• stephen hawking'in tanımına göre:

    zaman-mekan bükülümünün sonsuz olduğu bir zaman-mekan noktası.

    temeli, yerçekiminin arttıkça zaman/mekanın bükülmesidir. bir kara deliğin merkezindeki yerçekimi o denli artar ki, bir noktadan sonra (event horizon*) artık bu kavramlar çözülmeye başlar. singularity, fiziğin bilinen kurallarının darmadağın olduğu bir noktaya tekabül eder. bu noktada zaman da, mekan da, madde de artık bizim kavradığımız*, bildiğimiz kavramlar olmaktan çıkarlar. hep birlikte bir tekneye biner, kafalar güzel, şarkılar söylerler. başka mecralara yelken açar, bambaşka alemlere akarlar.
  • (bkz: tekillik)

    kozmologlara göre evren singularity konumuna geçerken, yani sıfır hacme doğru büzülürken uzay-zaman eğikliği çok daha kaotik bir düzeye çıkacak. hatta uzay ve zaman bağıntısı paramparça olacak. bilinç içerisinde "önce" ve "sonra" gibi kavramların bir önemi kalmayacak. sıfır hacimden bahsettiğimiz için "yön" ya da "uzaklık" gibi terimlerin terminolojiden silineceğini belirtmeme gerek yok diye düşünüyorum.

    sonra...
    sonrası yok. sonrası sis perdesi.
  • kara deliklerin merkezinde hacim sifira yakla$irken yogunlugun sonsuza gitmesi sonucu bilinen fizik kanunlarinin coktugu nokta. mikro ortamlarda yercekiminin nasil cali$tigini bilemedigimiz icin kara deliklerin merkezinde neler oldugunu bilemeyecez. taa ki quantum gravity mechanics gibi bir $ey geli$tirene kadar.
  • kardeşlerim... ademoğlu denen kuyruksuz primat, şu kozmik yuvarlağın üzerinde göt gezdirmeye başladığından bu yana, yani hemen hemen 200.000 seneden beri; bacak bacak üstüne atılıp yalanlar söylenmekte, kocalar karıları tarafından boynuzlanmakta, hakkını sorana el hareketi çekilmekte ve bayırda düzde adam kovalanmaktadır. tamam... kocalar da karılarını boynuzlamaktadır... bunca kepazeliğin 200.000 senedir ulu orta ayyuka vardığı şu günah yuvarlağında, "tekillik nedir?" diye sormak, şunun şurasında 100 senenin işidir.

    şimdi... sadede gelelim... işbu kâmil kardeşiniz, tekillik üzerine, evliya menkıbelerini aratmayacak bir tecrübe yaşamış, tekilliğin ne olduğuna dair en halisüdden bilgi kendisine adeta zerk edilmiştir. 2003 yazının sonlarıydı... bir gece vakti, norveç'in kuzeyindeki nordkapp kasabasının sahile bakan kesiminde yer alan kulübemin önüne şezlong atmış, bir yandan tütsülenmiş penguen götü kemirirken, diğer yandan renklerin gökyüzündeki dansını yani aurora'yı izliyordum. izlerken izlerken... yeşilli mavili bir gökyüzü kumaşı adeta aurora'dan kopup geldi ve hemen ayağımın dibine, cismini cibilliyetini tarif edemeyeceğim insansı bir varlık suretinde konuverdi. bilmediğim bir lisanda üç beş kelam ettikten ve ben de kendisine mal mal baktıktan sonra türkçe lisanına geçti. "sana tekilliğin sırrını getirdim kâmilim" dedi. sonra, tıpkı müzikallerde olduğu gibi, yine bilmediğim bir lisanda fakat caz formunda bir eser seslendirerek dans etmeye başladı. benim göremediğim bir caz orkestrası ve korosu da kendisine eşlik ediyordu. saksafon solonun nihayete ermesiyle birlikte insansı varlığın türkü söyleyip tepinmesi de bitti. yüzünü bana döndü ve "tamamdır kâmilim" dedikten sonra, yine kıvrıla kıvrıla göğe yükseldi ve aurora'ya karıştı.

    o gece bir şey anlamadım. ancak ertesi sabah uyandığımda, zihnime zerk edilen tekillik bilgisini idrak etmeye başladım. evet... tekillik nedir, artık biliyordum. dahası, bu bilgi sanki içimde kımıldayan haylaz bir çocuk gibiydi. açığa saçılmak, kulaktan kulağa koşturmak istiyordu. engel olamadığım bu kıpırtıya çok fazla direnemedim. türkiye'ye döndüm. karşıma çıkan herkese, kapıcıya, bakkala, postacıya... hülasa herkese tekilliği anlatmak istedim. fakat bir sorun vardı... her kim benden tekilliğe dair bilginin özünü işitmeye başlıyor, o dakika fenalık geçirip bayılıyordu. çaresiz kalmıştım. dışarı çıkmak için adeta göğüs kafesimi yumruklayan bu bilgiyi henüz tek bir kişiye dahi aktaramamıştım. araya adam koyduk, torpil yaptık... odtü fizik bölümündeki profesörlerden tek tek randevu aldık. ve fakat, konuştuğum her profesör, bowling topu yemiş labut gibi devrilip yerde fırdöndü oluyordu... anlaşılan, bana nakledilen bilgi her ademoğlunun taşıyabileceği bir bilgi değildi...

