• kameranın sürekli devindiği barok bir üslup (welles), simetri ve alan derinliği (kubrick), ileri kaydırma (hitchcock), yakın plan (bergman) gibi kimi yönetmenlerin imzası niteliğindeki stillerin gösterişli (gerçi barok mizansen ile öz sürekli bir tenakuz halindedir) bir kolajı olarak tarif edebileceğimiz film genç bir kadının önce taciz edilip ardından mıncıklanıp dışkılanmış bir çamurun üstüne fırlatılmasıyla başlıyor. balçıktan yaratıldık, yine ona döneceğiz yollu dinsel referansın ironisidir bu. gene de bu henüz detaylıca tanımaya nail olamadığımız bir kadının saraya ayak basar basmaz yeniden doğuşunun öyküsüdür. taciz edildi, mıncıkladı, kamçılandı, tecavüze teğet geçti, dayak yedi, aşağılandı belki; ama şu haliyle yeniden doğmaması için bir neden yok gibidir. işte böyle, dönemler ve ülkeler değişse de kadınların itilip kakılması, horlanıp aşağılanması olgusu değişmiyor, diye düşünüyoruz, hatta ona acırız, ama tam da bu noktada yanılırız, çünkü karşımızdaki kolay kolay özdeşim kurabileceğimiz bir dekadan değildir. aslında dekadansın filmidir ama saraydaki dikey hareketlilikle ilgilenen entrikaya dayalı bir öyküdür the favourite. bir dekadanın femme fatale kimliğinde çevirdiği entrikaların komik öyküsü.

    djuna barnes, "geceyi anlat bana" adlı romanında, "bazı insanların yaşamak için izne ihtiyacı var. insanın hayatı, ancak onu kendisi icat etmişse kendinindir." diye yazar. tarih, aşağılanmış kahramanların altüst oluşlarıyla ilgilidir. abbasi halifesinin kendisine tanrının gazabına uğrayacağını bildirdiği için bağdat'ın altını üstüne getiren hülagu han, kibirli pers kralı darius'u saklandığı mağaraya dek takip eden büyük iskender ya da eşcinsel olmasına rağmen ele geçirebildiği bütün eşcinselleri toplama kamplarına yollayan hitler... isimler değişse de motivasyon ruhu pek değişmez. aşağılanmanın, kendi kendini cezalandırmanın, hor görülmenin yıkıcı sonuçlarıdır bunlar. benzer biçimde abigail (emma stone) babasının arkadaşlarının tecavüzüne uğramış nevrotik bir karakterdir. geçmişinde aşağılanmanın izi zaten mevcuttur ve şu haliyle sarayda da benzer şeylerle karşılaşınca bu kez olayları farklı değerlendirir ve yolunun kesiştiği kişileri kendi hesabına kullanmaya başlar. yükseliş-düşüş öyküsünün trajik anti-kahramanı barry lyndon gibi başladığı noktaya dönmeyecektir. genç bir albayla yaptığı göstermelik evlilikle en azından lady'lik unvanına kavuşur. kraliçe anne'in (olivia colman) gözdesi olduğunda, her ne kadar ruhen aşağılanmaya devam etse de, merdivenleri yeterince tırmanmayı başarmıştır artık. barry lyndon'ın dişil animası ise olsa olsa lady sarah'dır (rachel weisz).

    tarihteki iskelet halindeki muktedirlerin haklı olup olmadıkları, iyi veya kötü olup olmadıkları ise bambaşka bir sorundur. nitekim "dünya, nitelikli olanı değil, çoğu kez nitelikli görüntüsü vereni ödüllendirir." der la rochefoucauld. kraliçe anne, lady sarah, sarayın öteki kurmayları ya da abigail. onlar iyinin ve kötünün ötesindedir. örneğin abigail nitelikli değil, nitelikli görüntüsü verendir ve basamakları kolay tırmanmasının nedeni de budur. ilk sahnede dışkılanmış çamura yüzüstü kapaklanmıştı, şimdi son planda onu kraliçenin marazlı ayağına masaj yaparken görürüz. ne değişmiştir? şunu söylemek olasıdır belki: insanın özü değişmez, sadece yaşamının biçimi değişir. ya da şu: özümüz de ruhumuz da çamurdur aslında! özetle, başlangıçta da son planda da en alt kategoridedir abigail. aşağılanma ve hor görülme ise sürecektir.
  • filmi izlerken ara sıra yönetmenliğini nuri bilge ceylan ın yaptığı bir bbc dizisi seyrediyor hissine kapıldım. filmin ilginç yanı bütün karakterler ve olaylar gerçek, tarihçiler, marlborough düşesi sarah ile queen anne arasındaki yazışmaların "well documented" olduğunu belirterek aralarındaki ilişkinin gerçekliğine vurgu yapılıyor. doğal olarak filmde değinilmeyen bir husus da, savaştaki başarıları nedeni ile marlborough dükü ünvanı verilen john churchill in yaklaşık 300 yıl sonra doğacak winston churchillin büyük büyük dedesi olmasıdır.
  • --- spoiler ---

    olivia colman çok iyi oynamış, oscar adaylığını kesinlikle hak etmiş.

    bu arada filmdeki tavşanların kraliçe'nin gerçek hayatta 18 kez hamile kalmasını sembolize etmesi güzel bir detay olmuş.

    --- spoiler ---
  • erkeğin işgal ettiği dünyada kendine yer bulmaya çabalayan kadınların hikayesini, tarihin gerçek karakterlerinden yararlanarak anlatan film. ve görülüyor ki kadın, şans eseri karar mercinin en tepesinde de olsa, kaderi tayin eden daima erkektir.

    elizabeth (i), ingiltere krallığının en güçlü hükümdarlarından biri olma sıfatını, tacını kaybetme riskini bertaraf edebilmek için saçlarından; yani aslında kadınlığından vazgeçmesine borçludur. çünkü bu vazgeçiş, içine düştüğü mezhep çatışmalarına karşı etkili bir hamle olmakla beraber, kadınlığın, kolay lokma görüldüğü genel geçer anlayıştaki hasımlarının gözünde koruma kalkanlarını güçlü kılacaktı. aksi durumda bu filmin öznesi konumundaki kraliçede olduğu gibi kadınsı açıklarından sızılıp düşüncelerine nüfuz edilmesi işten bile değildi.

