• --- spoiler ---

    sadece polis amirinin eşine bıraktığı nota bile oscarı verirdim:

    bu mektup sadece bu gece için.
    daha da önemlisi bugün için.

    bu akşam atların yanına
    hayatıma son vermeye gittim.

    yaptığım şey için
    özür dileyemeyeceğim.

    gerçi kısa bir süre
    bu yüzden bana kızacağını...

    ...hatta belki de
    benden nefret edeceğini biliyorum.

    lütfen etme.

    "bu dünyaya yalnız geldim
    yalnız giderim"...

    ...ya da o tarz salakça bir şeyin
    kafası değil bu.

    bu dünyaya yalnız gelmedim
    annem yanımdaydı.

    yalnız da gitmiyorum.

    çünkü sen yanımdasın.
    kanepede sızıp kalarak...

    ...oscar wilde'lı y**ak esprileri
    yaparak.

    hayır. bu bir bakıma
    bir cesaret meselesi.

    kurşun yeme cesareti falan değil.

    önümüzdeki birkaç ayda çekeceğim acı
    o anlık patlamadan çok daha ağır olacaktı.

    şunları ölçüp tartma cesareti gösterdim
    önümüzdeki birkaç ay yine seninle olmayı...

    ...yine seninle uyanmayı
    ve çocuklarla oynamayı...

    ...önümüzdeki birkaç ay
    boyunca çekeceğim acının...

    ...seni nasıl mahvettiğini
    gözlerinden izleyecek olmayla...

    ...ve yavaş yavaş çöken
    aciz bedenime göstereceğin ihtimamın...

    ...benimle ilgili son ve daimî
    hatıraların olacağıyla karşılaştırdım.

    buna katlanamam.

    benimle ilgili son hatıralarınız
    nehir kenarında yaşadıklarımız olacak.

    hile yaptıklarını düşündüğüm
    o aptalca balık tutma oyunu...

    ...benim senin içinde
    senin benim üstümde olman...

    ...ve yaklaşmakta olan karanlığı
    bir anlık da olsa düşünmemiz olacak.

    muhteşemdi ann.

    bunu düşünmeden geçen
    koca bir gün.

    sen bugüne yoğunlaş bebeğim
    çünkü bugün hayatımın en güzel günüydü.

    kızları benim için öp...

    ...ve seni her zaman sevdiğimi unutma.

    başka bir yer varsa
    orada tekrar görüşürüz belki.

    yoksa da...

    ...seni tanımak
    benim cennetimdi zaten.

    --- spoiler ---
  • senaryo dalında oscar'ı almasına kesin gözüyle baktığım muhteşem film.

    --- spoiler ---

    yukarıda kötü karakterin kahramanlaştırılmasından dolayı eleştirilmiş. ben bu filmde kötü karakter olduğunu düşünmüyorum. hatta filmi bu kadar beğenmemin sebebi de o. herkes kendince haklı, herkesin iyi ve kötü yönleri var, seyirci olarak biz de kimin tarafında duracağımıza karar veremiyoruz.

    mildred merhametli bir kadın, filmin başında reklam şirketinde ters döndüğü için hareket edemeyen böceği tekrar düzüne çevirmesi buna işaret. ama kızı öldürülmüş, ettikleri bir kavgada "ben de tecavüze uğramanı umuyorum." lafını etmiş, kendini suçlu hissediyor mildred. suçu kendisine bulmayı da kaldıramıyor, tanrı'ya kızıyor(kiliseyi bırakması), polise kızıyor ve sonuçta o reklam panolarını yaptırıyor. willoughby kanser olsa da vazgeçmiyor, intihar etse de vazgeçmiyor. onun açısından bakarsak, 7 ay geçmiş, hiçbir gelişme yok, kimse umursamıyor ama reklam panoları yapıldığı an tüm polis teşkilatının gündemi angela hayes oldu, demek ki panoları asla sökmemek lazım.

