• --- spoiler ---

    film sanatın ne olduğunu sorgulayarak başlıyor. benzer filmler ve temel dayanakları bu olmasa da la grande bellezza'i hatırlatıyor.

    hiç kimse hiç kimseye yardım etmiyor. çünkü hiç kimse hiç kimseye güvenmiyor.

    "birinin hayatını kurtarmak ister misiniz?" diyen yardım kuruluşu çalışanını kimse iplemiyor.
    yolda bağırarak koşan bir kadına kimse yardım etmiyor. ancak bir adamın arkasına saklandığında, adam mecburen kendini olayın içinde buluyor. yakınında olan baş karakterimiz christian'dan ısrarla yardım istemese christian yardım etmeye tenezzül bile etmeyecek. olay bittikten sonra nasıl yaptık ama, nasıl kızı kurtardık, çok iyiyiz, biz süperiz tarzında birbirlerini tatmin ediyorlar ama aslında yaptıkları pek bir şey yok. adam üstlerine geliyor. bizimkiler geri çekil falan diyor ve adam gidiyor. bu kadar. üstüne kız zorlamasa yardım etmeyeceklerdi bile.

    christian'a tüm dairelere tehdit mektubu bırakmasını söyleyen zenci yardımcısı, ben yaparım diyor ama iş icraate gelince yan çiziyor.
    kimse dilencilere yardım etmiyor.
    christian kendisine gelen paketi almak için gittiği fast food restoranında (bence) bir şey almayacağı için ayıp olacağından ve etrafta başka insanlar olduğundan dilenciye yemek alıyor. sırf gösteriş.
    cüzdanını aldığında içindeki paraları dilenciye veriyor. aslında para kendisinin değil. hırsızlar tüm süre boyunca parayı cüzdandan çıkarmadan beklemediler herhalde. cüzdanda ne kadar olduğunu hatırlamadıklarından yüklü bir miktar koyuyorlar içine. christian da parayı görünce şaşırıyor. zaten yanında nakit taşımadığını da daha önce öğrenmiştik. yani kendi parası değil, yine gösteriş.
    christian o sülük gibi yapışan çocuktan ve ailesinden en başta özür dilese olay kapanacakken ancak video olayı nedeniyle itibarı düşünce özür dilemeye gidiyor.

    tam hatırlayamadığım bir konu geçiyor. kız bu tam bir paradoks diyor. halbuki paradoksun tanımıyla uzaktan yakından bir alakası yok. duymuş bir yerden sırf kullanmak için kullanıyor. yine gösteriş.
    ice bucket challenge hakkında konuşurken neydi amacı falan diyor. diğer kız bir amacı yoktu ama süper bir olaydı, mükemmeldi diyor. içimden als hastalığına dikkat çekmek içindi amk dedim. neyseki yaşlı abimiz açıkladı. yine gösteriş.

    buton sayacında gördüğümüz üzere insanların büyük çoğunluğu, insanlara güveniyorum yolunu izlemiş ama gerçek hiç de öyle değil. yine gösteriş.

    gelelim en beğendiğim bölüme. oleg davette bir performans sergiliyor. oleg'den yazının devamında goril olarak bahsedeceğim. goril insanları rahatsız ediyor. ilk kurban zenci abimiz. goril sınırları zorlayacak şekilde adamı rahatsız ediyor. kışkırtıyor. geri adım atmıyor. yapacak bir şey bulamayan zenci abimiz modern insanın sorunlarla baş edemeyince sığındığı ilk seçenek olan kaçmak eylemini gerçekleştiriyor. insanları rahatsız etmeye devam ediyor. masaya çıkıyor. bu sefer kurban olarak bir kızı seçiyor. kız açık bir şekilde hatta isim belirterek yardım istemesine rağmen yardım eden olmadı, en son bir adam yardım etti. onun yardım ettiğini görenler, ondan güç alıp onlar da olaya dahil oldu. hiç kimse birine yardım için kendini öne atmaya cesaret edemiyor ama biri ilk taşı atınca ancak bu şekilde yardım etmeye yelteniyorlar. bu bence biraz da insanların kendine güvensizliklerinden, acaba yanlış bir şey yapmış olur muyum veya zarar görür müyüm düşüncesinden kaynaklanıyor. ilk taşı atmak biraz taşak ister ama 10 kadar kişi olaya dahil olduktan sonra gorili linç etmeye başlamak bir korkağın bile yapabileceği bir şey. diğer bir nokta ise gorili linç etmeleri. belki gorilin zarar verdiklerinin hepsi olayın içinde ve bu da gösterinin bir parçası. tamam gorili etkisiz hale getirdiniz de bari meydan dayağı atmayın. (bkz: linç kültürü)

