• pink floyd'un 5 ağustos 1967 tarihinde yayımlanmış muazzam debut albümü.

    kapağıyla, müziğiyle, şarkı sözleriyle; her şeyiyle tam anlamıyla bir psychedelic rock eseri. ''psychedelic rock nedir?'' sorusunun yanıtını dinleyene tam anlamıyla verebilecek, duyurabilecek, yaşatabilecek ender albümlerden. tarzı ve pink floyd'un madenini işlemesi bakımından eşsiz derecede rafine; öyle ki, bu su katılmamış psychedelia, bizâtihi sürrealist addedilebilecek psychedelic rock'un insanî, duygusal, ''kusurlu'' yapısıyla kendi içinde enteresan ve haz veren bir tezat oluşturuyor. bu denli ''kusursuz'' aktarılmış imgelerin, düşsel arkadaşlıkların, anlatılan masalların veya triplerin, syd barrett gibi bir dağınık ve düzensiz bir figürden ortaya çıkmış olması sanırım bu tezatı yaratan. (başka pek çok psychedelic iş için elbette bu görüş geçerli sayılabilir, fakat buna en lâyık veya uygun ismin syd barrett olduğu da bir gerçektir açıkçası.)

    kuşkusuz bu albüm bir psychedelic rock şaheseridir. kalite olarak da sgt. pepper's lonely hearts club band, are you experienced?, tangerine dream veya odessey and oracle gibi eserlerin seviyesindedir. pink floyd'un en iyi psychedelic rock albümü de tartışmasız bu albümdür. (the dark side of the moon'a kadar olan albümlerin her birisi belirli seviyede psychedelia içermektedir; ancak the piper at the gates of dawn kadar ''su katılmamış'' bir psychedelia da yoktur bu albümlerde. bu sebeple en ''psychedelic'' albüm; bu türe kendisini adamış the piper at the gates of dawn'dır kuşkusuz.) bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir nokta var: progressive rock seven/sevdiğini iddia eden kimselerce ''kötü'' addedilir bu albüm. gözden kaçan nokta ise, bu albümün bir progressive rock eseri olmadığı ve progressive rock ile de organik bir bağı olmadığıdır. the dark side of the moon'un veya the wall'un üst düzey progressive rock eserleri olması, bambaşka bir türde/yapıda olan bu albümü kötü ilân etmek için geçerli bir sebep sayılamaz. (aslında bu; müzik grubunun, içerdiği müzisyenlerin rollerinin değişimiyle doğrudan alakası olan ve değerlendirilişi bakımından hayranların eksik aldığı noktalardan birisi sanırım: belli bir türde müzik yapan bir grup, bir süre sonra başka bir türde eser vermeye girişince -bu ardıl eserler ait olduğu türün çok kaliteli örnekleri olmuş olabilir, ya da en azından grubun/müzisyenin geniş çapta tanınmasını sağlamış da olabilir- eski eserler ne gariptir ki ''çöp'' ilan edilebiliyor. evet, o müzisyen/grup bu türde çok daha yetkin olabileceğini göstermiş de olsa; bu, bambaşka türde-yapıda iki ürünü en azından kalite açısından karşılaştırma yetkisi vermez kimseye.* bu bakımdan deep purple'ın shades of deep purple, the book of taliesyn ve deep purple; genesis'in from genesis to revelation; bruce springsteen'in the wild, the innocent & the e street shuffle veya the cure'ün three imaginary boys gibi ilk dönem/geri planda kalmış albümleri, ait oldukları/içerisinde kategorize edildikleri türlerin kaliteli ve nitelikli örnekleridir ve grupla tanınmış sonraki dönem işlerinden ayrı değerlendirilmelidir -en azından abuk karşılaştırmalar yapılmamalıdır- işte, bu albüm ve pink floyd için de aynı durum geçerli. şahsen pink floyd için ''en iyi albüm'' merakına kapılsaydım, tahminen farklı türlere ait ve her dönemi ifade eden dört-beş albüm seçerdim. -liste yapma özrü buradan kaynaklanır tam olarak şahsımda-)

    arnold layne/candy and a currant bun ve ardılı see emily play/scracecrow gibi teklilerin ardından yayımlanmıştır ayrıca bu albüm. bir yandan müziğine görsellik de katan, lazerlerle bezeli ''tarifi güç'' canlı performanslar; öte yandan arnold layne, candy and a currant bun ve see emily play gibi sözleri, çağrıştırdıkları, video klipleri açısından bakıldığında syd barrett'ın ne denli bir ''uçuk figür'' olduğunu görebiliyoruz; the piper at the gates of dawn, bu anlamda daha az sivri/rahatsız edici bir albüm olmakla beraber yine de miras olarak devraldığı imajın/şarkıların altından başarıyla kalktığı da kolaylıkla gözlenebilir. daha yumuşak, naif ve canlılık dolu bir ton: handiyse bir ''konsept albüm'' de sayılabilir the piper at the gates of dawn: fezâdan, siyam kedisinden, anlatılan masallardan, muhâyâl dostlardan*, sürrealist ''hayvan'' seslerinden, müzikle dinen acılardan-düşlerden, cücelerden, mistik telkinlerden, korkuluklardan, ''dost'' fareden*, bisikletten bahseden bir syd barrett konsepti/deliliği. müziğin; sözlerin bir izdüşümü gibi iniş çıkışlarla, zaman zaman mistisizmle dolu ve vokallerin ''uçuk'' bir tavırda inşa edilmiş olması bu konseptin en güzel kısmıdır kanımca: çılgınca uzatılan ''r'' harfleri, çıkarılan boğazlanan kümes hayvanı sesleri, kayda yansımış soluk alıp vermeler, yerli yerinde peltekleşen ''s''ler... (tüm bunlar bir amatörlük değil, ''psychedelia'ya yetkinlik''* olarak yaftalanabilir.) muazzam!