    öbür tarafa geçelim, willoughby iyi bir adam. emrindeki polisleri adam etmeye çalışıyor. çalışkan bir adam, olay hakkında elinden geleni yapmış ama bazen elden gelen yeterli olmuyor. üstüne kanser olmuş, birkaç ayı kalmış, küçük kızları ve hanımıyla huzur içinde geçirmek istiyor son zamanlarını.

    dixon kesinlikle ırkçı bir adam değil. problemli bir adam sadece. şiddete çok fazla başvuruyor, eğitilmesi lazım. willoughby'yi babası gibi seviyor, onun için mildred'e aşırı tepkili.

    birkaç etkileyici sahneden de bahsetmek istiyorum. mildred'in dişçinin tırnağını deştikten sonra sorgulandığı sahnede her diyalogda çatisma tırmanırken; mildred, willoughby ölse umursamayacakmış gibiyken willoughby kan kusunca hemen kesti, yüzüne kusmuş olmasina rağmen "önemli değil." dedi, hemen ambulans çağırttı. bu sahne mildred-willoughby ilişkisini açıklıyordu aslında: birbirleriyle bir mevzu yüzünden derin bir ayrıma düşmüşler ama nihayetinde birbirlerini sever, sayarlar. ayrıca mildred'in aslında merhametli bir kadın olduğunu da çok net gösteriyordu.

    willoughby, her ne kadar aksini iddia etse de, reklam panoları yüzünden intihar etti bence. mildred'i iyi bir insan olarak gördüğü için polis kimliğiyle bir mektup yazdığını düşünüyorum, olay hakkındaki tüm hislerini bir kenara bırakarak. polis olarak olayın üstüne gidilmesi gerektiğini biliyordu, intihar sonrası mildred'in bile tereddüde düşeceğini de biliyordu, onun için intiharını başka sebeplere bağladı.

    dixon, willoughby'yi babası gibi seviyor demiştim. neden böyle düşünüyorum: intiharı haber aldığı sahne. dixon, karakolda müzik dinliyor. o ana kadar gözümüzde kimseyi umursamayan, şiddete çok sık başvuran bir tip. ben merakla bekledim vereceği tepkiyi ve verdiği tepki tam da beklediğim yönde oldu. en çok o üzüldü, ağladı, sinirlendi. babasını kaybetmiş gibi sinirlendi. welby'yi 2. kattan aşağı boş yere atmadı. babası gibi gördüğü adamın intihar sebebiydi.

    karakolda mektubu okuduğu sahneye gelelim. sıradan bir mektup gözüyle baksa değişmeye çalışır mıydı? hiç sanmıyorum. babasının son sözleri, vasiyeti gibi değerlendirdi o mektubu. kim babasının vasiyetini uygulamak için uğraşmaz ki?

    anladığım kadarıyla film, bu üçlü arasındaki ilişkiyi ana olay olarak anlatıyordu. angela hayes, welby vb. yan olaylar. o yüzden angela hayes davasının çözüme ulaşması ya da ulaşmaması önemli değil, o hikaye için bir bahane. önemli olan mildred-willoughby-dixon üçlüsünün kavgasına nokta koyulmasıydı. o nokta da koyuldu.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    kızları benim için öp ve seni her zaman sevdiğimi unutma. başka bir yer varsa orada tekrar görüşürüz belki. yoksa da, seni tanımak benim cennetimdi zaten.

    --- spoiler ---
  • türkiye'de bayaa saçma çevrilmiş bir isimle ile vizyona giren film.

    (bkz: üç bilboard ebbing çıkışı, missouri)
    (bkz: ebbing, missouri çıkışındaki üç bilboard) olması lazımdı aq.
    google translate'ten mi çevirdiniz naptınız
  • --- spoiler ---

    şahane.
    filmin başlarında mildred'in pedere atarı muazzam.

