• dün gördüğüm belgesel film. neil postman'ın ünlü kitabı amusing ourselves to death'in bir bölümü vardı, şimdi kitap yanımda değil yanlış olmasın ama görselliğin, yazılı kültüre tecavüzünün en güzel örnekleri olarak ele alırdı belgeselleri. bu yapım da işte bunun nadide bir parçası. eğlenceli felsefe, gülünçlü hikayeler, fikre değil mimiklere vurgu.
    belgeselciliğin doğasında bulunan handikaplar akılda tutularak izlenirse hoş bir seyirlik olabilir: judith butler ve engelli arkadaşının diyalogları iyiydi, karizmatik hardt efendinin (bkz: #4011321) (bkz: #5306129) latin amerikalı devrimcilerden aldığı ayar güldürdü ("sizin orda dağ yok mu?" "gidin kendi ülkenizde devrim yapın bize daha çok yardımınız olmuş olur" gibi). ve tabii new york new york.
    son olarak zizek'in toefl'a sokulup speaking puanının ilan edilmesini talep ediyorum.
  • güncel düşüncelere ilişkin, bolca konu dışlansa da basit bir giriş sunan belgesel. bu basit anlatımların oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. çünkü, tarihin her anında olduğu gibi bu anında da teori; hayaller peşinde koşmakla, boş işlerle uğraşmakla ve kelime cambazlıklarıyla suçlanıyor. suçlayanlar ise, dokunduğu(yani okuduğu, tartıştığı, düşündüğü, yarattığı) her şeyi dışkılaştıran, kara delik misali çıkış noktalarını yutan bir kitleden ibaret. anlamadığından ötürü naiflikle suçladığı şeyler, bu kitlenin torunlarının hayatlarını değiştirecek olmasına ve tarih bu mücadele/değişim ikilisinin bütün izini taşımasına rağmen, kitlenin teori karşısındaki ahkam kesmeleri bir türlü tükenmedi.

    bu kitle türkiye'de oldukça kalabalık. kapitalizm, şovenizm ve fundamentalizm örtüsü altında saklanarak, zehrini bütün düşünme eylemlerine bulaştırır. sorarsan, türkiye'nin politik ve sosyal halinin suçlusu laiklerin radikalliği, romantik cihangir solcularının ütopikliği, postmodern(anlamını da bilmezler ya) akademisyenlerin zırvalıkları ve halktan kopuk türk aydınının özentilikleridir. halbuki günah keçisi ilan edilen bu kesimler ya iktidarı hiç ele geçirememiş ya da çok kısa aralıklarla, emanet olarak elinde tutmuştur. söz konusu sosyal ve politik kriz halinin sebebinin, yüzyıllardan beri bu coğrafyanın tartışmasız egemeni olan anti-teorik zihniyetleri olduğunu göremezler ya da görmezlikten gelirler. bazen de, görmezlikten gelme hali içerisindeyken, 'türkiye batı'dan farklıdır', 'burada teori işe yaramaz' gibi söylemlerle kendilerini meşrulaştırma çabasına girerler. halbuki iktidar mantığı, türkiye'nin söz konusu biricikliğine kapılmadan, dünyadaki her yeni tertibatı özümser. direnişte olduğunu sanan bu kitle ise, türkiye'nin biricikliğine saplanıp değişen direniş paradigmalarını takip etmez. sonucunda da nazi tanklarına saldıran polonyalı süvarilere dönerler. ama suçlu yine hazırdır: teori. çözüm olarak bulunan daha az teori ve daha az düşünme ile, fark etmeden, osmanlı'dan miras aldıkları gerileme fetişini pratiğe dökmeye başlarlar. sürecin sonunda, neden türkiye'den düşünür, sanatçı vb. yetişmiyor sorusuna oryantalizm cevabını vermekte bir beis duymazlar. halbuki kendileri, teori batı'nın tekelindeymiş gibi davranıp, bir oryantalist kimliğini gönüllü biçimde kabullenmektedirler.

    sonuç olarak güncel teoriye giriş, pratik değişimlerin nasıl teoriyle beraber doğduğunu görebilmeyi sağlar. naiflikle suçlanan bu teorik hareketlerin, dünya çapındaki her sistem karşıtı harekette en ileride olduğunu artık görmek gerekiyor. türkiye tarihinin en önemli direniş anlarından olan gezi parkı'na da tekrar bakmak gerekiyor; teoriyle birlikte oluşan pratik ve türkiye'de günah keçisi ilan edilen kısmın direniş mahiyeti o noktada gözüküyor.