    ızdırap içinde geçen üç beş ayın sonunda bir fırsat daha belirdi. evvelce hâlimi deyiverdiğim küratör selahattin abi, londra'da stephen hawking'le görüşmem için bir randevu ayarladı. alelacele, hediyelik yarım kilo fındıklı lokumu aldığım gibi londra uçağına kapağı attım...

    soğuk bir londra sabahında, stephen hawking'in malikânesinin kapısını yumrukladım. kapıyı açan yaşlı ingiliz hizmetçi abi beni içeri buyur etti. hediyelik lokumu kendisine verdim. piyango biletinin son iki numarasına ikramiye isabet etmişcesine sevindirik oldu. mütebessim bir ifade ve son derece nazik bir tavırla, beni evin salonunda gösterişli bir koltuğa oturttu ve müsaade isteyerek yanımdan ayrıldı. iki üç dakika oldu, olmadı... yaşlı hizmetkâr yine güler yüzlü bir biçimde yanıma geldi ve beni bu defa başka bir odaya buyur etti. sanırım stephen hawking'in odasına gidiyorduk.

    stephen hawking'le görüşeceğim odanın kapısı açıldığında, beni şok eden bir manzarayla karşılaştım. içinde spor aletlerinin olduğu fitness odası tarzında bir odada stephen hawking şınav çekiyordu. üstelik, her yukarı kalkışta ellerini birbirine vuruyordu. bu manzara karşısında nasıl bir şaşkınlık yaşadığımı tahmin edersiniz. hawking'in sırtında gri bir atlet, götünde de futbolcuların 80'li yıllarda giydiği türden kısacık bir şort vardı. içerde bangır bangır simon & garfunkel çalıyordu. stephen hawking bizi görünce şınav çekmeyi bırakıp ayağa kalktı. ihtiyar hizmetçi, "mr. hawking... mr. kâmil..." diyerek beni takdim etti. müzik sesi yüzünden bağıra bağıra konuşuyordu. stephen hawking eliyle müziği kapatmasını işaret edince, hizmetçi frağının iç cebinden kocaman bir uzaktan kumanda çıkartıp müziği kapattı. hayatımda hiç bu kadar büyük bir uzaktan kumanda görmemiştim. boyu abartısız 50 cm vardı...

    müzik kapatılmış, yaşlı hizmetçi bizi baş başa bırakmıştı. "şaşkınlığını anlıyorum evlat." dedi hawking. "iki yıldır mucizevi bir tedavi üzerinde çalışıyorduk. sanırım başardık..." diye devam etti. "geçmiş olsun bay hawking, sizin adınıza çok sevindim." dedim ben de... "şimdilik bu sırrımı saklarsan çok mutlu olurum. yakında dünya kamuoyuna büyük bir sürpriz yapmayı planlıyorum." dedi. "ne demek efendim. tabii ki kimseye söylemem durumunuzu..." diye karşılık verdim. havluyla yüzünü silerken "küratör selahattin bir şeyler söyledi. sanırım tekillik üzerine orijinal fikirlerin varmış." dedi. "bunlar benim fikirlerim değil efendim. tekilliğe dair hakikatin ta kendisi..." kollarını birleştirdi ve "seni dinliyorum" dedi...

    konuşmaya başladım... beni dikkatle ama sarsılmış bir halde dinliyordu. alnından boncuk boncuk terler süzülmeye başlamıştı. bir anda sıkıntılı bir hâle bürünmüştü. onun bu hâlini izlememek için birkaç adımla pencere kenarına gelip, dışarıya bakarak anlatmayı sürdürdüm. anlatırken, gözüm yan taraftaki mutfağın penceresinden görebildiğim yaşlı hizmetçiye ilişti. getirdiğim fındıklı lokumu nefessiz götürüyordu. sadece birkaç dakika içinde anlatacaklarımı bitirdim ve tekrar stephen hawking'e döndüm. yine şok olmuştum... karşımda, bildiğimiz, öyle saksı gibi, özel koltuğunda oturan stephen hawking vardı. sanırım, anlatım sırasında fenalaşmış ve son bir çabayla kendini koltuğuna atmıştı. delici bir bakışla bana öylece bakıyor, hiçbir jest ya da mimik gösteremiyordu. koltuğunun önünde duran ekrana gözüm ilişti. "allah belanı vere kâmil" yazıyordu.

