• bu benim çok küşük yaşlardan itibaren düşündüğüm bir şeydi, adını koyamıyordum sadece. seneler seneler evvel teoman duralı üstadım bir gün bir sohbet esnasında (aynı şeyi derslerinde ve yayınlarında da dile getirdiğinden bir sıkıntı yok burada söylememde) "ben hayatımda hiç eşitlikçi olmadım eşitlikçileri de sevmem" minvalinde bir şey deyip ampulümü yakınca ister istemez çocukluğuma döndüm. ablamla itişip kakıştığımız günlerde babam hep "ikiniz de haksızsınız" der ve nihaî kararını 'kardeşçe' beraberlikle, başka deyişle eşitlikle verirdi. ablası vazoyu mu kırdı, jimi de suçlu; jimi bahçede düştü, yerdeki sivri lavabo parçası avuç-içini mi kesti, ablası da suçlu; bisiklet mi kayboldu, iki kardeşi de sayıyla mı verdiler -ulan bana-? vb. babamın bu eşitlikçi tavrı ve suçu da aldığı pastayı da eşit dağıtma gayreti, genelde ablamın pasta üzerindeki gül şeklindeki tek şekeri benden önce ağzına atmasıyla benim aleyhime neticelenirdi. çocukluğumun örselenişi, babamın o vakitler adını koyamadığım bu eşitlikçi tavrından kaynaklanıyordu. bunu yukarıda da dediğim gibi, nice sonra anladım.

    oysa iustitia'nın nezdinde adalet ve hakkaniyet dediğimiz şey, eşitliğin mevzu-bahis edilmesini bile anlamsızlaştırır. çünkü adalet, hak-hukuk gibi kavramlar bizzatihi taşların yerli-yerine oturtulması anlamını taşır. teoman duralı üstadımız hangi sahada olursa olsun "çalışanla çalışmayanın eşitliği"ni örnek verip ikisinin de eşit haklara sahip olmasının adil olmayacağını söylerdi. bana göre yerden göğe kadar "haklıydı". çünkü "eşit haklar istiyorum" diyen bir zihin bile en nihayetinde "hak ettiği hakkı" istemiş oluyor. "ben hak etmediğim hakkı, söz konusu düzlemde sırf eşitlik için istiyorum" demiş olmuyor. egalitarian'ların adaletten anladığı da budur. nitekim eşitlik bir hedeftir doğru, kişi eşitliği hedefleyebilir ancak o aynı zamanda bir haktır. yani kişi yukarıda dediğim gibi sırf eşitlik adına bir düzlemde hak iddia etmez, hak iddia ediyorsa eşitlik aramış demektir. kai nielsen'in bir çalışmasında bu çok açıkça ortaya konur. yazara göre adalet eşitlikle doğrudan ilgilidir, bir hedeftir eşitlik (equality as a goal) ancak o aynı zamanda bir haktır (equality as a right), zaten bu yüzden hedeftir. hak olmasa, eşitlik hedef olamaz (*). o halde biz hakkın teminiyle, otomatik olarak taraflar arasında eşitliği sağlamış olmaz mıyız? burada tek yapılması gereken şey, temin edilecek hakkın koşullarını oluşturmaktır. kim, neyi, ne ölçüde, hangi nedenlerden ötürü hak etmektedir? işte bu konuda büyük tartışmalara ve fikir teatilerine ihtiyaç var, çünkü insanların haktan beklediği ve anladığı da her daim aynı değildir. bu konuda kişiler birbirlerini yiyebilir ve hangi sahada olursa olsun hakkın doğası üzerine farklı görüşler bildirebilirler. bunda sakınca yok.

    #16227384 no'lu entiride yaptığım iustitia ve aequitas ayrımında da aynı minvalde düşünmek gerekir. şartlar ve şartlara uyum sağlayan kişiler yani iştirakçiler bir-örnek (aequus) değildir ki, söz konusu düzlemde edindikleri haklar da bir olsun. ius'u belirleyen şey terazinin kendisidir. hangi terazi? iustitia'nın elindeki terazi. "kadın-erkek eşitliği" durumu için de geçerli bu. kadın ve erkek gerek anatomi gerekse üstlendiği kimi roller bakımından eşit değildir ama elde ettikleri ya da hak ettikleri hakları alma konusunda eşittir. işte bu konuda da taraflar birbirini yiyebilir, kimi der ki "kadın da erkek de hiçbir koşulda şiddeti hak etmez", doğru çünkü tespit düzlemindeki şey yani şiddet bir insanlık sorunudur, kadın sorunu değil. kadınların daha fazla şiddete uğradığı bir toplumda "kadın-erkek eşit olsun" demeye gerek yoktur, "kadın da erkek gibi hakkını alsın" demek yeterlidir. burada çok basitçe sınırlarını belirlemeye çalıştığım şey, bireyler olarak bizlerin ve bizlerin oluşturduğu toplumun doğasını temel alarak kimi yönüyle evrensel, kimi yönüyle yerel hakların peşinde koşmamız zaten burada örneklediğim şiddet konusu da olmak üzere türlü "eşitsizlik"miş gibi görünen insanlık sorunlarını ortadan kaldıracaktır.

    ancak tabi burada basitçe sınırlarını belirlemeye çalıştığım eşitlik-adalet unsurlarının çok daha üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gerekiyor. farklı eşitlik ideallerinin müşterek yönü farklılıkları ortadan kaldırma amacı mıdır? farklı kültürler ve insan toplulukları için farklılıkları olabildiğince azaltabilecek standart ölçüler belirlenebilir mi?** belirlenebilirse, yeni durumun insanlığa bu ölçüler belirlenmeden önceki durumdan daha faydalı olacağının garantisi var mı? varsa bu garantinin farklı kültürleri ve insan topluluklarını ikna etmede kullanacağı argümanlar nelerdir? bu argümanları kim, hangi sağlam deneyimiyle belirlediği, hangi ölçüsünce (örneğin kutsal kitaplar, törel değerler, toplum sözleşmeleri vs.) edinmiştir? daha da önemlisi adalet egemen olabilir bir şey midir? öyle idiyse, bugüne değin neden bütün inanç yapıları yeryüzü için "eninde sonunda gerçekleşecek" bir kıyamet projesinden söz etmiştir? bu ve benzeri sorular birbiri ardına sorulmalı ve insan doğasının adalete ve hukuka ne denli meyilli olduğu tartışmaya açılmalıdır. aksi halde karanlıkta elle yoklaya yoklaya kapı kolunu bulabilirmişiz gibi görünmüyor. iustitia'nın diğer elinde kılıç olması boşa değil.

    * k. nielsen, equality and liberty: a defense of radical egalitarianism, rowman & littlefield, 1984, s.3
    ** bu konuda modus (ölçü) teriminden modern teriminin doğuşunu düşününüz. bkz. modernizm/#16378224 "modern"i bir ölçü olarak alırsanız burada sorduğum sorunun cevabı "evet" olabilir.
hesabın var mı? giriş yap