    film, tarihin ilginç dönemlerinden birinde yaşamış üç kadının etrafında gelişen olayların nedenlerini irdeleyerek psikolojik altyapılarıyla ilgili teoriler öne sürüyor.

    sarah, kraliçenin çocukluk arkadaşı ve oldukça güçlü bir profil. politik açıdan, whig’lerin stratejilerini anne’e kabul ettirmekle yükümlü. ama onu, böylesine başarılı domine etmesinin altında yatan esas neden tanışma hikayelerinin ardında gizli. çünkü “sefil cheever oğlanı”nın açtığı ilk yara ve sarah‘nın tanık olduğu savunmasızlık, anne’e, kendisinin bir eksikliği şeklinde empoze edilmiş ve bu eksiklik onda, sürekli sarah tarafından korunma ve onaylanma ihtiyacı doğurmuş. zamanla anne’in kendisine uzatılan yardım eli ve korumacı tavra gösterdiği teslimiyet yüzünden ast-üst ilişkileri öyle bir yer değiştirmiş ki ona sorumluluklarını bile unutturup çocuksu bir bencilliğe hapsetmiş. nihayetinde anne, başkalarının stratejilerini, protokollerde eline tutuşturulan kağıtlardan okurken sarah, kraliçe naipliğine yükselmiş.

    sarah’nın, kraliçe üzerinde kurduğu eril hakimiyeti, atış talimi yaparken giydiği maskülen kıyafetlerinde; binicilikteki ustalığında ve anne’in, “fuck me” sözlerinden anladığımız kadarıyla aktif lezbiyenliğinde kendini gösteriyor. ve üstlendiği bu rol, tanışmalarına neden olan olaydan itibaren muhafızıymış gibi davranıp anne’in daima tehditlere açık ve korunmaya muhtaç olduğu algısını sürdürmesine; böylece kraliçe için neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda karar mekanizmasını ele geçirmesine yaramıştı. bu sayede kimi zaman muhaliflerinin önünde duvar olup kraliçeye, yalnız aktarılmaya değer(!) bulduklarını iletiyor; kimi zaman da kraliçeyi, kendini ve ülkesini küçük düşüreceğine ikna ederek ekarte ediyor ve onun resmi görüşmelerini üstleniyordu. görünürdeki bu fedakarlığı, armağan edilen saray ve dans sırasında bile herkesin kenara çekilip öncelik tanıyacağı bir itibarla taçlandırılsa da kazandığı güvenin en büyük getirisi, gücü, iliklerine kadar hissedeceği devlet meselelerinde kullanabildiği imza yetkisiydi.

    ancak saray hizmetkarlarının çalışma ve yaşam alanlarında uygulanan tasarruflu tutumdan ve teftişlerden görüldüğü üzere, anne, dünyaları yalnızca en yakınındaki insanların ayakları altına seriyordu. ve ona yaklaşmanın yolu da etrafına ördüğü görünmez duvarda, psikolojik kırılganlıkların neden olduğu çatlaklardan sızmaktı.

    anne’in hayatını, duygusuzca yazıldığı wikipedia sayfasından okurken bile yitirdiği çocuklarının geçtiği satırlarda dehşete düşüyor insan. okuru bile inciten bu olayın bir annede-anne adayında yaratacağı travma ve kalp kırıklığı, manipülasyona müsait kapanması imkansız bir yara halini alacaktı.

    anne, iki hemcinsi manipülatör tarafından sömürülen bir kurban. iyileştirmeyi taahhüt ettikleri fiziksel yaralarında başarılı olamadıkları gibi, ruhsal yaraları da onlar yüzünden daha enfekte hale geldi. üstelik üzerinde uyguladıkları taban tabana zıt taktikleri, özellikle duygusal patlama anlarında, onda, nerede olduğunu bile sorgulatacak kadar kafa karışıklığına neden oluyordu. sarah’nın yöntemi, ona, kendisini çirkin ve beceriksiz hissettirerek aşağılamak üzerine kuruluyken; abigail, onu çekici bulduğu imalarıyla ve yersiz övgüleriyle şaşırtarak aklını karıştırıyordu. ancak abigail, işi daha ileri götürerek anne’in, çocuklarıyla özdeşleştirdiği tavşanları kullandığında, her ikisi için de tehlikeli sulara girdi ve nihayetinde anne, bahçede müzik dersindeki çocukları gördüğünde, hiç büyütemediği çocuklarının acısıyla sinir krizi geçirdi.

    kafamı, neden çocuklarını tavşanlarla özdeşleştirdiği sorusu kurcaladı. neden kedi, kuş ya da başka bir hayvan türü değil de tavşan? en belirgin iki özelliğini düşününce, her ne kadar sayıları, çocukları nitelese de tavşanların karakteristik özelliklerini kendisiyle özdeşleştiriyordu (bana göre): yemek ve cinsellikteki doyumsuzluk.

    anne, muhtemelen yaşadıklarının onda yarattıklarının sonucu olarak duygusal yeme bozukluğundan muzdarip. bilhassa kaybettiği çocuklarından birinin doğum gününe özel yapılmış devasa pastanın başında, bir yandan hırsla yerken diğer yandan ona kusma kabı yetiştirilmesi, bunun en büyük kanıtı. tabii bununla beraber "kusması"nın diğer fonksiyonu, ne olduğunu bilemediğimiz ama onu "zayıf düşüren" kronik rahatsızlığı yanında politik zayıflığını da vurgulamaktı. çünkü anne, aslında "güçsüz"dü. hatta diğerlerinin kusma zamanlamalarını da hatırlarsak, sarah, abigail’in ona içirdiği çay yüzünden kusarken, alt metinde abigail karşısında "gücünü yitirmesi" anlatılıyordu. abigail ise içtiği şarabın neden olduğu bulantıda, aslında o eğlencedeki tavırlarından da görüleceği üzere ona mutlak kaybettirecek bir "güç zehirlenmesi" yaşıyordu.

    tavşanlarla diğer ortak özelliği olan cinselliğe düşkünlüğünden devam edersek... anne’in yatak odası, adem ve havva- cennet tasviri üzerinden döşenmiş ve odanın dizaynında en başından orman manzaralı halılarla, onları ortalayacak portreler kullanılmış. ancak saklı ilişkisinin gizli geçidine açılan kapının yanında, muhtemelen sonradan ilave edildiği için yeri, diğer duvarlardaki simetriyi yakalayamamış; halılar arasında bile karmaşaya neden olmuş bir kadın tablosu yerleştirilmişti. ve yine muhtemelen bu, kadınlara olan ilgisinin sonradan ortaya çıkmasından kaynaklanıyordu. hatta belki eşini kaybettikten sonra olaylar gelişti ve sarah ile başlamış olan bu durum, hiç aklında yokken maruz kaldığı baştan çıkarma taktikleriyle abigail’de devam etti. ama anne için zaten sorun yoktu. çünkü o, devletti ve resmi işler yerine onunla ilgilenilmeliydi.