    diğer bir konu ise sınırlar ne olmalı. tourette sendromu olan adama oradakilerin büyük çoğunluğu rahatsız olmalarına rağmen ses çıkarmadı. yine gorilin sanatında! sınır ne olmalıydı? viral video'da sınır aşıldı mı? sınır neresi? sınır var mı? bir çok sahnede buna değindiler.

    modern insan eleştirisini başarıyla yapıp bir önceki filmi turist'in üstüne çıkan ruben östlund altın palmiye'yi hak etmiş.
    8/10

    --- spoiler ---
  • filmde o kadar çok şey var ki neresinden tutup anlatsan bir diğer parçaya hakaret olur. ikinci bölümdeki hikayenin ağır işleyişi izlenme dinamiğini bozsa da, aslında oldukça anlamlı.

    spoiler

    - iskandinavların fazlaca sevdiği brecht'in etkisi, öykünün sonunda adamın dönüşümüne ilişkin ilginç bir ifşa. iskandinavlara bin selam.

    - film postmodern durumu özetler bir sekansla açılıyor. alan ve alandışı olan ile, sergilenen ve sergileme dışı üzerine müzenin web sitesinde yayınlanan sözleri açıklayamayan bir başküratör var... komik. çünkü postmodern durumun gereği bu.
    muhtemelen editör, ilgi çekici ve sıradışı bir anlam yakalamak için, birbirinin zıttı argümanları kullanarak anlambirimcikler oluşturarak kafa karıştırmaya uğraşıyor. aslında kafa karışıklığı da değil. imgeler yardımıyla aynı anda, kısa ve birden çok anlam üretmeye çabalıyor. bize laf salatası gibi geliyor ancak içinden geçtiğimiz dönem bilgiyi böyle üretiyor. ancak başküratörün bunlardan haberi bile yok. belli ki tanınan bir yüz olması sebebiyle bu işin başına getirilmiş.

    - cüzdan ve telefonun peşine düşmesi... meta tutkusunun öykü düzlemine yerleştirilmiş haliydi. nefis bir güzelleme... iletişim yolu olarak da bir fast food dükkanın kullanılması, kapitalizmin can damarlarında dolaşan bir öykünün de yolunu açıyor böylece.

    - çakıllarla oluşturulmuş yığınlar, sandalyelerle örülmüş bir anıt ve yanında devrik duran tek sandalye. başlı başına inanılmaz derece anlamlı.

    "aslında bu salak müzenin söylediği"
    sanat eseri olduğu iddia edilen çakıl yığınlarıyla, sanat olduğu iddia edilen yapıtların günümüzde sabun köpüğü kıvamına geldiğini, üflesen devrilecek, unutulacak, hatta süpürülecek bir yığından ibaret olduğunu söylüyor. elbette yönetmen de bu yeni bağıntılarla dalgasını geçiyor. iyi de ediyor.

    sandalye yığını ve yanında tek devrik sandalyeden de bolca anlam çıkar elbette. görüldüğü üzere son derece ucuz ve ederi değil anlamı yoğurma hedefi güden dadacı algının 2000'lerdeki savruk modellesiydi. onun önünde yapılan aşk-birliktelikler ve erkeğin gücüyle kadının duygusallığı arasına sıkışmış diyalog müthiş bir örüntü sunuyor. yönetmene bayıldım.

    - kendi çocuklarına, sadece sesini yükseltti diye defalarca özür dileyerek af isteyen burjuvazinin ürettiği baba figürü, alt tabakadan hakkını arayan bir çocuğa -merdivenlerde- üstten bakarak şiddet uygulayabiliyor. ancak çocuğun yardım çığlığına dayanamayan vicdan, günah çıkarma güdüsüyle harmanlanmış bir arayışa yöneliyor. güzel bir dönüşüm.

