğo içeyim.” timsah derisinden bir kutu çıkardı ve bir pura aldı. sonra ucunda küçük bir makas olan bir çakıyla puronun ucunu kesti.

    - izin verirseniz yakayım, dedi amerikalı çocuk, çakmağını uzatarak.

    - o bu ğüzgağda çalışmaz.

    - kesinlikle çalışır. her zaman çalışır.

    küçük adam yanmamış purosunu ağzından çıkardı ve başını kaldırıp çocuğa baktı.

    - heğ jaman mı? dedi, ağır ağır.

    - tabii ki, hiç yanmamazlık etmez. hele benim elimde hiç aksamaz zaten.

    ufak adam kafasını kaldırmış hala çocuğu seyrediyordu. “iyi iyi.o jaman. şen diyoğsun ki bu ünlü çakmak, hiçbiğ jaman çakmamajlık etmej. şöğlediğin bu,değil mi?

    - kesinlikle,dedi çocuk,tastamam doğru.

    uzun çilli yüzü ve kuş gagası gibi sivri burnuyla on dokuz yirmi yaşlarında bir çocuktu. henüz bronzlaşmamış açık kızılımsı tüylü göğsü de çilliydi. ateşleme çarkını çevirmek üzere hazır vaziyette çakmağı sağ elinde tutuyordu. ”her zaman yanar” derken küçük övüncünü kasten abarttığı için şimdi gülümsüyordu.

    - her zaman yandığını size kanıtlarım.

    - biğ dakka lütfen. küçük adam puroyu tuttuğu elini, trafiği durduruyormuş gibi avucunu dışa dönük kaldırdı. biğ dakkacık duğ şimdi. garip bir şekilde yumuşak ve perdesiz bir sesi vardı. çocuktan gözünü ayırmıyordu.

    - ufak biğ bahşe vağ mışın? çocuğa gülümsüyordu. şenin çakmağın yanıp yanmayacağına ufak biğ bahşe vağ mışın?

    - elbette, girerim,dedi çocuk. niye olmasın?

    - bahişten hoşlanıyoğsun?

    - elbette, ben her zaman bahse girerim.

    adam durdu ve purosunu inceledi. davranış biçiminden pek hoşlanmadığımı belirtmeliyim. çocuğu mahçup edip bundan bir şey çıkarmaya çalıştığı ortadaydı. ek olarak kendine ait kişisel küçük bir sırrın ona haz verdiği duygusuna da kapıldım.

    çocuğa tekrar baktı ve yavaş yavaş,”ben bahşi şeveğim”dedi,”bij giğmiyelim mi niye iyi biğ bahşe? şööle büyük.”

    - durun bir dakika, dedi çocuk.ben öyle büyük bir bahse giremem. fakat bir çeyreğine olur. hatta bir dolarına, yahut da bunun biraz üzerine. şiline belki.

    küçük adam elini salladı tekrar. ”dinle beni. şimdi biğaj eğlenelim. bahşe giğeğij. şonğa oteldeki odama çıkağıj, rüjgağ yoktuğ oğda ve şen şu meşhuğ çakmakla hiç atlama yapmadan on keğe yakamaşsın. bahşimij bu.

    - ben de yakabileceğim üzerine giriyorum, dedi çocuk.

    - tamam. iyi. bahse giğdik, eveet?

    - elbette. bir papel koyuyorum.

    - yo yo, sana çok iyi biğ bahiş yapıcam. ben zengin adamım, hem de kumağbajım. dinle beni. vağ benim ağabam otelin dışağışında. çok iyi ağaba. amerikan ağabası, şenin memleketten, cadillac...

    - hey dur bakalım biraz,dedi çocuk, şezlongda geriye yatıp kahkahalarla güldü. ben öyle bir malın karşılığını koyamam. bu çılgınlık.

    - hiç de değil çılgınlık. çakmağın on keğe başağıyla çakağşa cadillac senin. bu cadillac şenin olsun isteğşin,eveet?