    diğer favori, abigail... erkeklerin aldığı kararların, kadınların yaşamında yol açtığı sonuçları en çok gözlemleyebildiğimiz karakter aslında. asil bir ailenin mensubuyken, sonrasında pişmanlık duyan babası tarafından kumarda masaya sürülmüş ve onun borcuna karşılık bir alman erkeğine bedenini sunmaya mecbur bırakılmış. öncesine dair bildiklerimiz, seks kölesi olduğuyla sınırlı kalmakla birlikte, şahit olduğumuz kısımlarda, hayvanlar gibi toplu haldeyken su sıçratılarak yıkanabildiği; hayvanlar gibi yerde uyumaya layık görüldüğü ve yine hayvanlar gibi kırbaçlanarak cezalandırıldığıydı. yani onca trajediden sonra yolu saraya da düşse, koşulları bir türlü insani düzeye çıkamamıştı. ve sonunda hayat karşısındaki çaresizliği, onu da acımasızlaşmaya itti ve o da hemcinsi kraliçenin, keşfettiği yarasını merhametsizce deşti. yitirilmiş her çocuğa karşılık gelen tavşanlar kafeslerinden çıkıp ortalıkta koşturdukça, abigail’in iktidar alanı artarken; sarah için tehlike çanları çalıyordu. tabii dolayısıyla whig’ler için de...

    sarah, içtiği çaydan zehirlenip ormanın derinliklerinde kaybolduğunda, erkeğin ihtiyaçlarını gidermek üzere olan bir fahişe tarafından bulunmuştu. ve götürüldüğü genelevde kendine gelip nerede olduğunu sorunca aldığı cevap, benim için kilit nokta oldu: “cennette” ve odanın köşesinde kadını kullanan adamı göstererek de “bu tanrı.” çünkü filmin başından beri bu kadınların adeta tanrılarıymış gibi kaderlerini, çıkarları doğrultusunda hep erkekler belirlemişti. ve dahası, erkeklerin arzularını yerine getirerek yaşamını sürdüren fahişe gibi, şartların daha konforlu olduğu odalarda, kraliçenin vantriloğu olmak isteyen whig’leri ya da tory’leri amaçlarına ulaştırmak için, cinselliğini kullanmaya mecbur kalmış kadınlardı onlar. en basiti, abigail, hizmetçinin sabotajıyla yanan elini tedavi ettikten sonra, o eliyle önce kraliçeye; ardından konumunu resmileştiren adama mastürbasyon yaparak kariyer basamaklarını tırmandı. ve maalesef meclislerine kadın sokmayıp kafalarına peruk takan o erkeklerin favoriler üzerinden yürüttüğü bu iktidar savaşında amaç, halkın menfaatleri bile değildi. çünkü whig'lerin hükümeti sırasında politik eleştiri olarak sarayın önüne tuvaletini yapan halkın, harley'nin, teklifini kabul etmeyen abigail'e uçurum başındaki hoyrat muamelesinden tahmin ettiğimiz yönetim anlayışına karşı, saray mahalini lağım kokutmaya devam edeceğini kestirmek zor değil.

    sonuç? erkeğin yarattığı rekabet ortamında hayatta kalmak için mücadele eden kadını, kadına kırdırdılar ve final, tüm kadınlar için mağlubiyet oldu. anne'in, abigail ve sarah tarafından deşilen gizli yaraları da görünen yaraları gibi daha da şiddetlenmişti. sarah, tüm kazanımlarını yitirmiş; abigail de zafer sandığı şeyin, kumar masasında kaybedilenden farksız olduğu gerçeğini geç de olsa fark etmişti.

    hani bir ördek yarışı vardı ya filmin başlarında izlediğimiz, işte o yarışta birinci gelen kurdeleli ördekte olduğu gibi, aslında kazanan bu iki favori kadından biri değil; peruklu erkeklerdendi.
  • the killing of a sacred deer'ı hiç sevmemiştim. mitolojik bir hikayeyi günümüzün şartlarıyla temellendirip fantastik, doğaüstü yanını kendi belirlediği şartlar altında koruma cüreti bana çok anlamsız ve zorlama gelmişti. zira mitoslar, halk, kahramanlık hikayeleri genelde böyle yorumlanmaz. yaratıcı istediği dokunuşu yapabilir elbet ama günümüz dünyası içinde realize ettiği mitosun doğaüstü gerekçelerini umursamamıştı yönetmen. ya da gerekçelendirmeye sözde ''sürprizli, şoke edici'' yönetmenlik tarzı yüzünden gerek görmemişti. o sebepten filmi izlerken sıkıntıdan patlamıştım. hoş haksızlık etmeyelim, komedi filmi düşüncesiyle izlense kesinlikle eğlenceli olabilecek bir filmdi the killing of a sacred deer. the favourite için ise kafamda '' lanthimos yine cambazlık peşinde koşup, tarzımı konuşturup, türe damgamı vuracağım'' hınzırlığıyla giriştiği bir tarihsel drama diye koşullandım ve enteresan şekilde düşündüğümden iyi bir film buldum. evet filmin benzeştiği, kesiştiği bir çok tarihsel drama var ama lanthimos yönetmenliğinin temel özelliklerini rafine ve terbiye edilmiş bir şekilde filme yedirmeyi başarmış. filme damgasını vurup, filmin önüne geçmek yerine bilinen, tanışık olduğumuz bir hikayeyi ''ayrıntılandırma ve yorumlama'' titriyle seyircisine fırınlamış.