    - kimse birbirine güvenmiyor ve kimse birbirine yardım etmiyor. başkarakter dilenciden yardım isteyecek kadar sesini yalvaran bir tonaja indirebiliyor. birkaç sahne sonra görüyoruz ki o poşetlerle eve dönülmüş ve dilenci gerçekten de onun istediği şeyi yapmış...

    - evinde maymun/goril besleyen hatun. ikili sevişirken son derece kültürlü bir biçimde koltuğuna kurulan evcilleştirilmiş maymun. müze galasındaki yemekte gördüğümüz evcilleştirilemeyen maymun. sevişmedeki duygusuzluk ve makineleşme. adamın kadını hamile bırakma kaygısı ve akabindeki çocuk sevgisi. müthiş örtüşmeler.

    - yemekte, ormandaki vahşi bir hayvanın tepkileri dile getirilerek bir oyun başlatılıyor. gerekli doneler seyircilere/katılımcı oyunculara veriliyor.
    henry thorau, boal gibi adamlardan öğrendiğimiz bişeyler var... burjuvazi ve orta sınıfı; sokak ortasında ve hiç beklemediği güvenliksiz bir alanda, dramatik çatıya katarak ve oyunun içine çekerek, şok estetiği yaratarak içsel bir öğrenme mekanizması sağlanması, görünmez tiyatronun ciddi argümanlarındandır. film, geçmiş yerine; şimdi ve geleceğe kapı açan bir müzeyi merkeze koyarak, zaten her şeyi tersine işletiyor. burada da görünmez tiyatroyu tersine işletmiş. kuralları belli ancak güvenliksiz bir karakterle katılımcıyı başbaşa bırakmış. mükemmel bir oyunculuk performansı ve eşi esir alınmış olmasına rağmen oyundan vazgeçmeyen (ucunda tekinsiz bir tehlike var çünkü) hayatını tehlikeye atmayan ve oyunun içinden bir türlü çekilemeyen koca... ardından tek bir kıvılcımla başlayan ve çığa dönüşen örgütlü bilincin vurgulanması, harikulade.

    filmde ne ararsan var ve her karesi ciddi okumaya açık.

    öykünün merkezine konulan "güvenli kare", güven altındaki benlik, imajı tehdit edildiği an kareyi terk edip kaçan burjuva küratör. oyunun, çerçevesi (yani karesi) bilinen/sınırları bilinen bir alandan dışarı taşıp, aşırı gerçekçiliğe dönüştüğü an, keyif veren zeminden ayrılıp tekinsizliğe sürüklenmesi ve bu nedenle oyunun sonlandığı yerde başlayan şiddet. insanlara güvenirim diyen insanların metalarını tekinsiz yerlerde bırakmak istememesi. gibi gibi sayılacak ve üzerine konuşulacak o kadar şey var ki. birkaç kez daha izleyip filmi deşmek çok zevkli olabilir.

    ellerinize sağlık.

    spoiler falan
  • --- spoiler ---

    zıpçıktı cafer değil mi o?

    --- spoiler ---
  • birine arabayla çarptığında biraz daha ileride durup arabasına bir şey olmuş mu diye incelemeye başlayan karakteriyle palme-dor 2017 sahibi olan bir film...

    peki bunun gibi kör göze parmak hicivleri dört bir yanına dağılmış filmi neden bu kadar sevdik? katman katman bir film olduğu için sevdik, birçok biçim cambazlığını filmden süpürdüğümüzde altından her seferinde birbiriyle tutarlı çerceveler çıktığı için..

    bu çerçevelerden biri de kare'nin haz alma anlayışına yaptığı eleştiriydi bence. dağlar tepeler aştım sinema yazarları diyarında ama filmdeki haz eleştirisi hakkında bir yorum bulamadım.
    bana kalırsa bu filme bakarken en güzel manzara veren konuydu haz konusu.