    - elbette bir cadillac’ım olsun isterim, dedi çocuk, hala sırıtarak.

    - pekala. iyi. bahşe giğiyoruj, ben cadillac’ımı koyuyoğum.

    - peki ben ne koyacağım?

    küçük adam hala yakılmamış purosunun üzerindeki kırmızı bantı dikkatle çıkardı. ”hiç iştemem doştum, altından kalkamayacağın biğ şeyi oğtaya koymanı. anlıyoğşun?”

    - ne koyacağım öyleyse?

    - şenin için biğ kolaylık yapajağım,eveet?

    - olur, yap bakalım.

    - kaybetmeği kaldığabileceğin küçük biğ şey.onu kaybedecek olşan, kendini çok da kötü hişşetmeşsin. tamam?

    - mesela ne?

    - meşela, şol elinin şu serçe parmağı.

    - benim neyim? çocuk sırıtmaya bıraktı.

    - evet. neden olmaşın ki? şen kajanığşan ağabayı alığşın. kaybedeğşen pağmağı ben alığım.

    - anlayamıyorum. parmağı almakla ne demek istiyorsunuz?

    - onu keşip alacağım.

    - haydaa! bu çok çılgınca bir bahis. benim koyup koyacağım ancak bir dolardır.

    küçük adam arkasına dayandı. ellerini uzatıp avuçlarını açtı ve aşağılayıcı bir tavırla hafifçe omuz silkti. ”pekala,pekala,pekala,”dedi.” anlamıyoğum. şen çakmağın çaktığını şöylüyoğ ama bahşe giğmiyoğ. öyleyse unutalım gitşin eveet?”

    çocuk havuzda yüzenlere bir süre gözünü dikip sessizce oturdu.sonra birden sigarasını yakmamış olduğunu hatırladı. sigarayı dudaklarının arasına koyup elini rüzgara karşı siper ederek çakmağı çaktı. fitil tutuştu, küçük,sabit ve sarı bir alev göründü .ellerini tutuş şeklinden ötürü rüzgar aleve ulaşamamıştı.

    - ben de yakabilir miyim? dedim.

    - tanrım, afedersiniz. sizin ateşiniz olmadığını unuttum.

    çakmak için elimi uzattım, ama o yerinden kalkıp benimkini yakmak için yanıma geldi. teşekkür ederim, dedim.çocuk yerine döndü.

    - zamanınız iyi geçiyor mu? diye sordum.

    - iyi, diye cevap verdi çocuk. burası güzel bir yer.

    sonra sessizlik oldu. saçma sapan teklifiyle küçük adamın çocuğu tedirgin etmekle başarılı olduğunu görebiliyordum. çocuk yerinde son derece sakin oturuyor ve içinde küçük bir gerilimin oluşmaya başladığı belli oluyordu. derken yerinden kalkar gibi yaptı, göğsünü ovuşturdu, ensesine vurdu ve sonunda her iki elini de dizlerine koyup parmaklarıyla dizkapaklarına tıp tıp tıp vurmaya başladı.biraz sonra da ayağının biriyle tık tık vurmaya başladı.

    - şu sizin bahsinizi tam olarak öğreneyim, dedi sonunda. odanıza çıkacağımızı ve bu çakmak on kez çakarsa bir cadillac kazanacağımı söylüyorsunuz. bir kez bile çakmayacak olursa, o zaman ceza olarak sol elimin serçe parmağını kaybedeceğim. doğru mu?

    - tamamen. işte bahiş bu. ama şen galiba koğkuyoğşun.

    - kaybedecek olursam ne yapacağız. onu kesmeniz için parmağımı uzatmam mı gerekecek?

    - ah hayığ! iyi olmaj bu. ujatmayı iştemeyebiliğşin. yapacağım şey, bij işe başlamadan öne elleğinin biğişini maşaya bağlamak olacak. ben elimde bir bıçakla, çakmağın çakmadığı anda keşmek için oğada duğacağım.

    - cadillac kaç model?”

