570 entry daha
  • “insan sadece başkaları için değil kendisi için de bir gizem olmalıdır. kendime bakıyorum, kendimi inceliyorum; bundan sıkılınca da vakit geçsin diye bir puro yakıp düşünüyorum:
    tanrı'nın benimle ne kastettiğini ya da benden ne yapmak istediğini sadece o biliyor.
    bu dünyada sadece benim yapabileceğim, parmak izim gibi bana ait bir şey var, bir varoluş var. onu iyi kılmanın, değerli kılmanın derdinde olmalıyım.”

    hz. isa'nın dağdaki vaazından mülhem eseri
    kırdaki zambak ve gökteki kuş'ta;
    zambak ve kuşun akıl hocalığında, tanrı huzurunda bir hiçe dönmek için susmayı ve sükutu, koşulsuz itaati öğrenirken, o sessizlikte tesellinin tanrısını bulup, ilahi sevinci keşfediyor. “sevinçli olmak kendine yakın olmaktır, hakikatte kendine yakın olmak ise bugünde kaim olmaktır” sonucuna varıyor nihayetinde de.. insan sessizlik içinde, kendini ve diğerlerini yargılamadan, sakinlik içinde yaşamayı, kuşlara ve çiçeklere bakarak bile öğrenebilir, yarın ne olacağını önceden kestirebilmek mümkün mü? dolayısıyla bırak endişeyi, tam şu anda yaşa, bırak yarının kaygısı yarının olsun, her günün derdi zaten kendine yeter diyor. ve siz hiç ahh keşke insan olsaydım diyen bir kuş gördünüz mü? göremezsiniz, fazla lâf, insanı endişeye götüren ilk adımdır, kuştan ve zambaktan önce susmayı öğrenelimi öğütlerken, insanoğlu hem sonluluk, hem sonsuzlukla, hem olasılık, hem zorunlulukla kayıtlanmış durumda, ne ki doğa, bize hiç olmazsa endişeden azade, özgür bir hayatı öğretebilir görmek isteyene, sessizliğin de bir sesi vardır duymak isteyene pekâlâ diye anlatıyor.. kierkegaard'da endişe ve korku; “özgürlüğün verdiği bir baş dönmesi”dir tam manasıyla, düşüncenin sesini duyun, “sessizlik fazlasıyla üstündür konuşmalarla dolu insan dünyasından” diyor.

    kierkegaard;
    varoluşu soylu bir eylem olarak görür, aslında varoluş ana sorunudur demek daha doğru. onun zihnini birtakım sorular meşgul eder. şu hayatta nasıl var olmalı?
    sahiden, bu varoluşun kastı nedir ki?
    kişide/ bende var olan ama açığa çıkmamış özelliklerin, niteliklerin veya her ne ise o şeylerin açığa çıkmasını sağlamalıyım. kendimle karşılaşmalıyım, kendime tanık olmalıyım. varoluşumla birlikte kendime ait öze ulaşmalıyım.
    kendi içimde çözümlenmeliyim, kendi içimde çözülmeliyim. kendi varlığıma, kendi tanımıma dönmeliyim.
    tanrım, benimle ne kastettin? ben ne için varım burada? ben bir birey olarak nasıl yaşarım?

    evrene bakan, etrafına, kendine kulak veren herkes bir noktada bu sorunun etrafında bir dönmüştür sanırım.
    ona göre önemli olan insanın mutlak surette 'insan olma cesareti' göstermesidir. tek derdi bireyi anlamak dolayısıyla kendini anlamaktır.
    hayatın anlamının peşine düşmeyin, hayat bize, size ne anlatıyor ona bir kulak verin der özünde.. cevaplardan çok sorularla ilgilidir.
    öyledir ya,
    akıllı, güçlü sorular soran insanlara çekiliriz.
    zira her soru, merak etmenin, öğrenmenin ilk adımıyken, anlamlı bir hayat, anlamlı ilişkiler kurma fırsatı da yaratır.

