aynı isimde "the cure (kısa film)" başlığı da var
  • cure night yaparlardı ankara da graffiti de 13 yasımdaydım daha annemden zar zor izin alır giderdim...vay be 23 yasına geldik deisen bisi olmadı hala cure dinnioruz... how did we get this far apart dedirten dostluklarımız, you make me feel like i am home again dedirten asklarımız oldu ama robert smith askı degismedi ki hic...

    edit: bu entry'yi yazalı 20 gün sonra 20 sene olacak. 42 yaşıma geldim, hala the cure dinliyorum, hala the cure konseri kovalıyorum. ve hala robert smith aşkım değişmedi. 20 sene sonra, sözlük ve ben duruyorsak, yine editlerim.
  • sadece adını duyduğumda bile aklımda kadıköy, walkman ve ortaokul-lise yıllarım belirir.
    gece radyoda çalsa da üst iki kenarındaki boşluklarını selobantla kapadığım kasete çeksem diye aportta bekler idim.
    hey gidi günler. o yıllar bi ergen için kaset almak bi nevi lükstü. sevdiğin bi grubun yaptığı müziği dinlemek için emek vermen gerekirdi. harçlık biriktiricen ki kasetini alabilesin, radyo başında nöbet tutucan filan...
    o nedenle the cure'un sadece hatırlattığı nostalji için bile yeri ayrıdır.

    sıradaki şarkı size ve lisedeki yağmurlu günlerinize gelsin.

    http://www.youtube.com/watch?v=umfftkjs-o0
  • bu aralar bir mucize olsa da türkiye'ye gelseler dedirten gruptur. zira şu an yaptıkları turnede three imaginary boys, seventeen seconds ve faith baştan sona çalınıyor ve toplamda 45-48 şarkı icra ediyorlar. evet, bir konserde 40 küsür şarkı. diyecek söz bulamıyorum. bu adamların yaptığı hayranlara saygının kökü değildir de, nedir???
  • ya gülümseten, ya da dip noktasında depresif olabilen grup. ortası yok. bu yüzden çok seviyorum sanırım. ayrıca love song'u keşke başka kimseler söylemese de hep the cure versiyonunu dinlesek.

    depresif şarkılar için :

    (bkz: apart)

    (bkz: funeral party)

    (bkz: trust)

    (bkz: the same deep water as you)

    (bkz: faith)
  • bu grubu bu kadar özel yapan şey sanırım sizin şimdiki zamanda hissettiğiniz duyguları, onların muhtemelen siz doğmadan, çok çok önceden en layığıyla tatmış olmaları ve bunları cümlelere dökerken bu denli kendilerini sonuna kadar açabilmeleri. zamanın ötesi demek eksik kalır, başka bir şey bu.
  • gta'nın vice city stories oyununda radio wave'de 'a forest' isimli parçası çalan ve başladığı anda sizi kendinizden geçiren müthiş şarkıya sahip grup...
  • ortaokulun ilk yıllarında elime geçen the head on the door adlı kaset ile hayatıma bir daha hiç çıkmamak üzere girmiş olan ingiliz müzik grubudur the cure. head on the door'u aylar boyu walkmenimden çıkartmamış, her şarkının her notasını ezberlemiştim. böyle harika bir albüm yapan grubun diğer albümleri nasıldır acaba diye içimde uyanan merak ile the cure macerasına başlamış oldum...

    *

    three imaginary boys'u ilk kez dinlemek, ardından faith ve pornoghraphy'i keşfetmek insanı bu maceranın içine kolayca çeker. bu albümlerle the cure'ın ilk dönemlerini keşfederken ilk dinlenilen albüm olan head on the door'un tadının damakta kalması yeni bir albümü iple çekmenize neden olur. çok da uzun zaman geçmeden okuduğunuz dergilerden* the cure'un kiss me kiss me kiss me albümünün aylar evvel ingiltere'de piyasaya çıktığını öğrenir küplere binersiniz. “tanrım, neden türkiye'de her şey geç çıkar?” diye o yılların klasik isyan beyanında bulunursunuz. sabırsız olduğunuz için sağa sola haber verilir. anne-babaya yapılan yalvarışlar sonuç verir ve yurtdışından gelecek bir akrabaya sipariş verilir. bundan sonra da şafak sayılır. derken büyük gün gelir, beklediğiniz albüm avcunuzun içindedir. odanıza çekilir, saatlerce albümü üst üste dinlersiniz. albümde bir şarkı* vardır ki platonik aşk yaşadığınız dönemde kurduğunuz hayallerde eşlik eder size.

    kiss me, kiss me, kiss me'yi sindirmiş, yeni albüm haberlerini takip ederken yavaş yavaş the cure'u arkadaşlarınızla ve belki de ilk sevdicek ile paylaşmaya başlarsınız. fark edersiniz ki çok da yalnız değilsinizdir. işte türkiye'de the cure'un bir "dönemin" grubu olması bu aralara denk gelir. siz de o dönemin bir parçası olmuşsunuzdur.