    bu tip filmler genelde anlatılan hikayenin cansuyu olan güç ve iktidar ilişkisinin katı, merkeziyetçi, otokratik gövde gösterisine dönüşür. karakterler aldıkları eğitimin ve elbet sahip oldukları sınırsız iktidarın olanaklarıyla bir tür kavramın temsili gibi sunulur. en iyi dediğimiz filmlerde bile böyle bir yorumlama vardır. kral, kraliçe, dük, düşeş falan izlerizi genelde o filmlerde. o sıfatlardan soyutlayıp, içini görebildiğimiz karakter sayısı çok azdır. lanthimos kendinden beklemediğim bir olgunluka üç kadının böylesine güçlü, eril, otoriter bir iktidar mekanizması içindeki psikolojilerini didik didik edip, adeta düşünsel röntgenlerini çekmiş. kendince hınzırlığa, aşırılığa, şova girişeceğini düşündüğüm her an beni yanıltıp hem birbirini manipüle eden 3 kadının davranışlarının temellendiği dünyayı hem bu davranışların, tasarımların gerçeğe dönüştüğü düşünsel süreci aşama aşama aktarıyor seyircisine. özellikle kadının iktidar ilişkisi içinde konumlandırıldığı tarihsel süreci az çok bilince öyle bir çağda birçok travma atlatan, duygusal açıdan oldukça sakat, yarım bir kadının yorumdan öte gerçek kılma çabasındaki çaba takdire şayan bana göre.

    tarihsel karakterlerle ilgili hep bıçak sırtı bir durum vardır. yakın tarihten bahsetmiyorum. uzak tarihten söz ediyorum. oradaki kişiliklerle ilgili tüm bilgimiz onlar hakkında yazılmış hikayelerden ibaret. ve genelde bu hikayeleri yazanlar da o kahramanların ücretli çalışanları. yani öyküsünü wikipedia'dan okuduğumuz bir tarihsel karakterin düşünce ve davranış biçimini gerçek anlamdan çözümlememiz neredeyse imkansız. bundan neredeyse 400 sene önce yaşamış bir kadın hakkındaki bilgimiz tarih kitaplarında dönem tarihçilerinin hakkında yazdıklarıyla sınırlı. o halde bu noktada tarihin o katı ve kesin yargılarından sıyrılıp kendi yorumlamamıza girişmemiz gerekiyor bir noktada. işte lanthimos (her ne kadar senaryoyu o yazmasa da, ki bence isabet olmuş ) elindeki senaryoyu bir kraliçenin hikayesinden ziyade bir kadının, bir insanın hikayesi olarak yorumlamayı seçmiş. ben uzun zamandır böylesine güçlü bir tarihsel karakterin bu kadar insani nüanslarla yorumlandığı bir tarihsel drama izlemedim. bence yönetmenin en büyük başarısı bu.

    evet filmde gördüğümüz iktidar eksenli ilişki biçiminin kesişim kümesinde daha önce görmediğimiz hiçbir şey yok. hatta entrikanın saflığı, dürtüsü ya da kusursuz tasarımı bakımından özellikle shakespeare tragedyalarını az çok bilen izleyici/ seyirciyi tatmin edecek bir ölçü de yok neredeyse. ama iktidar hırsının duygusal kastrasyonunun izahı bakımından oldukça doyurucu bir iş the favourite. o kompleks duygunun, dürtünün mecburiyeti, ortaya çıkışı, dönüşümü ve yarattığı yeni insanın tahditini çözümlemesi açısından kusursuza yakın. açıkçası ben bu filme bakarken lanthimos'un the killing of a sacred deer'da yanlış yorumladığı ne varsa bu filmde düzelttiğini düşünüyorum kendi adıma.

    özellikle kraliçenin kastre edilmiş duygusal dağınıklığını, güç zehirlenmesiyle oluşan şüphecilik, paranoya, güvensizlik temelli gelgitlerini öyle güzel birkaç anla ölümsüzleştiriyor ki yönetmen, iyi bir yönetmen dokunuşunun sahneye nasıl etki edeceğini hatırlatıyor seyircisine. kraliçenin sarayın koridorlarında manik depresif kaybolma halinden, müzik yapan çocuklara çıkıştığı sahneye kadar nefis dokunuşlar var. ve en önemlisi güvensizlik, tekinsizlikle oluşturulmuş sınırsız gücün, ihtirasın yarattığı tek başına''keyfe keder'' karar mekanizması olmanın o hastalıklı titrekliği benim içimi üşüttü izlerken. eğer filmi dikkatli izlediyseniz aynı şeyin şu an ülkeyi yöneten ve tek adam rejimini kurmaya çalışan zatı muhteremin kara verme mekanizmasını anlamak bakımından ne kadar etkileyici ve lezzetli anlar sunduğunu görebilirsiniz. kadın/ erkek fark etmez. dünyada yerini bulmaya çalışan bir karakterin değişim, dönüşüm sürecine dair psikolojik, çevresel, kültürel, duygusal etkileri izahlayamazsanız sadece bir ''etiketi, bir ideali, figürü'' anlatmış olursunuz. işte lanthimos benim kendinden beklemediğim bir olgunlukla her sınıfa, her ilişki biçimine, her çağa referans olabilecek bir iktidar ve insan portresi çiziyor.

    finalde beliren ''soyut, simgesel oral'' sahnesiyle filmini nefis bir şekilde noktalıyor yönetmen. hemen öncesinde gücün kalıcı olmayan parçalarını eteğine toplamış abigail'in kraliçenin kayıp evlatlarıyla özdeşleştirdiği bir tavşana uyguladığı o sert ve vahşi davranışın kraliçe tarafından görülmesiyle ''her şeye rağmen kimin kimin sahibi olduğu gerçeğinin unutulmamasına dönük, köle/efendi '' hatırlatması o ''soyut oral'' sahnesi. kraliçe önünde diz çöktürdüğü hizmetçisinin kafasından tutar ve kameranın da yardımıyla diz çökmüş abigail'in başının ''erkin fallik organı'' üzerindeki gelgitlerini görürüz. bu tüm ilişki biçimlerine dönük aralarında nasıl bir ilişki kurulursa kurulsun iktidarın nihayetinde tek bir kişide olduğu gerçeği üzerine harika bir imleme. belki biraz kaba bir sahne ama yine de filmin yarattığı ruha nefis bir şekilde oturuyor. 3 kadın için çizilmiş tarihsel sınırları kendince nefis bir şekilde yorumlayıp, karakterize etmiş bir film the favourite.

    kısacası ben filmi seven taraftayım. üstelik yorgos lanthimos'un gereğinden fazla abartıldığını düşünmeme rağmen.
  • 2018 yapımı yorgos lanthimos filmi.

    her ne kadar "komedi" olduğu iddia edilse de, komedi elementlerinin yeterince yer almadığı ve dramanın ağır bastığı bir yapım olmuş. filmin bir diğer özelliği ise tarihi sınırları zorlaması. izleyicilerin çoğu bu filmi ya çok sever ya da filmden nefret eder. tarihi gerçeklik açısından bakmak gerekirse, filmin çoğu kurgu. kostüm, müzik ve oyunculuk açısından oldukça iyiydi. başrol oyuncular gerçekten iyi çıkarmış. rokoko dönemi kıyafetleri ve dansları iyi yansıtılmış.

    film, 1700'lerin başında, ingiltere kraliçesi anne'in sarayında iki kadının güç mücadelesini anlatıyor. ancak bunu kalıplaşmış fikirleri biraz zorlayarak yapıyor.