    iman ve etik anlayışını da en iyi korku ve titreme'de anlayabiliriz.
    insanlığın en büyük kurban etme hikâyesi, semavi dinler tarafından ortak paylaşılan ibrahim'in kıssasını da dört farklı şekilde yorumlar kierkegaard.
    iki duygunun altını çizer; sevgi ve korku.. hikâye etik varoluş evresinden dinsel evreye geçişin hikâyesi gibi gözükse de kierkegaard'ın sanki bütün çabası, bu hikâyeyi kutsal kitap bağlamından çıkarıp gündelik hayat pratiklerimizde düşündüğümüzde, böylesine korkunç bir durumla baş ederken sevgi ve korkunun ilişkisini incelemek gibi düşünür sanırım.

    kıssa şöyledir;
    gün olur, ibrahim'in imanı bir gün sınanır ve oğlunu kurban ederek varlığını tehdit edecek bir bedel ödemesi istenir. ibrahim çok inançlı, tanrı korkusu olan bir insan ve fakat aynı zamanda oğlunu çok seven de bir baba. ancak böyle bir insan tanrı'nın bu dehşetli sınavına tabi tutulabilirdi zaten bundan asla şüphe duymaz.

    "ve tanrı ibrahim'i sınadı ve ona dedi ki: ishak'ı, biricik oğlunu al ve onu moriya diyarına götür ve onu orada, sana göstereceğim dağda, yakılı kurban yerine sun."

    ibrahim, ishak'ı, biricik oğlunu, olması için günlerce gecelerce yalvardığı en yüce varlığını tanrı'ya kurban edecekti.
    modern bilinç açısından bu öykü, bir yok etme kıssası gibi, korkunç, akıl dışı..
    bugün birisi böyle bir şey söylese hepimiz öfkeleniriz, oğlunu kesmek isteyen cani deriz,
    kabul edemeyiz, haklıyız çünkü birinin yaşam hakkını elinden alamayız, evrensel kurallara aykırı, etik değil..
    ancak kierkegaard'ın yorumlamasına göre;
    tanrı'ya inanmak basit bir karar değildir, hatta karanlığa adım atmayı gerektirir ve inanca dayanarak karar vermek, ne yapmanız gerektiğini söyleyen geleneksel fikirlere ters düşer çoğu zaman..

    ibrahim'e göre etik, günah işlememektir ve ona göre bu durum yaşamın paradoksudur.
    ibrahim ne yapacaktır? tanrı'nın buyruğu karşısında tüm evrensel ahlak yasalarını, etiği, kendi babalık güdülerini dahi ayaklar altına mı alacaktır yoksa en sevdiğine biricik yavrusunu armağan mı edecektir? korku ve titreme buradan gelir, tanrı'nın isteğiyle yüzleşmesidir. çünkü gerçek sınav, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar ibrahim'in inancına göre..