    - öjüğ pağdon. anlamıyoğum.

    - hangi yıl... cadillac kaç yaşında?

    - ha! kaç yaşında? eveet,bu yılın. yeni biğ araba. fakat göğüyoğum ki sen bahiş adamı değilşin. ameğikanlağ hiç giğemejleğ bahşe.

    çocuk yalnızca bir an durakladı ve önce ingiliz kıza,sonra da bana bir göz attı. ”evet” dedi sertçe.”sizinle bahse gireceğim.”

    “iyi! küçük adam ellerini bir kez sessizce birleştirdi. güjel,dedi,şimdi başlıyoğuj. ve şij efendim, diye bana döndü, belki şij uygunşunujduğ... ne deniğ ona... hakemlik yapmaya.

    minicik parlak gözbebekleri ve soluk, nerdeyse renksiz gözleri vardı.

    - şey,dedim. bence delice bir bahis bu. bunu yapmayı pek isteyeceğimi sanmıyorum.

    - ben de yapmam,dedi ingiliz kız. kız ilk kez konuşmuştu. bana göre aptalca,saçma bir bahis.

    -kaybedecek olursa, bu çocuğun parmağını kesme konusunda ciddi misiniz? diye sordum.

    -elbette ciddiyim. kajanığşa cadillac’ı veğmekte de ciddiyim. gelin şimdi. benim odama çıkıyoj.

    ayağa kalktı. ”üştünüje biğ şey giymek isteğşinij önce?”diye sordu küçük adam.

    - hayır, diye cevap verdi çocuk, böyle geleceğim. sonra bana dönerek, eğer bizimle gelip hakemlik yaparsanız bana iyilik yapmış olursunuz, dedi.

    - sen de, dedi kıza. gel ve izle.

    küçük adam bahçeden otele giden yolda önden gidiyordu. şimdi canlı ve heyecanlıydı. bu da onu yol boyu yürürken parmak uçlarında eskisinden daha da fazla sıçratır olmuştu sanki.

    - ek binada kalıyoğum ben,dedi. önce ağaba göğmek isterşiin? hemen şuğda.

    otelin önündeki yolu görebileceğimiz yere götürdü bizi ve durup biraz ötede park edilmiş pırıl pırıl açık yeşil renkli cadillac’ı eliyle işaret etti.

    -işte şuğda. yeşil olanı. beğendiin?

    - şey, güzel bir araba,dedi çocuk.

    - pekala. şimdi yukağı çıkıp kajanabilecek mişin bakalım.

    ek binaya giren küçük adamı takip etttik ve merdivenle bir kat yukarı çıktık. kapısını kilitlememişti ve biz hep beraber geniş, çift yatak odalı hoş bir suite girdik. yataklardan birinin ayak ucunda bir kadının sabahlığı duruyordu.

    - önce, dedi adam, biğaj mağtini içelim.

    içkiler ötedeki köşede, küçük bir masanın üzerinde duruyordu. bütün malzeme hazırdı; bir sürü bardak, buz ve karıştırıcı kap. martiniyi yapmaya başladı. bu arada da zili çalmıştı kapı vuruldu ve zenci bir hizmetçi kız içeri girdi.

    ah! dedi, cebinden bir cüzdan çıkarmak için cin şişesini elinden bıraktı ve cüzdandan bir poundluk banknot çekti. şimdi benim için biğ şey yapacakşın, lütfen, diyerek pound’u hizmetçiye verdi.

    -bunu al, dedi. bij şimdi buğada küçük biğ oyun oynayacağıj. şimdi gidip bana iki, hayır üç şey bulmanı istiyoğum şenden. biğkaç çivi, biğ çekiç, biğ bıçak, mutfaktan ödünç alabileceğin bir kaşap bıçağı. alabiliğsin,eveet?

    - kasap bıçağı! hizmetçinin gözleri faltaşı gibi açıldı, ellerini önünde kavuşturdu. gerçek bir kasap bıçağı mı demek istiyorsunuz?