    dipnot: avital ronell ciddi anlamda ve hala karizmatik.
  • 10’ar dakikalık seanslarla 9 ayrı filozofun kısa pas fikirlerini paylaştığı belgesel.
    michael hardt’ın 80’ler latin amerika ülkelerini gezip devrimlerine destek olmaya çalıştığı yıllarda kibarca “abi sen gidip kendi ülkende (amerika) devrim yapsan bizde bunlara gerek kalmayacak” diye *iktir çekilme hikayesi var ki dillere destan.
    zizek ve kaşınan burnu eksik olur mu? ikisi de var...
  • cornel west, slavoj zizek, michael hardt ve peter singer gibi ünlü filozoflarla yapılan kısa söyleşileri derleyen belgesel film. zizek yine her zaman ki gibi anlaşılmamakla birlikte west ve singer söyleşileri çok başarılı. her biri kendi ilgi duyduğu alanda konuşmaktadır. film hakkında kısa bilgi almak için zeitgeist films ve link patlayana kadar film
  • astra taylor'ın yazıp yönettiği bir felsefe röportajları silsilesi. belgesel kıvamında sokak sohbetleri kayıtları...

    silsilede kwame anthony appiah, judith butler, michael hardt, martha nussbaum, avital ronell, sunaura taylor gibi düşünür, akademisyen ve aktivistlerin yanı sıra cornel west, slavoj zizek ve peter singer gibi yeni dönem filozofları da yer alıyor.

    silsile, her zaman sokrates'e atfedilen "sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez" cümlesinin altına platon'un imzasını atarak başlıyor. platon, "sokrates'in savunması"nda sokrates'i konuşturur oysaki. bu başlangıç pek hoşuma gitmedi.

    görsellik ise önce kara yolu, sonra yürüyen yol, ardından park içindeki bir patika, peşinden kaldırım, ardından akarsu yolu, yürüyen merdiven, köy yolu, şehir içi ulaşım hattı gibi yollarda vücut buluyor. zira nedir? "felsefe, yolda olmaktır."

    ben özellikle singer ve west'in konuşmalarını beğendim. diğerleri orta seviye felsefi problemler üzerine yapılan orta seviye tartışmaların orta seviye cümleleriydi benim için.

    --- spoiler ---

    cornel west, sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez konusuna değiniyor. "felsefe insanın sonluluğuyla ilgilidir. bizler ölümlü, sonlu varlıklarız; ölüme doğru giden, yol alan varlıklarız." mantığıyla yaşamı sorgulamadan geçireceğimiz hayatta yeniden doğamayacağımızı vurguluyor.

    avital ronell, anlam kavramı üzerinde duruyor. felsefe, anlamak mıdır? anlam var mıdır, yok mudur? anlam yoksa etik nasıl varolabilir? avital ronell anlamı politik olarak eleştiriyor. pek felsefi derinliği yok konuşmasının.

    peter singer dikkat çekici bir düşünce deneyi ile giriş yapıyor konuşmasına: sığ bir gölette bir çocuğun boğulmak üzere olduğunu görüyorsunuz. o çocuğu sizden başka kurtaracak kimse de yok. suyun derinliği ve debisi sizin için tehlike arz etmiyor. ama su çocuğun boğulacağı kadar derin ve sert. o çocuğu suya girip çekip çıkarabilirsiniz ve onun hayatını kurtarabilirsiniz; ama ayağınızda çok pahalı ayakkabılar var. örneğin beş bin liralık bir louis vuitton giyiyorsunuz. suya atladığınızda ayakkabılarınız mahvolacak. onları çıkarmaya çalışırsanız çocuğun boğulma riski artacak. yani suya ayakkabılarla girmek zorundasınız. bu durumda ne yaparsınız? birçok insan buna "tabii ki suya atlarım. beş bin liranın bir çocuğun hayatından daha değerli olmadığını biliyorum." diye cevap verecektir. ama bu parayı unicef gibi uluslararası kuruluşlara bağışlamak, dünya genelinde onlarca çocuğun hayatını kurtarabilir. peki hayatınızda kaç kere böylesine bir bağış yaptınız?

    singer, ahlakın bir şekilde paramızı nasıl harcadığımızla ilgili olduğuna değinerek "bebek'te etik üzerine konuşmak komiktir." diyor. buradan konuyu uygulamalı etik, hayvan hakları, insanların hayvanlar üzerindeki tahakkümü gibi konulara bağlayarak kendi felsefesine geçiş yapıyor.

    kwame anthony appiah insanlar küçük, yüz yüze şeylerde iyi olduğuna değinerek herkesin eşine, ailesine, akrabalarına karşı eylemlerinde başarılı olabildiğini; fakat sadece yakınlarımıza karşı değil herkese karşı sorumlu olduğumuzu bize hatırlatıyor. bunun için kozmopolit vatandaşlık, yani dünya vatandaşlığı anlayışının gerekliliğine değiniyor. kozmopolitanizm atıflarıyla "evet herkesi seviyoruz; ama onların bizim gibi olmalarını istiyoruz, onları adamakıllı sevebilmek için." diyor.

    martha nussbaum toplum sözleşmesinden bahsediyor. herkes doğa durumunda olsaydı ne olurdu? mesela engelli insanlarla, fiziksel olarak diğerlerinden daha olumsuz durumda olan insanlarla diğer insanlar arasında nasıl bir demokratik, sosyal adalet sistemi düşünülebilir ki? bu gibi insani birliktelik problemleri üzerine kafa yoruyor.

    --- spoiler --- s
hesabın var mı? giriş yap