    işte etik onu kararından alıkoyan, saptıran bir kavram burada. etik geleneksel ahlaki kurallar bütünüdür, herkes için geçerlidir. geleneksel etik kaygılarına mı tutunacak yoksa tanrı'ya mı güvenecekti ibrahim? tabii ki tanrı çünkü o asla kimseyi kandırmaz, burada ibrahim etiği düşünmemeli, tanrı'ya güvenmeli aksi takdirde inanç olmaz. çünkü etiğin doğrudan tanrı ile ilişkisi yoktur ancak kurban etmek doğrudan tanrının isteği, onunla ilgili. etiğe uyamazdı çünkü etik bu dünyaya aitti, evrenseldi, iman bireyseldi ve bireysel, evrenselden üstündü. iman, etikten üstündü. yani ebedi olana ulaşmak ve onu kavramak için fani olandan vazgeçmeliydi. ona göre iman aklın kavrayabileceği bir hakikat değil tam tersine bir paradokstu. yani aslında iman çok soyut, çok anlatması mümkün olan bir duygu değil. tamam çok saçma ama inanıyorum demek gibi.. kierkegaard'ın ısrarla vurguladığı iki kavramdı bu, saçma ve paradoks.
    mantıklı olan şeylere inanılmaz, onlar bilinir, görülür zaten. çünkü inanç rasyonel değildir, risklidir, inanca adanmış bir hayat kolay bir hayat da değildir, bir sürü sorumluluğu var vs.
    yaşaması, uygulaması, beşeri hesaplardan, akli sebeplerden azade, yüzleşmesi, tamamen koşulsuz teslimiyet hali, gözün gördüklerinden bağımsız, etikten bağımsız, kişiye özel, çok öznel. gündüz vassaf yazmıştı.
    “büyük patlamadan önce ne vardı? cevabını veremediklerinden tanrı'ya inanan nice fizikçi yok mu? beni, bizi tanrı'ya yakınlaştıran korkumuz mu? cehaletimiz mi? açan çiçekte mucizeyi görmem mi?” demişti. tabii ki mevcut cehaletimiz tanrı'nın varlığının kanıtı olamayacağı gibi, yokluğunun da kanıtı olamaz denilebilir. bilmiyoruz, bilemiyoruz. veya bir çiçeğin açmasındaki güzellik ispat istemez, ikna istemez. sadece o güzelliğe inanırsın, bunun gibi.
    ya da carl sagan'a atıfta bulunmak gerekirse, kimisi bir olguya inanmaktansa, onu bilmeyi tercih eder, kimisi de hiçliğe inanır, ispata dayandırılmasını, arkasındaki nedenselliği sorgulamaz, kadir-i mutlak bir irade der, doğru kabul eder, geçer. sonuçta inanç kabulle başlar.
    işte iman, inanç burada devreye giriyor.
    dolayısıyla iman eri olan ibrahim herhangi bir şüpheye düşemezdi. kolunu dahi titretemezdi, kimseye anlatamazdı, içine hiçbir korku karışmamalıydı. eli titrerse imanını hiçe sayardı. tanrı'nın emri karşısında etik veya başka hiçbir şey anlamlı değildi çünkü.

    bu kıssa basit bir kurban hikâyesi değildir. ibrahim'in eylemi göründüğünden daha derindir aslında, etik ile itaatin veya imanın her zaman el ele gitmeyeceğini de söyler bir nevi. onun amacı tanrı'sının kastını anlamak, onunla arasındaki perdeyi kaldırmak, inancına, arzusuna tutkuyla iman etmek, seçim yapma ve bu seçimi sınama cesareti ile iman sıçrayışını gerçekleştirmektir.
    ister bir yaratıcıya inanalım, ister inanmayalım
    kendi gücümüze tutunarak, evlat gibi bizi sonsuzluğa taşıyabileceğine inandığımız bir şeyi yok ederek hissedebileceğimiz bir varoluşsal pratiği bize yaşatmak ister özünde bu kıssa..
    böylesi bir pratik bizi kaybetme korkusuyla da
    yüzleştirir aslında.. ayrıca kierkegaard öyküde anlatılan ıstırabın doğasına odaklanmamızı da ister çünkü insanda iyi adına ne varsa acının ondan doğduğunu düşünür.

    bu arada,
    kierkegaard'da levinas gibi dindar filozoflardandır. hegel'in antitezidir denilebilir, ya da hegel filozofsa kierkegaard filozof değildir der bazı felsefe tarihçileri, teolog denebilir. o da kendini filozof olarak addetmese de filozoftur tabii, hem de jean-paul sartre'dan önce bile varoluşçudur. dünyayı bir tasarım olarak gören schopehauer gibi de değildir. daha umutlu daha insani, olumlu bir bakışı vardır. şu çok önemli örneğin benim için; “akıl ve bilim size çok şey anlatabilir ancak bir şeye anlam ya da değer veremez. bunu siz yapmalısınız.” öyle, anlam, metalaştırılacak, ölçüp, tartılabilecek bir şey değildir ya..
    ben seviyorum, kendime yakın, anlaşılır buluyorum.
    çünkü birey olanın, bir birey oluşun, yanılsamalara yenilip karanlıklara düşen, oradan tekrar çıkan, somut, uyuyan, kazanan, kaybeden, üzülen, hayal kırıklıkları yaşayan, aşık olan, sevişen, sarhoş olan, yanılan, hüzünlenen, hayal kuran, kaygılanan, pişman olan, bazen dört başı mamur, bazen kusurlu, ölümlü o tek bir bireyi, insanları, kendimi merak ederim, bu yönleriyle daha çok ilgileniyorum galiba.. insan sadece eylemsel, bilen, öğrenen, etten kemikten ibaret bir varlık değil ki! canlı bir kere, inanan, hisseden, zayıflıkları/zaafları olan, bugün neşeyi, yarın hüznü ağırlayan yaşayan bir organizma. yani aklı ana eksene alan, evrensel olanı yakalamaya çalışan felsefe kuramlarının veya büyük sistem anlatıları içinde, insanın salt bilgiden, fikirlerden önemli ve öncelikli olduğunu, insanın özne olduğunu savunması çok değerli. duygusal bir sistemiz aslında, hedonik uyumumuz veya mutlak bilim bile sonsuz bir mutluluk yok derken onun hüzünlü, şiirsel üslubu, insana insanca seslenen hâli daha derin daha anlamlı geliyor bana..
    bir yerde de bir psikiyatrın;
    “kierkegaard'ın yazılarını okurken sanki onun sürekli acı çeken, sıkıntı dolu bir yolculukta benliğinin gerçekliğini bulmaya çalışan hastalarımızı dinlemiş de bunları yazmış gibi bir hisse kapılıyorum” diye yazdığını okumuştum.
    doğru, çok doğru, tam olarak böyle..