    - evet, evet, elbette. hadi şimdi lütfen. bunları benim için bulabiliğşin, mutlaka.

    - evet, efendim. deneyeyim efendim. onları mutlaka bulmaya çalışacağım. ve sonra kız gitti.

    adam aramızda dolaşarak martinileri eliyle ikram etti. bizler ve çilli yüzlü, gaga burunlu, solmuş kahverengi mayosu dışında çıplak olan çocuk, ayakta içkilerimizi yudumladık. iri kemikli, sarı saçlı ingiliz kızın üzerinde açık mavi renkli bir mayo vardı. bardağının üzerinden sürekli çocuğu izliyordu. renksiz güzlü küçük adam lekesiz beyaz takım elbisesiyle orada durmuş bir yandan martinisini yudumluyor, bir yandan da açık mavi mayolu kıza bakıyordu. bütün bunlara ne anlam vereceğimi bilemiyordum. adam bahis konusunda da, parmak kesme işinde de ciddiye benziyordu. fakat lanet olsun, ya çocuk kaybederse? o zaman çocuğu, kazanmamış olduğu cadillac’la acele hastaneye yetiştirmemiz gerekecekti. bu çok hoş olacaktı doğrusu. şu anda yapılacak daha iyi bir şey olamaz mıydı? ama görebildiğim kadarıyla bu lanet, aptalca ve lüzumsuz şey olacaktı.

    -bu bahsin aptalca olduğunu düşünmüyor musunuz? dedim.

    - iyi bir bahis olduğunu düşünüyorum,diye cevap verdi çocuk. büyük bir martiniyle kafayı bulmuştu bile.

    - ben bunun aptalca,saçma bir bahis olduğunu düşünüyorum, dedi kız. kaybedersen ne olacak?

    - önemi olmayacak. düşün bir kez. sol elimdeki küçük parmağın hayatımda hiçbir faydası olduğunu hatırlamıyorum. işte bak. çocuk küçük parmağını kapattı. bak işte. şimdiye kadar hiçbir işime yaramadı. peki şimdi neden onu ortaya koymayayım? bence iyi bir bahis. küçük adam gülümsedi ve karıştırma kabını alıp kadehlerimizi tekrar doldurdu.

    - başlamadan önce, dedi adam, ağaba anahtağını şeye... hakeme takdim edeyim. cebinden bir araba anahtarı çıkarıp bana verdi. kaatlağ, dedi ağaba sahiplik kaatlağı ve sigoğta kaadı toğpidoda.

    derken zenci hizmetçi tekrar içeri girdi. bir elinde kasapların kemik doğramak için kullandıkları cinsten küçük bir bıçak ve öbür elinde de bir çekiç ile bir torba çivi vardı.

    - güzel! hepsini aldın. teşekküğ. teşekküğ. teşekküğ. gidebiliğşin şimdi.

    hizmetçi kapıyı kapatıncaya kadar bekledi, sonra araç gereci yatağın birinin üzerine koyup, hazığız
    ağtık,eveet? diye sordu. çocuğa da, bana yağdım et lütfen, şu masa için. dışa çekeceğiz biğazcık.

    yaklaşık bir yirmiye doksan boyutlarında dikdörtgen, sade, alışılmış cinsten bir otel yazı masasıydı. üzerinde kurutma kağıdı,mürekkep,kalem ve kağıt vardı. masayı duvardan uzaklaştırıp odanın ortasına doğru taşıdılar ve üzerindeki yazı takımını kaldırdılar.