    christian yakışıklı, zengin, zevk sahibi, kapitalist sistemin sunduğu en fiyakalı mesleklerden birine sahip: estetik ve entelektüel, güzel ve anlamı derin hazların peşinde koşarak hayatını kazanan başarılı küratör.

    fakat çok sıkılmış bir adam. zenginler için hayat çok sıkıcıdır klişesi değil ama zeki ve her türlü ihtiyacı karşılanan bir adamın tepenin ardına bakıp yeni zevkler bulmaya çalışırken çok da bir şey bulamamanın sıkıntısını yaşıyor.
    ve insanın, her gün, her saniye milyon tane olasılık olmasına rağmen kim olduğunu -aynı kare gibi elde edilmesi imkansız olan yapay bir geometri ile- en baştan aynı şekilde çizmeye çalışma nafile çabasının saçmalığını fark etmiş. onun yerine yaprak gibi salınmaya, geometrik bir şekil çizerek değil, organik şekillenmeye soyunan ama çok da bencil ve şu güne kadar kurduğu her şeyi bozmaya korkan bir adam christian.
    o yüzden son gücü ile karesine attığı yumruklar ne kadar da minik kalıyor.

    christian'ın hayatını sıkıcı bulduğu ve döngüsünün bozulmaya başladığı filmin ilk sahnesi olan düzmece sahnesinde fark ediliyor. (e doğal olarak)
    herkesin arasından bağıra çağıra kendilerine doğru gelen adamın ona yaşattığı hislerden inanılmaz heyecanlanıyor. (muhtemelen, filmin sonundaki terry notary'nin performansına ilham olan da bu deneyimi oldu zaten)

    yanındaki, sonradan soygun numarasının bir parçası olduğunu fark edeceği adama ne maceraydı yaşadığımız diyor her sözü ve hareketi. sonra onu müzede yaptığı toplantıda görüyoruz. gelecek projeler hakkında değil de soygun hakkında konuşmaya başlayınca gözleri parlıyor. siz onu bunu bırakın da şu hikayenin ilginçliğine bakın der gibi başlar anlatır başına gelenleri.

    küratörü olduğu yeni serginin lansmanında yapacağı konuşmadaki sözde 'şaşırtmayı' bile önceden defalarca çalışan, her gün aynı şeyi yaşayan, bu sistemin sunduğu her hazzın tadına varan christian'ın h a k i k a t e n sıkıldığını, birbirinden nüfuslu insanlarla lansmandaki kokteylde takılmak yerine küçük karanlık odada düşük rütbeli müze çalışanı micheal ile ekran başında yemek yerken gördüğümüzde bariz şekilde anlıyoruz.
    sabahki soygun olayında giden cüzdanını geri getirmek için, adeta (genellikle filmlerde görülen bir sahne olan: mahallenin bir grup haylaz çocuğu tarafından tahtaya çalakalem çizilen plan gibi bir plan yapıp neşeyle, hevesle harekete geçiyorlar.

    planlarını gerçekleştirmek üzere arabaya atlayınca christian'ın yardımcısı micheal'ın aklına bir şarkı açmak geliyor. şarkı son ses basları ile beraber arabayı sardığında christian'ın kalp atışlarını soygun sahnesinden sonra ikinci kez hissediyoruz.

    sanki zorla getirdiğiniz arkadaşınızın partisinde sizden bile çok eğlenmeye başlayan arkadaş gibi, micheal'a teşekkür dolu hisleri eşliğinde eğleniyor christian. o donuk yüz ifadesi ilk kez bu kadar uzun süreli gevşiyor.

    bu noktada bir parantez açmak gereksiz olmaz: bu sahnede çalınan şarkı olan (justice - genesis ) daha önce kullanıldığı iki ortam şarkının youtube videosunun altındaki yorumlarında görülebilir: çok popüler bir bilgisayar oyunu ve porno endüstrisi...

    kendisine en sevdiği dvdler sorulduğunda önce youtube videoları öneren ve de bazen bu videoları olduğu gibi filmine gömen bir yönetmen olarak östlund'un bu gibi detaylara dikkat ettiğini öne sürmek spekülasyon olmaz. (turist'teki son sahne 'idiot spanish driver almost kills students' adındaki viral olmuş videonun birebir aynısıdır)

    haz temasının işlendiği ana yerlerden bir başkası da milyon şekilde gelişme şansı olan sevişme eyleminde, ön sevişmeyi tamamen atlayarak sadece bir yemek tarifini maddesi maddesine takip edercesine zevk almaya çalıştıkları sevişme sahnesi.....