    nazo82'nin çevirisi ile şöyle:

    bugün ne düşünüyordum biliyor musunuz?
    los angeles'taki sokak çetelerini düşünüyordum. crips ve bloods'ı hani?
    1980'lerdeydi sanırım. o crisps ve bloods adlı sokak çeteleriyle savaşmak için çıkarttıkları yeni yasaları düşünüyordum.
    yanlış hatırlamıyorsam, o yeni yasaların esası şöyleydi;
    o çetelerden birine katılırsan, onlarla takılırsan bir gece, hiç haberin olmadan bir sokak aşağında crips'teki veya bloods'taki bir arkadaşın bir mekâna ateş açarsa veya bir adamı bıçaklarsa o konudan hiç haberin olmasa da belki bir sokak köşesinde kendi hâlinde takılıyor olsan bile o yeni yasalara göre en başında o crips'e veya bloods'a katıldığın için yine de suçlu sayılıyorsun.
    bu da aklıma bir şey getirdi peder. bu durum siz kilisecilerin durumuna benziyor biraz, değil mi?
    sizin de üniformanız var, sizin de lokaliniz var. siz de, nasıl desem, bir çetesiniz.
    sen yukarıda piponu tüttürüp, incil okurken çete üyesi arkadaşlarından biri aşağıda, papaz yardımcısı çocuğu sikiyorsa, o zaman sen de crips ve bloods gibi suçlu oluyorsun peder. çünkü çeteye katılmışsın bir kez.
    hiçbir bok yapmaman, görmemen ya da duymaman umurumda değil.
    çeteye katılmışsın. bu yüzden de suçlusun.
    bir insan, papaz yardımcısı çocuğu veya herhangi bir çocuğu sikmekten suçluysa sizin o konuyu sınırlandırmadığınızı bilirim de. işte o zaman evime gelip benimle, hayatımla, kızımla ya da reklam panolarımla ilgili tek bir söz söyleme hakkı olmaz.

    --- spoiler ---
  • "benim gözümle" insanlık dışı savaş suçlarını, kızı vahşice katledilmiş bir annenin trajedisi üzerinden anlatan film. başından sonuna kadar göze sokulan ırkçılığın nedeni de sınırlarının dışındaki vahşete ne gözle baktığını sorgulatmak muhtemelen. bakalım görmezden mi geleceksin, onlar için de adalet arayacak mısın...

    pasif bulduğu emniyet güçlerini harekete geçirmeye çalışan bir anneyi izlerken, bir süre sonra seyircilik yol arkadaşlığına dönüşüyor ve o kadar mildred’ın tarafında oluyoruz ki polisi her sıkıştırışında karşılaştığı reaksiyon ve kamuoyunun tepkisi, bizlerin de üzerinde baskı oluşturuyor. onun gözüyle vatandaşlık hakları ihlali gibi engellemelere rağmen sistemdeki açıklar kapatılarak acaba dünya üzerindeki tüm suçlular yakalanabilir mi diye mücadele yöntemleri düşünüyorsun. savaş her iki taraf için de git gide kızışıyor ve çevresi üzerinden diz çöktürülmeye çalışılan mildred’la beraber sen de hırpalanıyorsun. sanki senin de gayretlerin sonuçsuz kalıyormuş gibi hissediyorsun. adalet arayışından vazgeçmek, yitirdiğinin hatırasına ihanet etmekmiş gibi geliyor. o, köşeye sıkıştığında sen de yardım ve yataklık etmişsin de birlikte sobelenmişsiniz, tüm çabanız boşa gitmiş gibi hissediyorsun.

    bahsi geçti ya shakespeare’in, biz de ona selam çakalım. hani o meşhur oyunda aşkın sancılı kısmını anlatan bir cümle vardı, yarayla alay eder yaralanmamış olanlar diye... mildred’ın mücadelesini sinir bozucu bulan empati yoksunu dixon, onun gibi yakılmadan, angela’nın uğradığı vahşeti kavrayamayacaktı. haliyle film evreninin tıkır tıkır işleyen karmik düzeni devreye girdi ve üstelik mildred'ın elinden ciddi bir kaza geçirdi. bu kadarla da kalmadı, bir de karşısına tecavüzünü böbürlenerek anlatan bir katil çıktı.