    albüm syd barrett albümü değildir, pink floyd'un frontmani syd barrett'in hâkimiyetini ilân ettiği bir pink floyd albümüdür. take up thy stethoscope and walk gibi bir roger waters bestesinin mevcut olması bile bu savı desteklemek için yeterlidir. zira pink floyd o zaman bir progressive rock grubu değil; sahneye lsd'den kendini kaybetmiş şekilde fırlayan ve yavaş yavaş psikolojik-mental problemler yaşayan syd barrett'ın olduğu, en basit ve açıklayıcı şekilde sürrealist bir müzik yapan, travestilerden, sanrılardan, triplerden, değişen algılardan dem vuran hâlis bir psychedelic rock grubu idi.

    mevcut şartlarda da, günümüz için de, sonrası için de ''olağanüstü'' bir albümdür the piper at the gates of dawn.

    ''syd barrett kimdir?'' sorusuna verilebilecek en güzel yanıt da, soran kişiye bu albümü baştan sona dinletmektir sanırım. bu albüm, syd barrett'ın maddeleşmiş, notalara/sözlere dökülmüş hâli gibi gelir bana. syd'in sonraki yaşamına da şöyle bir bakınca, sanırım o'nu böyle anmayı en azından istemek en iyisi...
  • bazı müzik eleştirmenlerine göre pink floyd'un en iyi albümüymüş. syd barret var ya işin içinde... ben 90lı yıllarda bu lafı bir dergide okuduğumdan beri düzenli olarak bu albümü dinliyorum. dinlemesine dinliyorum da, bir skim anladığım yok çok afedersiniz. artık vazgeçtim zaten, bence syd barret'ın götünden salladığı bir albümdür. adam gidince de pink floyd kendini bulmuş zaten.

    hayır de ki, "meddle pink floyd'un en iyi albümüdür", "yok efendim atom heart mother pink floyd'un en iyi albümüdür" sesimi çıkarmam, "he abi haklı olabilirsin" derim (onlarda da çok sallama şarkılar var bu arada o da ayrı). ama piper demeyin bana lütfen...
  • led zeppelinin stairway to heavenındaki göndermeler ayrıca hoştur zira iki grup da candır. şöyle ki;

    and it's whispered that soon if we all call the tune
    then the piper will lead us to reason.
    and a new day will dawn for those who stand long
    and the forests will echo with laughter.
  • syd barrett bu albümde sahip olduğu bütün duygusal med cezirlerini ortaya dökmüştür diye düşünüyorum. şehirde yürürken kulaklıkta bu albüm çalıyorsa; bir an için önüne gelene omuz atan ters bir insan, bir an için de yolda oynayan ufak çocukları seven tatlı, muzip bir kişi olunması muhtemeldir.
  • pink floyd'un ilk uzunçalarının ismi, önceden konserlerinde ışık oyunlarıyla milleti tripten tribe koşturduğundan nispeten muhafazakar albüm kapağı düş kırıklığı yaşatmıştır. syd barrett'in tüm şarkılarda parmağının olduğu tek uzunçalarlarıdır.
  • ingiliz ekolü saykodelik müziğin en önemli kilometre taşlarından birisi.

    albümde yer alan bütün parçalar syd barrett'ın eseriydi. sözlerde metafiziksel -ya da sürrealist diyebileceğimiz- olgular ağır basıyordu. bir çok parçasında çocuksu bir hava bulunmaktaydı. bunun nedeni ise kuşkusuz lsd idi.

    interstellar overdrive, the scarecrow, astronomy domine ve the gnome gibi parçalar efsaneleşmiştir.

    albümde eko ve tape-editing yöntemlerinin kullanılması, müzik teknolojisinin büyük ölçüde gelişmesine yol açtı.

    britanya'nın dışında pek ses getirmeyen albüm; grubun jimi hendrix'in turnesinde alt grup olmasına neden oldu.
  • syd barrett'ın triplerini dinlemeye olanak tanıyan, interstellar overdrive gibi bir şaheseri barındıran, pink floyd'un psychedelic dönemini çok güzel yansıtan efsanevi albüm.
  • kayıtları sırasında abbey road stüdyosunda bulunan ses mühendisi pete bown demiş ki; "ı opened the door and nearly shit myself ... by christ it was loud. ı had certainly never heard anything quite like it before."
  • 50. yılı kutlu olsun.
hesabın var mı? giriş yap