    "komedi filmiymiş, izlerken eğleniriz" fikriyle filmi izleyen bir parça hayal kırıklığına uğrayabilir, bu filmin komedi boyutu belli bir tarihi dönemi "alaycı ve iğneleyici" şekilde ele alması olarak yorumlanmalı.

    --- spoiler ---

    filmle ilgili her şeyden önce tarihi gerçeklik boyutuna değinmek gerekir. time bu konuda bir yazı ele almış ve kraliçenin kadın arkadaşlarıyla fiziksel olarak ilişkiye girmediğini, o dönemde mektuplarda romantik ifadelerin yaygın olduğu belirtmiş ki rokoko dönemi'ni bilenler o dönemin ağdalı üslubundan haberdardır. başka bir deyişle sarah churchill ve kraliçe anne'nin yakın olsalar da filmde iddia edildiği türden bir ilişki yaşamadığı düşünülüyor.

    kraliçe ile ilgili bu tür haberlerin o dönemki muhalifler tarafından isminin zedelenmesi amacıyla yayıldığı söyleniyor. anne'in yaşadığı sağlık problemlerini göz önüne alınca da filmde iddia edildiği gibi bir ilişki yaşamanın zor olacağı belirtilmiş.

    buna karşılık film beklenmedik bir konuyu ele almış. ingiliz tarihinde krallar için savaşan metresler ve aileleri oldukça meşhurdur. sekizinci henry ve anne boleyn bunun en bilindik örneği. ancak "kraliçe" için savaşan kadınlar konusunun şaşırtıcı olduğunu belirtmek gerekir.

    filmle ilgili dikkatimi çeken unsurlardan biri saray eşrafı ve saraydaki günlük hayat oldu. normal şartlarda kraliçeler nedime ordusuyla gezip askerler olmadan saray dışına pek adım atmaz. bu filmde saray koridorları çok tenha, kraliçenin odaları çok boştu (zaten tarihçilerin bu tür ilişkilerin yaşanmayacağını düşünme nedenlerinden biri bu).

    filmin sekiz bölüme ayrılması ve bölümlerin çoğunda koridorlardan yürüyerek başlanması hoş bir detaydı.

    --- spoiler ---

    benim için izlerken sıkılmadığım ama tekrar da izlemeyeceğim bir filmdi.
  • güzel görsellere sahip film. kostüm tasarım ödülü almasını beklerdim açıkcası. kostümler, dekorlar, mekan görsel açıdan çok güzel. olivia colman'ın da en iyi kadın ödülünü hakeden bir performansı var. güzel film.

    --- spoiler ---
    abigail denilen şeytanın insanı sinir küpü ettiği, lady sarah'ın ise asaleti, güzelliği ve kendinden emin tavırları ile ideal kadın modelini temsil ettiği bir saray entrikası. abigail'i, muhteşem yüzyıl'daki hürrem'in oyunlarına benzer bir stratejisi var. hedefe giden yolda her şey mübah tarzı ile yaklaşıyor (dizi-film karakteri benzerliği, yoksa karakter olarak elbet alakaları yoktur). bu da insanı gerim gerim geriyor. mesela lady sarah'ın yazdığı mektubu yakıyor, ama ben filmlerde böyle şeylerin açığa çıktığında rahatlatan bir yönü olmasını isterim hep. yani bilinsin o şeytanlıkları, ortaya çıksın. zehirlediği ortaya çıkıyor ise, yaptığı o planlar da gün yüzüne çıksın. ulan bok, daha dün arabadan aşağı götüne tekme vurulup tezeklerin içine atılan sineklerle kankalık yapan biriydin, nedir o sarayı ele geçirme çabaları. bir de kendi parasından başka bir şey düşünmeyen toprak ağası harley ile işbirliği yapmalar bilmem neyler. oysa lady sarah tam bir dirayetli, düşünceli, çalışkan bir insandı. yediniz başını güzelim kadının.
    bu işler genelde böyle oluyor. götünü yırtan, çalışan, emek veren insanlar yerine sinsilik ile, ayak oyunları ile yalakalık yapanlar bir yerlere geliyor. ilkine "thank you for service" ikincisine "i love you."
    filmde görsel olarak en hoşuma giden sahne, kraliçenin pencere önünde otururken etrafta tavşanların dolaştığı sahne. tam bir fotoğraf sanat eseri malzemesi çıkabilecek sahne. kraliçe, aslında bizim gündelik hayatta gördüğümüz teyzelere benziyor. hasta, yorgun, telaşlı. oyunculuk gerçekten çok iyi. histeriler, o hastalıkları yaşıyormuş gibi aktarması, bakışları, yatışı hepsi saygıyı hakeden bir oyunculuk.
    --- spoiler ---
  • dönem filmlerini ve kadın hikayelerini sevenler için güzel bir film. epey sövülmüş ama o kadar yerilecek bir yapım değil. abartmayın. ben yönetmenin son filmlerini sevmemiştim. o aşırı zorlama temalardan çıkmış olması beni sevindirdi. filmdeki tüm kadın oyuncular şahane. benim gözümü tek tırmalayan çekim tekniği. detaylara odaklanmamı engelledi.

    --- spoiler ---

    yorumlara göz gezdirirken "kötü kadının daha kötü kadınla mücadelesi" diye bir düşünce dile getirilmiş. filmdeki kadınlar kötü filan değil oysa. başka seçimleri yok. saray dışına çıktıkları anda ya tecavüze uğruyorlar ya da kendilerini bir genelevde esir buluyorlar. abigail eski bir leydi ve babasını kurtarmak için başkalarıyla yatmış. defalarca tecavüze uğramış. sokağa dönerse o hayata dönüş yapmış olacak. sarah'ı ezip geçmekten başka şansı yok. bu onu kötü yapmaz. keza sarah da öyle. sadece güç zehirlenmesi yaşıyor ve aşkına çok güveniyor.

    filmin sonunda abiagal'in tavşanı ezmesi gibi kraliçe de abiagal'i eziyor. hasta ve felçli de olsa o kraliçe çünkü ve geriye kalan herkes birer böcekten ibaret.