    fakat zordur tabii girdaptan çıkmak, yaprak gibi salınmak. kahramanımız bunun getirdiği sonuçlara katlanacak kadar olgun mudur? onun bu dışarılara bakma merakı sadece yeni bir sanat biçimi bulmak için, yani bir diğer deyişle şimdiki kendisini bozmak, yeniden yapmak için değil de onu daha üst bir versiyona çıkarmak için olmadığını kim söyleyebilir.

    katılımcı gözlemci usulüyle şehrin ücra köşesinde birkaç ay araştırma yapıp sonra korunaklı makalesine atıf bekleyen bir araştırmacıdır belki de christian.

    ve bunu kendine hak görmektedir. bu yüzden garip olay örgüsü ilerleyip yaptıklarının sorumluluğunu almak zorunda olduğu anlar gelince daha da beter sıkıntıya girer. kendi suçu değildir hiçbir şey.

    müzenin hazırladığı korkunç sergi tanıtımı videosu felaketini 'ama o yaptıklarımız daha çok kişiye ulaştırmak içindi nasıl beni sorumlu tutarsınız diyerek' örtmeye çalışır. basın toplantısı sahnesinde kişisel duruşuna yapılan eleştiri karşısında kendisini, sanki ondan bu kadar tutarlı olmasının beklenmesi büyük bir canilikmiş gibi savunur.

    bu kendini savunma sahnelerinde de yazmaya başlarken bahsettiğim kör göze parmak hicivlerden biri gibi gözükse de filmin bir sahnesinde christian'ın arkadaki fonda 2021 yazmaktadır. östlund gidişatın gidişat olmadığını, çok yakında bu tarz söylemlerin tartışmalarda geçerlilik kazanabileceğini düşünüyordur belki de.

    force majeure'de (turist) çığ düşme tehlikesiyle yüz yüze geldiğini düşününce ailesini bırakıp kaçan karakteri üzerinden babalık, erkeklik gibi mevzular bin parçaya bölünmüştü. kare'de de kişinin sürekli kendi kimliğini oluşturma aşamalarındaki performansı ve buna bağlı olarak haz alma biçimlerine yöneltiliyor.

    sırada ne var? içerik için bekleyeceğiz ama konu belli. bir sonraki filminde artık kendini yakışıklı bulmayan orta yaşlı erkek modeli anlatacağı, kaşlarının arasında oluşan üçgeni andıran kırışıklığa referans olarak ismini triangle of sadness koyduğu filminde östlund günümüzde envai çeşit yaratıcı biçimlerle oluşan fırsat eşitsizliğine hücum etmeye hazırlanıyor bence.

    kare'den sonra artık yönetmenliğine gözü kapalı güvenen benim gibi östlund-severlere sorunun cevabını merakla beklemek kalıyor.

    (biz beklerken ruben östlund'un isveç'in soğuk kış aylarını gece yarısı bir battaniyenin altında, güzellik ve makyaj gurusu youtuberların videoları ve storylerini ve fan hesaplarını turluyor ve zamanın ruhunun fotoğrafını çekebileceği en geniş açıyı bulmaya çalışıyor olduğunu düşünmek güzel)
  • 70. cannes film festivali'nde en iyi film ödülü olan altın palmiyeyi kazanan, isveçli yönetmen ruben östlund’ın zihin açan son filmi.