    - şimdi, dedi küçük adam, biğ sandalye. bir sandalye alıp masanın yanına yerleştirdi.

    bir çocuk partisinde oyun düzenleyen bir insan gibi son derece çevik ve canlıydı. çivileğ çivileği maşaya çakmam lajım, dedi. gidip çivileri getirdi ve onları masanın üstüne çekiçle çakmaya başladı. hepimiz etrafında; çocuk, kız ve ben, ellerimizde martiniler küçük adamı iş başında seyrediyorduk. masaya iki çiviyi, birbirinden yaklaşık on beş santim aralıklı olarak çaktı. çivileri tahtaya gömülecek şekilde çakmayıp küçük bir kısmını yukarıda bıraktı. sonra da parmaklarıyla çivilerin dayanıklılığını ölçtü. orospu çocuğunun bunu daha önce de yapmış olduğu geliyordu insanın aklına. hiçbir tereddütü yoktu. masa, çekiç, kasap bıçağı. neye ihtiyacı olduğunu ve bunları nasıl kullanacağını tam anlamıyla biliyordu.

    - şimdi de, dedi, biğaj ipe ihtiyacımız vağ. biraz ip buldu. tamam. nihayet hajığıj. lütfen otuğuğsunuj maşaya? dedi çocuğa.

    çocuk kadehini bırakıp oturdu.

    - şimdi lütfen şol elini bu iki çivi ağaşına koy. çivileğ elini bu yeğe bağlayabilmem için. tamam. iyi. şimdi elini maşaya şımşıkı bağlayacağım.

    ipi çocuğun bileğine bağlayıp elinin geniş kısmına da birkaç kez doladıktan sonra çivilere sıkıca bağladı. gayet becerikliydi. işi bitirdiği zaman çocuğun elini oradan çekebilme imkanı hiç kalmamıştı. fakat parmaklarını oynatabiliyordu.

    - şimdi lütfen, elini yumğuk yap, küçük pağmak dışında. küçük pağmağın maşanın üjeğine ujanık olmalı. mükemmel! şimdi hajığıj. şağ elinle çakmağı çalıştığ. ama biğ dakka lütfen.

    yatağa atladı ve bıçağı aldı. geri gelip elinde bıçakla masanın yanında ayakta durdu.

    - hazığız hepimiiiz? diye sordu. bay hakem, başlamamıjı şöylemelişinij.

    ingiliz kız çocuğun iskemlesinin tam arkasında açık mavi mayosuyla duruyordu. orada sadece duruyor, tek bir şey söylemiyordu. çocuk sağ elinde çakmak, gözü bıçakta, oldukça sakin oturuyordu. küçük adam bana bakıyordu.

    - hazır mısınız? diye sordum çocuğa.

    - hazırım

    - ya siz? dedim küçük adama dönerek.

    - hajığ sayılığım,dedi ve bıçağı havaya kaldırıp kesmeye hazır vaziyette çocuğun parmağının yarım metre yukarısında tuttu. çocuk onu izliyor ama çekinmiyordu ve ağzı hiç kımıldamıyordu.sadece kaşlarını kaldırıp sonra da çattı.

    - pekala,dedim,başlayın.

    çocuk, ”ben çakmağı çaktıkça,siz sayıları yüksek sesle sayar mısınız lütfen?” dedi.

    - peki,dedim. öyle yaparım.

    çocuk başparmağıyla çakmağın kapağını kaldırdı, yine başparmağıyla çarkı sertçe çevirdi. çakmaktaşı kıvılcım saçtı ve fitil tutuşup küçük sarı bir alevle yandı.

    - bir! diye bağırdım.

    alevi üfleyip söndürmedi, çakmağın tepesini kapattı ve birkaç saniye kadar bekleyip sonra açtı. çarkı yine sertçe çevirdi ve bir kez daha küçük sarı bir alev fitilde göründü.

    - iki!

    hiç kimse bir şey söylemiyordu. çocuk gözünü çakmaktan ayırmıyordu. küçük adam da bıçağı havada tutuyor ve çakmağı izliyordu.

    - üç

    - dört!

    - beş!

    - altı!

    - yedi!

    bunun iyi çalışan çakmaklardan biri olduğu belliydi.çakmaktaşı iyi kıvılcımlıyordu, fitil de tam uygun uzunluktaydı. çocuğun alevin altında duran başparmağını izliyordum. bir duraklamadan sonra tekrar çakmağın kapağını kaldırıyordu. hepsi parmağın yönettiği bir operasyondan ibaretti. her şeyi yapan başparmaktı. sekiz demeye hazır olmak için bir nefes aldım. başparmak çarkı çevirdi. çakmaktaşı kıvılcımlandı. küçük alev gözüktü.