    -- spoiler ---
  • cesur ve küstah bi film*.. yunan yönetmen yórgos lánthimos'un kendi ülkesinde çektiği filmleri saymazsak, hollywood da ki üçüncü eseri. 2019 yılı oscar törenlerinde "best picture" dalında oscara aday gösterilmiş.. tüm "ingiltere tarihi" temalı filmlerde olduğu gibi yine buram buram ihtişam, şatafat, gösteriş.. tam bir görsel şölen.

    filmde, ingiltere tarihinin en acılı kraliçelerinden anne stuart'ın*, tahta geçtikten sonra yakın çevresinde bulunan iki önemli kadın ile olan ilişkisi anlatılıyor.. bu kadınlardan birisi, 8 yaşından beri tanıdığı, yakın dostu, arkadaşı lady sarah churchill (marlborough) rolünde rachel weisz (ki yerine kate winslet'in oynaması düşünülüyormuş ancak kate ile anlaşılamaması sonucu rachel rolü almış) diğeri de, tabiri caizse dağdan gelip bağdakini kovan, sarah'nın kuzeni abigail hill (masham) rolünde emma stone. (ki ironik bi şekilde filmde ki tek amerikalı oyuncu)

    filmde neredeyse hiç bahsedilmiyor ama aslında acı dolu bir geçmişe sahip kraliçe anne stuart.. arka arkaya annesini, babasını, kardeşi mary'i ve halasını kaybetmiş.. (bkz: ölüm travması) din ve mezhep baskılarına (protestan/katolik) maruz kalmış.. (bkz: manevi boşluk) fransa, belçika, hollanda, irlanda derken diyar diyar ordan oraya sürüklenmiş.. (bkz: gurbet) çeşitli aile içi entrikalarla uğraşmış (bkz: bozuk aile yapısı) ve hepsinden kötüsü 17 kez hamile kalmasına rağmen tek bir çocuğunun bile büyüdüğünü görememiş..(bkz: evlat acısı)

    içlerinden sadece gloucester dükü prens william konuşacak kadar yaşayabilmiş.. onu da 1700 yılında 11 yaşındayken kaybetmiş. * bu saydıklarımı herhangi bir insan yaşasa ömür boyu depresyondan çıkamaz.. ama bu kadını bir de tahta çıkartıp ülke yönetmesini istemişler.. ömrünün sonuna kadar peşini bırakmayan sancılı sağlık sorunları da cabası.. yemin ediyorum peygamber çilesi çekmiş kadıncağız.

    ama filmde kraliçenin bu geçmişine ya da bozulmuş psikolojisinin sebeplerine pek değinilmiyor*.. ekranda gördüğümüz sadece, psikolojisi bozuk, dengesiz, "zayıf" (!) bi karakter.. bu açıdan kendisi adına üzüldüm açıkçası.. bu şekilde anılmasına ve perdeye taşınmasına üzüldüm. çünkü yaşadıklarını bilmeyen çoğu insan "manyak bu karı.!" deyip geçecektir.. oysa davranış bozukluğunun, dengesiz ruh halinin çok acı sebepleri var.. film bunları bir hayli es geçiyor.

    sanırım bunun sebebi de klişe bir dönem filmi "olmasın" diye.. tüm bu saydığım dramaları kısa kısa işleyip, yaşadıklarını anlatıp, dramanın dozunu arttırsalardı; benzerlerinden hiç bir farkı olamayan sıradan bir dönem trajedisi olarak kalacaktı film.. ama yunan yönetmenin kendine has yeni akım dalgasıyla daha "farklı" (!) bir eser ortaya koyması gerekiyordu, bunun için klasik drama dili yerine duyarsızlaştırılmış entrika temasını kullanmış.. cinsel içeriğe dikkat çekmiş. ama bence güzelim konuyu heba etmiş.. her neyse.. dediğim gibi, filmde kraliçenin ızdıraplı geçmişinden ziyade hükümdarlık döneminde uğraştığı bir takım sorunlar (fransa ile savaş ve vergiler konusu) ve yakın çevresi ile olan ilişkileri* anlatılıyor..

    buradan itibaren filmin bazı sahneleri ile alakalı detaylar vereceğim.. spoiler sayabilirsiniz. özellikle kaybettiği çocuklarından dolayı olsa gerek, çevresine karşı güvensiz ve ürkek bi insan kraliçe.. duygusal anlamda çok yıpranmış. bipolar bozukluğuna benzer dengesiz duygu durumları var.. (bkz: manik-depresif) bi bakıyorsunuz tekerlekli sandalye ile koridorda hız yapmaktan keyif alıyor bi bakıyorsunuz yoktan yere uşakları azarlıyor. herkesin eğlendiği, mutlu olduğu anlarda durup dururken bir anda sinir krizleri geçirebiliyor. ya da huzurlu, sakin bir müzikten rahatsızlık duyabiliyor.. benzer bir durumu kısa bir dönem ben de yaşadım. doktorumun demesine göre bastırılmış öfke patlamalarıymış bunlar.. ama kraliçenin içinde bulunduğu durum için -kişisel tahminim- "başıma kötü bişey gelecek" korkusu da olabilir. mutlu olmaktan korkmak.. (bkz: anksiyete) her neyse.

    daima bir onay bekliyor kraliçe.. özgüveni yok denecek kadar az. yönlendirmelere kanıyor değil, yönlendirmelere muhtaç.! bunu da en iyi yapan, çocukluğundan beri yakın dostu olan lady sarah.. aralarında beş yaş var. kraliçenin hemen hemen aldığı her kararda sarah doğrudan etkili oluyor.. ama kraliçeye karşı tavırları sıcak, yumuşak bir arkadaşlıktan ziyade; sert, acımasız bir üslupta.. tam bir "dost acı söyler" kafasında lady sarah. yeri geldiğinde kraliçeyi acımasızca kullanıyor kukla gibi.. empati sıfır.