    --- spoiler ---

    ruben östlund, öncelikle iğneyi kendine batırarak filmin merkezine, isveç toplumu üzerinden toplumdaki güven duygusunun nasıl zedelendiğini, kaybolduğunu koyuyor.

    filme adını veren kare, herkesin içerisinde eşit haklara sahip olduğu, adeletsizliğin olmadığı, herkesin birbirine yardım ettiği ideal bir toplumu resmeden bir metafor. ancak günümüz toplumları bunun çok ama çok uzağında.

    ana karakter filmin başlarında cüzdanın çalınması ile güven duygusunu kaybeder ve bunun sonucunda başka kişilerin de güven duygularını kaybetmesine neden olacak bir takım eylemlerde bulunur.

    filmin en akılda kalan sekansı, elit ve seçkin konukların bulunduğu ortama vahşi bir hayvan gibi giren adamın olduğu an.

    konuklar, şayet ona bakmazlar ve onunla ilgilenmezlerse kendilerine herhangi bir zarar vermeyeceği şeklinde bilgilendiriliyorlar. ancak inanmaya çabaladıkları güven duygusu, ince bir buz tabakası üzerinde yürümeye benzemekte ve kırılması an meselesidir.

    filmde ruben, güven duygusunun kaybolmasının yanında tüm modern toplumların yüzleştiği göç, yoksulluk, toplumsal sınıflar, eşitsizlik, cinsiyetler arası sorunlar, adaletsizlik gibi problemleri mizah ögeleriyle usta bir şekilde işliyor.

    bir şeyi sanat eseri yapan nedir? sanatta sınırlar var mıdır? varsa bu sınırlar nelerdir ? gibi birtakım düşündüren soruların yanı sıra kadın erkek arasındaki güven kaybına da değiniyor.

    --- spoiler ---

    filmi izlerken geçen sene filmekiminde izlediğim toni erdmann'ı aklıma geldi nedense. konu olarak değil ama ben de bıraktığı etki olarak bir benzerlik kurdum. kafanızda soru işaretlerı oluşturmayı başarabilen filmlerden biri the square.
  • ruben östlund'un güzeller güzeli son eseri.

    anlaşılan östlund, kavramsal sanatı kullanmayı sevse de vermek istediği mesajları gömme/gizleme taraftarı değil. söyleyeceğini eğip bükmüyor, dümdüz çakıyor. özgünlüğü de burada bana kalırsa.

    --- spoiler ---

    sanat sepet işlerinin feriştahı, elektrikli araba kullanan bir müze küratörü de olsan, seni "harekete geçiren" şey halen hayvansal korku ve dürtülerin diyor film. christian'ın dehşet içinde çığlıklar atan bir kadına yardım etmeye karar verdiği an = tehlikenin kendisine yöneldiğini gördüğü an. siyah saçlı çocuktan özür dilemeye kalktığı an = çocuğun agresifleştiği an. anna ile konuşmaya ikna olduğu an = kendisini rezil etmesinden korktuğu an. evsizlerin yüzüne bakmaya tenezzül ettiği an = onlara ihtiyacı olduğu an.

    sanat topluluğu için de aynısı geçerli. saçma reklamlarının ardından geri vites yapıp basın açıklamasıyla özür dilemeye karar verdikleri an = donörlerin desteğini çektiğini belirttikleri an. gözlerinin önünde bir kadını taciz eden "vahşi insanı" durdurmaya kalktıkları an = ancak bir linç anı.

    özetle modern insanın kurmaya çalıştığı düzen yalan dolan yani. absürt bir şekilde bir şebek görünüyor ya filmde. biziz işte o.*

    not: bu arada östlund modern kadına da inceden giydiriyor gibime geldi. duygusal bağ, paylaşım falan filanı önceliklendiriyorsunuz, fakat hormonel dürtülere kaptırıp yine "güç"e tav oluyorsunuz diyerek.

    --- spoiler ---

    valla ben bunları çıkardım filmden. östlund'un o dolaysız anlatımındaki estetik de bende ayrı bir tat bıraktı. nordik arkaplan severlere de şiddetle tavsiye ediyorum.
  • --- spoiler ---

    malum çağımız bireyleşme çağı diye anılıyor fakat bunun yekûnu büyük bir eleştirisi de mevcut. bilhassa sinemada, görselliğin kerametinden olsa gerek, bireyin hiçbir zaman yalnız olmadığına, toplum içinde, o toplumun tarihi, kültürü, sevabı ve günahıyla irtibatlı bir parçası olduğuna dair çokça film var.