    buraya kadar yaşananlar, cinayet; acı çeken annenin adalet arayışı; katilin belirsizliği; katili bulmaya şu kadarcık yaklaştığını düşündüğündeki umut... ama sonuç hüsran. öğreniyoruz ki bayrakları, barda bile gözümüze gözümüze sokulan amerikan ordusuna mensup biri, çöl ikliminin hakim olduğu bir ülkede tıpkı angela'ya yapıldığı gibi bir kızı katlederek bir ailenin mahvına neden olmuş. yani elde, suçunu devletin örtbas ettiği bir fail var; bir de tıpkı angela gibi tecavüz sonrası yakılarak öldürülmüş bir kurban.

    buradan itibaren sorgulamaya başlıyorsun. coğrafya, kader midir? mesela seçenekleri hiç daraltmayan kumlu diye bahsedilen yer acaba hangi üçüncü dünya ülkesiydi? ordular o ülkelere gittiklerinde, gönderen ülkelerin vatandaşları yaşananları nasıl da görmezden gelebiliyor... ama pederle konuşmada değinilen, amerika'nın 80'lerde çetelere karşı çıkardığı şu yasa benzerlik açısından kilit aslında. "haberin dahi olmasa, onlara dahil olduğun için sen de suçlusun". kilisenin, özellikle çocuk tacizi vak'alarını görmezden gelip sümen altı edişi de herkesin bilip sustuğu bir konu mesela. ahlak bekçilerinin çelişkili ikiyüzlülüğü... burada da aynısı söz konusu. öyle şefin beyaz ya da siyah olması gibi değişen yönetim anlayışı, maalesef askeri politikalara yansımıyor. en fazla sınırlar içinde ırkçı vandalizmi gündemlerine alıyorlar, o kadar. gerisi o “kumlu” ülkelerin sorunu.

    finalde topu, amerikan seyircisine bırakmış yönetmen ama bunu, ikisini de ehlileştirdikten sonra yapıyor. mildred, 19 yaşındaki kızın ayraçta okuduğu "öfke, daha fazla öfke peyda eder" sözüyle, dixon da camdan attığı reklamcının ona gösterdiği nezaketle olgunlaşıyor. o yüzden ikisi de ne yapacaklarına henüz karar vermedi. hiç gitmedikleri bir ülkede, hiç görmedikleri bir kızın kurban gittiği vahşet ve ailesinin adalete olan açlığı onlar için tanıdık sadece. acaba, kendileri için istedikleri adaleti, onlar için de sağlayacaklar mı? ucu açık.
  • lamba cininden üç dilek hakkım olsa, birincisi şu adam kadar iyi diyalog yazmak olurdu herhalde. filmdeki dilin kullanımı muazzam, ki muhtemelen bazı amerikan espirilerini de çeviri nedeniyle anlayamadık.

    --- spoiler ---

    film boyunca, herkes bir şekilde birbirinden özür diliyor. willoughby maynes'ten kızının katilini bulamadığı için, dixon welby'i pencereden attığı için, maynes dixon'dan karakolu kundakladığı için. dixon'un sargılı gözlerinden welby'nin ona portakal suyu doldurmasını izlemek en haz aldığım sahnelerden biriydi, bir diğeri de willoughby'nin maynes'in yüzüne kan tükürmesi. en zorlama sahne ise kızın annesinden arabayı alamaması üzerine 'umarım biri bana tecavüz eder' söylemiydi, onun dışında muazzam bir film izledim.

    --- spoiler --- .
  • sinema sanatının nadide örneklerinden. güzel bir hikaye ve ışığıyla, müziğiyle, kurgusuyla, oyunculuğuyla mükemmel bir hikaye anlatımı.yönetmenin çok iyi bir hikaye yazarı ve anlatıcısı olması yanında filmin görüntü yönetmeninin ben davis olması çok güzel olmuş zira davis marvel'ın bir çok süper kahraman filminin görüntü yönetmeni bu sebeple aksiyonu ve coşkusu bol sahneleri nasıl yakalayacağını bildiği gibi karakterlerin içlerindekilerle yüzleştikleri trajik anları nasıl vereceğini de çok iyi biliyor. martin mcdonagh'ın seven psychopaths dışındaki filmlerini ve tiyatro oyunlarını izlememiş bir kişi olarak yönetmenle sinema perdesindeki ilk tanışmam bu film vesilesi ile oldu.
    --- spoiler ---