    kardeşlerim... tekilliğe dair bana nakledilen bilgiyi stephen hawking'e aktardıktan sonra, beni sıkıntıya sokan durumdan kurtuldum. ama artık şunu biliyorum. bizler, aşağılık hayatlarımızı hoyratça tüketmekte olduğumuz şu sırada, samanyolu galaksisi ve diğer galaksilerin merkezinde duran milyonlarca güneş kütlesindeki dev kara deliklerin kalbinde, yaşadığımız her bir anın kaydını sonsuza kadar barındıracak olan tekillik duruyor. yaradan'ın kara kutusu denebilir mi buna?.. bence denir...
  • özdeşlikler, benzerlikler, kıyaslamalar, karşıtlıklar gibi zihinsel işlemlerle hareket ettiğimiz her seferinde deneyimin tekilliğini yaşayabilme ihtimalinden uzaklaşıyoruz. bir deneyimi diğerinden ayıracak olan şey, aklıma gelen birkaç tanesini saydığım zihinsel işlemlerle kurulan bağları -kopması son derece zor olan özdeşleştirici bağlar- kopartabilmekle mümkün.

    insanın son derece güçlü hissettiği deneyimler var yaşamının ilk yıllarında ya da sonrasında, çocuklukla- ergenlik, ergenlikle- yetişkinlik arasındaki geçişlerde oluşmuş olan. varlığımızın kırılganlığı ile deneyimin gücü arasındaki asimetri bu deneyimleri "travmatik"leştiriyor: anlamlandırmanın, bağlam içerisine oturtmanın, öyküleştirmenin başarılamadığı ve şiddet olarak duyumsanan anlar bütünü. iz bırakan deneyimler.

    sonrasında, yaşanan her bir deneyimin etkisini iz bırakıcı bu ilk deneyimlerle tartmaya başlıyoruz ki tekilliğin yitimine yol açan da ilk deneyimin silinemezliği oluyor. kopernik'in evren algısından (dünya güneş sisteminin merkezi değil) çıkıp ilk deneyimi merkez noktası haline getiriyor ve yaşamımızın sonraki deneyimlerini de merkez noktasına olan konumlarına göre yerleştirmeye başlıyoruz. bu durumda yeni olan bir şeyden söz etmek de olanaksız hale geliyor. sayıları az ya da çok olan uydular ve onların yörünge hareketleri var yalnızca.

    yaşamımız, şiddetli deneyimlerin etkileriyle yoğrulmuş bir nedenin etrafında dönmeye başladığında yitirme riskimizin olduğu şey yalnızca tekillik de değil. temel bir şey olan "başlangıçta toz ve gaz bulutu" cümleciğini ve bununla dile gelen rastlantısallığı da kaybederek dogmatizme ya da mekanizme düşüyoruz. yazının başlangıcındaki işlemler bütünü ve çok daha fazlası nedenselliği varsayan ve gücünü ondan alan mekanik bağlantılar. nedenselliğin etrafında bir ağ örüyor ve kendimizi bu ağsı yapıyla tanımlıyor gibiyiz.

    nedenlerin ciddiyetlerini, ağırlıklarını, etkilerini yitirmeleri halinde ağı oluşturan bağlantı noktaları da kopmaya başlayarak yerini boşluklu bir yapıya bırakabilir. ilk deneyimlerle sonrakiler arasındaki hiyerarşik düzenlemenin yıkılması halinde her deneyim kendi tekilliğiyle yankılanmaya başlar ve takımyıldızlar ya da uydular gibi düzenlemelerin yerini gökyüzünde oraya buraya saçılmış tek tek yıldızlar alabilir.

    bir örüntünün içerisinde yaşamaya başlıyoruz ve zamanla zihnimiz de kendi ağlarını örmeye başlıyor, bağlantı noktaları birbirine düğümleniyor, ağ büyüyor ve sonunda içinden çıkılması güç bir kafes yapısı oluşuyor. bir kafes ne denli büyük olursa olsun içindekinin görüş ufkunu sınırlı bir çerçeveye hapseder. tekillikse bu çerçevenin, bu yapının kırılmasıyla elde edilebilecek, başka türlü görmenin de imkan dahilinde olduğu bir kazanım, yani zenginlik.
  • star trek'te romulan gemileri de bu ilkeyle çalışır. sözkonusu motorlarda bulunan yapay bir kara deliğe az miktarda bir madde atılır, sözkonusu madde tekillikte sıkışırken hayvan enerji ortaya çıkarır falan.

    federasyon gemileri ise madde + karşı madde tepkimesinden alır enerjilerini.
  • s. hawking'inde bahsettiği kavramdır. şoordan izleyebilirsiniz:

    http://www.theguardian.com/…story-time-simple-video
  • ölüm ile doğum arası.
  • "insanın, akıp gitmiş olan hayatına şöyle bir bakması bile, başından geçen olayları birbiriyle karıştırmadığını hayretle fark etmesine, karşılaştığı kişilerin benzersizliğini saptamasına yetiyor. tekillik ve karıştırılmamak, var olmanın her anına üstün geliyor." andrey tarkovski - die versiegelte zeit

    (bkz: tekil/@ibisile)
  • matematikte istediğiniz kadar yaklaşabildiğiniz ama varamadığınız durum.
    insan her türlü ilişkisinde bu tekilliği koruyabildiği ölçüde düzeni koruyor demek. parçacık ve karşıt parçacıkların birbirlerinde yok olup enerjiye dönüşmeleri diye tanımlanan hal ve tekillik cern de araştırıla dursun. anlamak ne kadar zor değil mi? o sebeple anlamazdan gelmek en iyi yöntem.
hesabın var mı? giriş yap