    bunlardan ilk aklıma gelen mesela, michael haneke'nin cache'si. kendine yüksek duvarlar örüp burjuva hayatının konforuna çekildiğinde, fransa'nın cezayir'e yaptığı soykırımın yükünden kurtulmuyorsun, der haneke. o 'günah' gelir seni bulur. çünkü sen itiraz etmiyorsun kötülüğe. bana dokunmayan yılan bin yaşasıncısın.

    bu akım son yıllarda sağlam ve emin adımlarla geliyor. postmodernizmle posthümanizm arasında gidip gelen sanat akımlarının yanı sıra, sinemada çeşitli kültürlerden toplumcu filmler ön plana çıkıyor. 'bohem birey' artık çok da matah bir karakter değil. oscar wilde'ın çağı kapanmaya yüz tutmuş.

    elbette bunun sosyo-ekonomik sebepleri var. ilginç bir şekilde aslında toplumda eşitsizlik arttıkça, toplumsallık daha ön plana çıkıyor. çünkü bir ihtiyaca dönüşüyor. ikinci dünya savaşı sonrası 'refah toplumları' olarak görebileceğimiz avrupa toplumlarında bireyselliğin yükselişini izliyorduk fakat sorunlar baş gösterdikçe, toplumsal çözümler yeniden masaya geldi.

    bu yüzden biraz da ken loach büyüdü gözümüzde. palme d'or aldı i, daniel blake filmiyle - ki film minimal bir şaheser. 21. yüzyılın hemen bütün mühim meselelerini basit bir adamın hayatında temsil edebilmiş. vaat edilen toplumla, yaşanan toplum arasındaki çelişki; her defasında gelip bizi kovalayan bir hayalet gibi. marx'ın spectre'si.

    işte bu kontekstte, the square, bireyi tokatlayıp topluma kulak vermesini isteyen tuhaf bir film. yer yer komik, yer yer ürkünç. bazen insanı ikircikli bir pozisyonda bırakıyor. şehir hayatından kareleri o kadar ustalıklı ve kurgusal biçimde kullanıyor ki, gerçeklik duygusunu hep belli bir mesafeden takip ediyorsunuz. 'kare' bir sergi olmaktan çıkıp filmin her yerine yayılıyor. ama tersten. christian'ın adımını attığı her yer aslında 'kare' ihtiyacını simgeliyor.

    maymun adamın gösterisinde mesela, insanlar tepkisizlikle geçiştireceklerini zannediyorlar vahşeti. uzun zaman herkes önüne bakıyor, ses çıkarmıyor. 'belki gider' diye düşünüyorlar. 'bize bulaşmadıkça sorun yok' diyorlar. oysa maymun adamın amacı rahatsız etmek. sonuna kadar! nihayet bir kadını yerde sürükleyip tecavüze yeltenince, masasındaki janti beyler ayaklanıp bir şeyler yapma ihtiyacı hissediyorlar.

    ben olsam, o sahne sonuna kadar giderdi. kimse kalkmazdı masasından. gene ruben östlund insaflı davranmış, insanlara kredi vermiş.

    şehirdeki dilenciler, varoş (çoğu göçmen) aileler, aslında 'kareye' asıl ihtiyacı olanlar gibi dursa da, christian'ın klanı (tuzu kurular) o güvene, samimiyete daha çok ihtiyaç duyuyor. nitekim christian'la küçük çocuk arasındaki sorun da, çocuğun ailesine karşı güvenini yitirmesine sebep olmasından çıkıyor. christian biraz bunu kotarmaya çalışıyor cep telefonu mesajında ama gene 'kendi kendine'.

    tabi bu arada 'bakın fakirler birbirine çok güveniyor, asıl sorun biz burjuvalarda' gibi bir yaklaşım yok, yanlış olmasın. küçük çocuğun ailesini hiç görmüyoruz zaten. film, 'garibanın yoksulun halinden anlayayım' çabasında da değil. sadece iki sınıf arasındaki ilişkinin christian tarafına odaklanıyor. başta dediğim gibi 'eşitsizlik' arttıkça, toplumsal kontrastın doğurduğu bağımlılık (dependency) hissi de artıyor.