    film kızı tecavüze uğrayan ve vahşice öldürülen bir kadının ebbing kasabasında ıssız bir yoldaki eski 3 adet billboard'a emniyet teşkilatının başını suçlayıcı afişler astırması ve kadının statükoya çomak sokmasının polislerin, kadının ve onların çevresinde olanların hayatlarına etkisini anlatıyor. yardımcı rollerdeki lucas hedges, caleb landry jones, peter dinklage ve woody harrelson müthiş oynamışlar ancak filmin esas kahramanları olan mildred rolündeki frances mcdormand ve dixon rolündeki sam rockwell'in performansları bambaşka. film boyunca karakterler çeşitli trajik olayların etkilemesiyle çevrelerine ve dünyaya bakışlarını değiştiriyor ve belirli yollara doğru sürükleniyorlar. özellikle pankreas kanseri olan komiser willoughby'nin mildred'i karakolda sert şekilde sorgularken yüzüne kan öksürmesiyle kadının bir anda büründüğü anaç tavır ve bir birlerine karşı anlayışları çok etkileyiciydi. bu olaydan sonra komiser evinde intihar ediyor komiserin ölmeden dixon'a bıraktığı mektup ırkçı ve işkenceci olarak bilinen polis dixon'ı etkiliyor daha sonra mildred'in afişlerini yakanların polisler olduğunu sandığı için karakola attığı molotoflardan o sırada içeride olan dixon'ın yanması mildred'i etkiliyor vs. her hareket bir başkasında ve o hareketi yapanda izler bırakarak bir diğerine yol açıyor.
    film bir cinayeti çözeceğimiz tam bir amerikan polisiyesi gibi başlasa da cinayetin getirdiği öfkenin yansıması ve kişilerin hayatları üzerindeki etkilerini anlatmaktan öteye geçmiyor ve çok keskin karakterlerin uçları törpülenmiş şekilde filmi bitiriyor.
    --- spoiler ---
  • bence hayatgibi bi filmdi.

    --- spoiler ---
    yani cinayetle başlıyo ama cinayeti odağına almıyo; şerifin hayatına geçiyor ama şerifin hayatını odağına almıyo; yeni şerif geliyo dosyada gelişme olur mu diye bekliyosun olmuyo...
    --- spoiler ---

    öylece akıyo...
    herkes kendi derdinde, bi odak yok...
  • şefin veda mektubu zaten başlı başına mevzu ama peter dinklage boğazımı düğümledi tek bir planla;

    mildred ve james'in yemeğe çıktıkları sahnede orospu analı eski koca gelir bir-iki laf sokar ve gider. o andan itibaren... bilmiyorum altan, bilemiyorum...

    james: iyi misin?
    mildred: artık eve gitmek istiyorum. hiç bana surat yapma james. başka bir akşam çıkarız. tamam mı?
    j: neden başka bir zaman çıkmak isteyeyim ki? geldiğimizden beri burada bulunmaktan utanıyorsun.
    m: başlarım ha! çıkalım diye seni ben zorlamadım, sen beni zorladın.

    (peter dinklage'ın tam buradaki kırık gülümsemesi için lifetime achivement award ve cecil b. demille award ve cannes film festivali daimi jüri üyeliği alması gerekiyor)

    james: seni zorladım mı? sana çıkma teklif ettim ben... hint kumaşı olmadığımın farkındayım. ikinci el araç satan ve alkol sorunu olan bir cüce olduğumun farkındayım. ama sen kimsin be? asla gülümsemeyen reklam panolu kadın? kimsenin hakkında tek iyi bir laf etmeyen biri. geceleri polis karakollarını ateşe veren biri! ve hint kumaşı olmayan ben oluyorum?

    (hesabı öder masadan kalkar...)

    mildred: hey!?

    james: i didn't have to come and hold your ladder...

    der ve utanarak ortamı terkeder....

    boynumuza dola peter reyiz!
hesabın var mı? giriş yap