    bu farkındalıkla the cure daha da önemli olur gözünüzde. ve siz de daha araştırmacı olmaya başlarsınız. ankara'da süleyman'ın*; istanbul'a yapılan kısa gezilerde ise nişantaşı'nda akusta'nın, taksim ve kadıköy'de de bilumum müzik dükkanının arşivlerinin tozunu almaya başlarsınız. bu aşamada the cure vasıtasıyla onlarca yeni grup ile tanışılır (the smiths, joy division, new order, happy mondays, siouxsie and the banshees) * ve the cure'un yeni albümü beklenirken bu grupların tadına varırsınız.

    derken bomba haber bir gün telefonla gelir. arkadaşınız disintegration'ın çıktığını haber verir. artık daha serin kanlı bir müzik sever olarak içinizde bir huzur gider alırsınız albümü. beklediğinize deymiştir, disintegration her bakımdan tatmin edici, aynı zamanda the cure sevginizi ona katlayan bir albüm olmuştur. o dönemlerinin gündüz partilerinde fascination street, pictures of you ve lovesong bol bol çalınır olmuştur. ilk başlarda bu durumdan hoşnut olsanız bile zamanla sizin yıllardır uğraşıp kulak yorduğunuz grubunuzun piyasa olmaya başladığını anlamak bir öfke duymanıza neden olur. bu öfkeyle beraber piyasa olan lovesong'u beğenmez tavırlara girer, albümün son şarkısı olan untitled'ı üst üste dinlemeye başlarsınız.

    bu öfke hezeyanlarıyla mücadele ederken the cure mixed up adlı ve remixlerden oluşan bir albüm çıkarır. biraz tereddüt ederek gidilir süleyman'a, ama yine de alınır ve beğeniyle dinlenir. üstelik never enough diye yeni de bir parça vardır albümde, yüzünüz gülmeye başlar.

    ama tebessüm yüzünüzde fazla uzun kalmaz. mixed up'dan iki yıl sonra karşınıza wish ile çıkar the cure. büyük bir heves herkesten önce albüme sahip olmak için ingiltere'deki akrabanın kapısı bir kez daha çalınır. gerçekten de bütün arkadaşlara albümü kasete çekerken yapılan sükse yaşanmaya değerdir. ancak o da ne! albüm türkiye'de çıkar çıkmaz müthiş bir popülariteye ulaşır. dershanede mini etekli bütün tiki kızların ayaklarında sebago, ağızlarında friday i'm in love vardır artık. bu durum karşısında sert bir öfke hezeyanı yaşanır ve bütün the cure albümleri depoya kaldırılır, 3 yıl boyunca çıkarmamak üzere...

    geçen 3 yıl boyunca radyoda, barda the cure şarkıları kulağınıza çalındıkça içiniz burkulur, hatta kendinizi şarkıya eşlik ederken yakalarsınız. bastırılamaz bir dürtüdür bu. ama yine de o eski albümleri karıştırmak istemezsiniz. bu küslük sürer gider, ta ki manchester'da the cure'un wild mood swing albümünün konseri olduğu haberi duyulana kadar. üniversite eğitimi için ingiltere'de bulunduğunuzdan bu konser kaçırılmaz bir fırsattır. ama konser gününe kon anda konan kritik bir sınav* imkansızlıklar zincirinin ilk ve tek halkası olur: konsere gidilemez. ancak sınava girilir, çıkılır, koşa koşa odaya gidilir, konu komşudan ve okul kütüphanesinden bulunan the cure cd'leri sıraya konur ve konser saatiyle eş zamanlı olarak o çok özlenen şarkılar teker teker dinlenir bir şişe vodka eşliğinde. ne kadar da özlenmiştir, ne kadar da salak bir gururdan küsülmüştür the cure'a! ama bu bir hayat dersi olur, sevdiğiniz grupları piyasa olmaları halinde de sevmeye devam etmeyi öğrenirsiniz. çünkü sizin müzikle paylaştıklarınız sadece ve sadece size aittir. yüzünüzde huzur dolu bir gülümseme ile ömür boyu the cure dinleyeceğinizi bilerek sızar kalırsınız. rüyanızda robert smith ile lovesong'u birlikte söylersiniz.
  • rock'n coke'ta kendilerine -haliyle- özel tuvalet tahsis edilen grup. robert'ın boku üstüne bok olmaz tabi.
  • başarılı bi gurup bençe. yakışıklı şarkıları var. umarım şımarmazlar. kendilerine bir abi tavsiyesi vermem gerekirse; mühim olan zirveye çıkmak değil, zirvede kalmak... bir de şunu unutmayın; insan ne oldum dememeli, noluyo amına koyim demeli... bunları aklında tuttuktan sonra gerisi kendiliğinden geliyor zaten.
  • bir süredir düşünüyorum, hem "lovesong" hem de "this twilight garden" diye iki şarkı olsun, bu ikisini de aynı adamlar yapsın. görüyorsun, anlatamıyorum bile nasıl olduğunu... öyle bir şey işte.
hesabın var mı? giriş yap