    filmde -güya- eşcinsel bir ilişki de var sarah ile kraliçe arasında.. hatta bi yerde sarah kraliçeyi şantaj ile tehdit ediyor, dediklerimi yapmazsan bana yazdığın müstehcen şiirleri ortaya çıkartırım ve tâcından olursun diyor.. ama tarih kitapları bunu doğrulamamış.. filmin başında "cesur bir film" dememin sebebi buydu.. ölümlerinden sonra kraliçe ile sarah'ın birbirlerine yazdıkları şiirler ortaya çıkmış ama bu şiirlerde herhangi bir cinsel ilgi belirtisi yokmuş.. filmde sarah'ın bu şiirleri şömine ateşinde yaktığı görülüyor.. oysa yakmamış. tüm yazışmalar kraliyet arşivinde mevcutmuş. ama kraliçe ile abigail arasında olup bitenler ile alakalı lady sarah'ın yazdığı şu dörtlük bir hayli konuşulup tartışılmış:

    “her secretary she was not
    because she could not write
    but had the conduct and the care
    of some dark deeds at night.”

    her neyse.. bu üç kadının (kraliçe, sarah ve abigail) duygusal ve cinsel anlamda aralarında ne yaşandığını hiç bir zaman kesin olarak bilemeyeceğiz.. ama film, çok da lazımmış gibi, küstahca bu konuda atıp savurmuş..! filme göre kraliçe hem sarah ile hem de abigail ile eşcinsel bir ilişki içerisinde.. ve ingilterenin en acılı kraliçesinin tek derdi cinsel tatmin.! hadi oradan.. bu yüzden, filmin bu cinsellik teması üzerine kurulmuş olması beni biraz rahatsız etti.

    filmin diğer bir önemli karakteri ise, sarah ile kraliçe arasına giren sinsi karakter abigail. kraliçeyi sarah'dan soğutmak için türlü entrikalara başvuruyor.. tam bir yalloş. yüzüklerin efendisinde ki kral theodenin aklını zehirleyip duran solucan grima gibi.. süslü sözlerle, ilgiyle, göz boyamayla kraliçenin kalbine giriyor.. sarah ile abigail arasında ki en dikkatimi çeken fark ise, sarah inanılmaz politik bi karakter.. doğrudan ülkenin kaderine müdahale ediyor.. savaşlara, vergilere, ekonomiye, siyasete.. her yerde parmağı var.. ama abigail'in böyle bir amacı, hedefi yok.. tek istediği sarah'ı yenebilmek.. bu açıdan değerlendirince (her ne kadar kraliçeyi kukla gibi kullanmasını doğru bulmasam da) ben sarah'dan yana tarafımı belirtmek istiyorum.. bilmiyorum, galiba bende "yenileni tutma" sendromu var.. bi yerde okumuştum bunu.. adını hatırlamıyorum.. bi müsabakada kaybeden taraftan olma isteği, kaybedene sempati duyma durumu.. mesela bir tenis maçında geride olan oyuncunun kazanmasını istemek gibi. kendimde bir hayli gözlemlediğim bir durum. bu yüzden olsa gerek; davranışları, tavırları ne kadar yanlış olursa olsun sarah-abigail mücadelesinde gönlüm istemsizce sarah'dan yana kayıyor.. gururlu da bi insan sarah.. rakibinin seviyesine inmiyor. başımı çeker giderim! deyip, çekip gidiyor... aslında ikisi de birbirinden beter, tam bir "al birine vur ötekine" durumu.. ama tam açıklayamasam da bence abigail, sarah dan bi kaç tık daha kötü. her neyse..

    biraz da filmin teknik detaylarına değinelim.. görüntü kalitesi gerçekten çok iyi. dekor, ambiyans, atmosfer mükemmel.. böyle filmleri nasıl bir sette çekiyorlar çok merak ediyorum.. yani o şatafatlı odaları, süslü koridorları, devasa salonları, kütüphaneleri nasıl replike ediyorlar? özel izinlerle gerçekten de gidip sarayda mı çekiyorlar acaba.? bu konuyu biraz araştırdım ama net bir bilgi bulamadım.. bilen varsa söylesin lütfen. tüm o görsel şölen, çeşitli lens teknikleri ile süsleniyor.. en dikkat çekeni dar mekanlarda geniş açıları görmemizi sağlayan balık gözü.. çok tadında, kıvamında kullanılmış.. rönesans sonrası dönemden kalma tablo gibi çoğu kare.. ve kostümler.. sandy powell'ın maharetli ellerinden çıkmış muazzam kostümler.. bu güne kadar çok ingiltere tarihi temalı film izledim, hatta southhampton da ki yazlığıma gittiğimde lord kuzenlerim de teyit etti*, gördüğüm en güzel, en kaliteli kostüm tasarımları bu filmde..! başta bafta olmak üzere hemen hemen aday gösterildiği tüm ödül törenlerinde ödül almış kostüm tasarımcısı sandy powell. eline emeğine sağlık.. göz zevkimiz gelişti sayesinde.. aday gösterildiği tüm törenlerde ödül almayı başaran diğer isim de, tabii ki olivia colman.. harika bir performans..

    son olarak şu şekilde toparlayayım.. filmin görüntü kalitesine, kostüm ve dekor tasarımına ve mükemmel oyunculuklarına hayran kaldım.. dört dörtlük. ama senaryo tercihi ve yönetmenliğini çok yanlış buldum.. doğrudan kötü demiyorum bakın.. bana göre yanlış.! koskoca ingiltere kraliçesinin anlatılacak başka yönleri yok muydu yani? her neyse.. umarım bir kaç yıl sonra aynı kraliçe için bir film daha çekerler de iadeyi itibar yaparlar.. yazık, kadıncağız onca çile çekmiş, onca badire atlatmış.. hakkında çekilip oscara aday gösterdikleri filme bak..! öldükten sonra bile bitmiyor çilesi.!!
  • 18. yy ingiltere saray hayatını işlerken, dönem üzerine çok ciddi yorumlar yapılabilen ve hırs, aşk, entrika üzerine düşündürecek bir yapım aynı zamanda. yorgos lanthimos modern dönem yönetmenlerinden biri olarak, bu defa anlatısını gerçekten farklı yöne çeviriyor. dönem filmi gerçekleştirirken risk alındığını da rahatça gösteriyor bize. çünkü dönem filmlerinde sinemacı kurgusunu işlerken aynı zamanda tarihsel gerçeklik çizgisi üzerinde yürümek zorunludur. bu çerçevede bakıldığı takdirde the favourite aykırı makyajlarını karakterler üzerinde kullanırken bunu doğal olarak biçime fazla aktarmıyor. ancak tabii ki gerçekte sadece mektuplaşmalar varken lezbiyen bir ilinti de işin içine girmiyor değil.