    e bir de pek romantik,
    nişanlısı regine olsen'den günlüklerinde “kalbimin egemen kraliçesi” olarak bahsediyordu, mektuplarında ona şiirler yazıyor “senin o capcanlı varlığınla doluyum ben”
    diye bitiriyordu yazılarını.. gerçi bu ilişki de uzun sürmemiş,
    baştan çıkarıcının günlüğü'nde yazmıştı, regine olsen'e olan aşkının ömürlük kalabilmesi adına terk etmiş, onu kendi melankolisinden korumak zorunda hissetmişti.
    böylece beraberken sınırlı gördüğü aşkı, ayrıyken sonsuz kılabileceğini düşünmüş.
    lakin sanıldığı gibi bir ayrılık değil elbette bu.
    kierkegaard'ın aşkı, aşktan ayrılarak benliğine ait her köşede vücut bulmaya devam ediyordu..
    sebepleri başka bir yazının konusu olsun ama
    ya / ya da'da da kendisine bu bitiş şöyle yer bulmuş:

    “evlenirsen pişman olursun; evlenmezsen yine pişman olursun. evlen ya da evlenme, ikisinden de pişman olursun”

    olur bazen öyle;
    insan bazen kierkegaard gibi hissediyor, ne yapsa, neyi seçerse pişman olacak gibi, ya da bir mutluluk avuntusu belki bilemiyorum.. onun teorisi aşk ve tutkunun etik bir buyrukla kalıcı hâle getirilişine bir itiraz olsa da; özünde çok hayata, çok insana dair.. “ya” birini seçersin, “ya da” diğerini..
    bir köşeden de sartre çıkıp;
    “pişmanlık çok büyük suç, kendi yaptığından pişmanlık duyan kimse, kendi özgürlüğüne ihanet ediyor demektir.” diyor en çıplak, en gerçek haliyle..

    kierkegaard ise bu duruma bilgelik yolunda atılan adım der mesela sonra şunu ekler;

    “dünyanın aptallığına kahkahayla gülün, pişman olun. onun için ağlayın ve yine pişman olun..”

    ve sören aabye kierkegaard öldüğünde sadece 42 yaşındaydı. rivayete göre son sözü “süpürün beni” olur. kendisi melankolik ruh hâli üzerine bir de olsen'den ayrıldıktan sonra, onun bir başkasıyla evleneceği haberini alınca sokaklarda gezinen bir ruha dönüşerek yapayalnızlaşmıştı.
    tam kierkegaarvâri bir cümle..
    ne demek istemişti acaba?
    artık beni kuşatan kaygı yok, bu her hâliyle çok saçma hayat yok, korkmak, anlam peşinde koşmak yok, ne olduğumla ilgili tüm yüzleşmeler geride kaldı, “bu hayat korkunç, dayanılacak gibi değil” dediğim yaşamım nihayete eriyor sonunda..
    bu da hayata yaptığım son ironi olsun,
    işe yaramaz bedenimi de sokaklardan süpürün gitsin mi?
    kim bilir?
hesabın var mı? giriş yap