    son olarak elizabeth moss'un oynadığı anne karakteri, filme christian adına güzel bir katman açmış fakat sanki tamamlanmamış gibi geldi. sanat galerisindeki söyleşide tourette sendromlu adam hikâyesi baya iyiydi. cici insanlar arasındaki tahammül sınırlarını zorlamak her daim verimli sonuçlar doğuruyor ki maymun adam da benzer bir iğnelemenin ürünü malum.

    güzel film ya, o kadar gömmeyin izleyin birkaç kere.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    '' bu performans esnasında azami dikkatinizi rica ediyorum:

    ormana hoşgeldiniz. birazdan vahşi bir hayvanla karşılaşacaksınız. hepinizin bildiği gibi avlanma içgüdüsünü zayıflık tetikler. eğer korkarsanız hayvan bunu sezecektir. kaçmaya çalışırsanız hayvan sizi anlayacaktır. ama kılınızı bile kıpırdatmadan hareketsiz kalırsanız hayvan sizi fark etmeyebilir. ve bir başkasının av olacağını bilerek sürünün içinde güvenle saklanabilirsiniz.''
    --- spoiler ---
  • ruben östlund'un 2017'de cannes film festivali'nde altın palmiyeyi kazanan filmi.

    ---spoiler---

    filmin hayatın ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermiş olan bir dolu film gösterebiliriz. östlund bunu en iyi yapanlardan biri: şaşırıp da birilerine birer rol biçmeye kalktığımızda yanıldığımızı er ya da geç görüyoruz.

    filmde buna en belirgin örnek christian'ın "maymun adama" verdiği rol. o nezih toplumu, yemekte, önce hafiften rahatsız eden maymun adam giderek salonda terör estirmeye başlar ve kendisine işaret edilen noktayı geçer. işin tadını kaçırdığı yer yaptığı işin tadını çıkarmaya başladığı yerdir. laftan anlamayınca darp edilerek (belki de linç) durdurulur.

    açılacak sergiyle ilgili söyleşide salonu dolduranların (figüranlar) hemen hepsi kendilerinden bekleneni yerine getirirler; ancak biri (psikiyatrik bir hastalığı olduğu söylenen bir dinleyici) bilinçaltını konuşturmaya başlar. ve bir türlü durdurulamaz. söyleşinin içine edilmiş olur.

    açılacak serginin tanıtımı ile ilgili olarak, tutulan pazarlama şirketi, kamuoyunda ilgi çekmek için bir tanıtım filmi hazırlar, müze yönetiminden habersiz olarak, kendi bildiğini okuyarak, kamuoyunu şoke eden bir filmi youtube'da yayınlar. sonuç müzenin sanat yönetmeninin (christian'ın) canına okuyacaktır.

    christian bir ara kendisiyle röportaj yapmış bir hanım kızla mercimeği fırına verir. ancak bunun sonuçları düşündüklerinin ötesinde olacaktır. kaldı ki hanım kız (adı anne) christian'ı başta uyarmıştır: kendisine biçtiği rol ile iktifa etmeyecektir (tuvalet kuyruğunda beklerken o psikiyatrik hastayı hatırlatır christian'a; christian bir şey anlamaz). anne az değildir; uyarmadan hiçbir terslik yapmaz. kendi evindeki sahici maymunu (küçük boy bir orangutan mıydı? yanılıyor olabilirim) christian'a göstermeden yatağa girmez.

    christian sahiden tuhaftır. hayatta yaşadıklarından asla ders çıkar(a)maz; bilakis hayatta yaşadıkları ona ilham verir.

    ---spoiler---

    tabii ki filme başka açılardan da bakabiliriz. zaman bulursam yazacağım.

    edit: matbaa hataları.
  • biri bergman reyizin 50 yıl önce çektiği film ile the square filminin ne kadar benzer olduğunu, 50 yılda hiç birşeyin değişmediğini, dünyayının gittikçe daha da boka batmasının insanların, savaş evlerinin içine girene kadar ses çıkarma cesaretini gösterememesinden kaynaklandığını ve insanların utanma duygularını kaybettiğini yazsın.

    ben üşeniyorum.

    (bkz: skammen)
hesabın var mı? giriş yap