    virtual reality ile alfonso cuaron'un, roma filminde uyguladığı gibi geniş açıya yer verilir. portakalların fırlatıldığı şişman bir adam bizleri ayrıca tom ford'un, nocturnal animals filmindeki açılışta şişman kişilerin, burjuva kesimine alet olan danslarını akıllara getirir. portakal fırlartılması hem eleştiridir hem de sınırda, taşrada isyan eden bir halk varken o dönemin meşhur pahalı meyvesinin fırtılışı sarayın lüzumsuz abartısına gönderme yapar. kraliçe anne'in yiyerek sürekli kusması ve yemeye devam etmesi bulimia sancısıdır. tecavüzün tüm kişilerce kabullenilmesi, kraliçenin nevrotik kararlarına itiraz edilememesi dönemin kırıklığıdır. genellikle iç mekanı konu alsa bile hem yüzyıl hem de günün ingiltere coğrafyasına panaroma olmuştur. sarayın içerisinde süslemelerin her noktası rokoko üslubun şaha kalkan dönemlerine denk gelir. tavan hariç cephelerde özellikle bitkisel süslemeler, çiçek motifleri ve şükufeler tam anlamıyla dönemi yansıtır. tablolar, portreler eksik olmaz. bahçeli düzen anlayışı sivil mimaride net şekilde görülür.

    --- spoiler ---

    saraya ilk adımı attığında her yeri dışkı kaplı, sineklerin çevresinde uçuştuğu abigail karakteri seyirciye gerçekten işler acısı, örselenmiş olarak sunulur. bu acıma duygusu aslında zaafın, merhametin tehlikeli olduğunu gösterir. abigail, çocukluğunda babasının arkadaşlarının tecavüzlerine maruz kalan biridir. zaten hayata dip noktasıyla merhaba diyen kişi, bokların içinde 'canavar' taklidi yaparak azımsanmayacak derecede özgüvenli olduğunu gösterir. ormanı, taşrayı bu sefil hayatından dolayı çok iyi bildiği için kraliçe anne'in ayağına şifa olur, sarah'ı zehirler. çünkü orman tehlikeli bir dünya olmasına rağmen neyin nerede olacağını bilen karakterden saray düzeninde korkulmalıdır. abigail kırbaçlanır, bokun içine atılır, itilir. fakat saray erkanının eylemleri abigal için aşağılayıcı şeyler değildirler. abigail zaten o dip noktasındadır. yapılan eylemler onu asla incitmez, motivasyon kaynağı olur. dikkat edersek atış talimi sırasında ilkte hedefi vurma konusunda acemi, kendisine silah tutulup ateş alacağını sanarak yere düşerken finalde avladığı kuşla sarah'ın yüzüne kanlar sıçratan kişidir. kendini darp eder, yalan söyler, duygu sömürüsü yaparak insanların zaaflarından faydalanır. kusursuz iyiyi oynayarak gut krizleri geçiren depresif kraliçenin hükmünden yararlanır her fırsatta.

    abigal'in unuttuğu bir şey vardır ki; hayatını sarayda geçirmiş sarah ile arasında ciddi farklar vardır. sarah o'dur, abigail ise o olmaya çalışan kişi. marlborough düşesi sarah sarayın niteliklerinin ana sahibidir. zehirlendikten sonra atı tarafından sürüklenir, darbeler alır. sonra genelev ortamına düşer. ona bedeni karşılığında para kazanma teklif edilirken, saray sikkesi ile oradan direkt olarak sıyrılır. filmdeki 'mecdelli meryem' alıntısı önemlidir. mecdelli meryem, isa dirildikten sonra onu gören ilk kişidir. sarah'ı bulan kişinin de böyle olduğu düşünülürse, yuvasına döndükten sonra sarah artık ölü isa'dır. ne yaparsa yapsın saraya yani yaşama dönme şansı yoktur. abigail geneleve düştüğü takdirde kendini pazarlamak zorunda kalırdı. aralarındaki asıl fark da buydu. evlenip, erkeğine isteksizce mastürbasyon yaptı. muhalefet ile ittifak haline gelerek oyunlar oynadı. ilk planlarda gördüğümüz hizmetçi kostümünü film boyunca atamadı abigail. üzerine izleyicinin de nefretini kazanarak 'canavar' taklidini yapmayı bırakıp artık gerçek bir canavar oldu. kraliçenin 17 çocuklu metaforunu temsil eden tavşanların birini ayağının altına alarak 'çocukluğu' süresince süresince yaşadığı acıyı yok ettiğini düşündü. fakat en sonunda anne'nin krizlerinin sadece destekçisi olup yine onun aşağısında, soylu kesimin alt tabakasında kalıp, saçı çekilerek veda etti seyirciye. temizlik yaparken yanlışlıkla ellerini yakan abigal, elleriyle kraliçenin acılarını dindiren hizmetçiydi aynı şekilde. ellerini sokup dindireceği bir suya ihtiyacı yoktu. çünkü tümden bütün bedeni suyun içinde, boğulur haldeydi. sarah'ı çikolata banyosuna girerken bile çıplak görmeyiz. çünkü onun bahsettiği gibi 'aşk gerçeklerden bahsetmektir' her zaman. abigail bizim karşımızda göğüsleri açık halde anne'nin yatağında gösterilir. bu tek sekans günahkarlığının göstergesiydi tabii ki. sarayın içinde bulunan adem ve havva'nın cennetten kovulduğu tablonun bir benzeridir bu. yasak elmadan (anne) sonra çıplak kalmıştır.

    --- spoiler ---

    iki kadının bir kraliçenin etrafında dönmesi ve yarattıkları entrikalar olarak görülmemeli film. döneme dair imkan sağladığı okumalar, kostüm ve prodüksiyon tasarımı, süslü bir saray ortamı sağlayıp bizi kadınlar üzerine düşündürmesi; müzikli alt yapısıyla sahnelerini doğru şekilde ilerletmesi bakımından şahane bir iş. olaya her zaman birçok açıdan bakmanın belki de yararını böyle bir dönem filmiyle ortaya koyuyor yorgos lanthimos.
hesabın var mı? giriş yap