    - sekiz! dedim, ve bunu söylediğim sırada kapı açıldı. hepimiz döndük ve ufak tefek siyah saçlı, oldukça yaşlı bir kadının kapı aralığında durduğunu gördük. orada iki saniye kadar durdu ve sonra, ”carlos!carlos!” diye bağırarak koştu. küçük adamın bileğini yakalayıp elinden bıçağı aldı ve yatağın üzerine fırlattı. sonra adamı beyaz takım elbisesinin yakasından tutarak büyük bir şiddetle sarsmaya başladı. bir yandan da, kulağa ispanyolca gibi gelen bir dilde adamla çabuk çabuk, yüksek sesle, öfke içinde durmadan konuşuyordu. kadın adamı öyle hızlı sarsıyordu ki, artık onu göremiyordunuz. hızlı dönen bir tekerleğin jant telleri gibi bedeni silikleşip bulanıklaştı ve sadece bir dış çizgi oldu.

    sonra kadın yavaşladı ve küçük adam tekrar görüntüye girdi. kadın onu odanın öteki tarafına çeke çeke götürüp yatağa doğru itti. küçük adam gözlerini kırpıştıra kırpıştıra, kafasının boynunun üzerinde hala dönüp dönmediğini anlamak için muayene ederek yatağın kenarına ilişti.

    - çok üzgünüm, dedi kadın. bu olanlara çok üzüldüm. mükemmele yakın bir ingilizce’yle konuşuyordu.

    - çok kötü, diye sürdürdü sözlerini. aslında benim hatam galiba. on dakika için gitmesine izin vermiştim. saçımı yıkatıp geri döndüm ve gördüm ki yine aynısını yapmakta. kadın üzgündü ve derin bir kaygıya kapılmış görünüyordu. çocuk masaya bağlı elini çözüyordu o sırada. ingiliz kız ve ben ise hiçbir şey söylemeden orada öylece duruyorduk.

    - bu adam bir baş belasıdır, dedi kadın. yaşadığımız memleket olan güney’de çeşitli insanlardan toplam kırk yedi parmak alıp on bir tane araba kaybetti. en sonunda,onu hapishaneye ya da tımarhaneye tıktırmakla tehdit ettiler. onun için onu alıp kuzey’e buraya getirdim.

    - bij sadece küçük biğ bahşe tutuşmuştuk, diye geveledi küçük adam oturduğu yataktan.

    - sanırım ortaya koyduğu bir arabaydı,dedi kadın.

    - evet,diye yanıtladı çocuk. bir cadillac.

    - onun arabası yok. araba bana ait. bahse girecek hiçbir şeyi yokken sizinle bahse girmesi durumu daha da vahim hale getiriyor, dedi kadın. bütün bunlardan utanıyor ve çok üzülüyorum.

    çok iyi bir kadına benziyordu.

    - pekala, dedim,öyleyse buyrun arabanızın anahtarını alın, anahtarı masanın üzerine bıraktım.

    - bij küçük biğ bahşe giğmiştik, diye yine geveledi küçük adam.

    - bahse gireceği hiçbir şeyi kalmadı, dedi kadın. dünya yüzünde tek bir şeyi yok. tek bir şeyi. aslında her şeyini çok zaman önce ben kazanıp aldım elinden. bunu yapmak zaman aldı, çok zaman aldı ve çok zor bir işti ama sonunda hepsini kazandım. kadın çocuğa bakıp gülümsedi, hüzünlü bir gülümsemeydi ve masanın yanına gelip anahtarı masadan almak içini elini uzattı.

    kadının elini o anda görebildim; sadece bir parmağı vardı; bir başparmak."
hesabın var mı? giriş yap