• iron maiden'ın, dinlemek için yeni fırsat bulduğum, pek beğendiğim epik albümü. death of the cells (bathory rüzgarları!), days of future past ve the parchment ise -şimdilik- favorilerim.

    bir de, düşünsenize; insanların 150 kelimeden fazla yazıya, 5 dakikadan fazla videoya tahammülü olmadığı bir dönemde 10 dakikalık parçalarla albüm basıyorsunuz halen, bence bu biz dinozorlar için ayrı bir nefis mertebe.
  • tanım: iron maiden efsanesinin coşkuyla dinlediğim son albümü

    büyük ihtimalle bir daha asla ana akım müzik listelerine hükmeden türlerin ağırlıklı olarak rock/metal olduğunu göremeyecek bu dünya. kendi çevrelerinde her zaman yeni yetenekler, başka soluklar çıkaracak olsa da, dünyadan habersiz orta okul, lise bebelerinin sınıf sıralarına kazıyacağı logolarda yer bulamayacak bu gruplar kolay kolay, bizim neslin aksine. hakkında herkesin sözleşmişçesine en azından saygı duyarak takip ettiği böyle koca çınarların bir yenisini göremeyeceğiz.

    biçimini vasatın estetik algısından, içeriğini postmodern kaygısından alan müziğin bir halinin, senelerce kulaklara ve beyinlere tecavüz etmesine tanık olacağız. biz hadi kendimizi kurtardık bir şekilde, ya şimdinin o liseli bebeleri ne yapacak diye düşünmüyor değilim. biz de bir şekilde yolumuzu buluruz tabi, artık kıtalar arası scale etme şansı pek olmasa da kendi hallerinde aradığımız ruha yakın müziği icra edenleri. ama artık o bizim isimlerini kazıdığımız kocaman markaların yeni eserlerini göremeyeceğimiz günler de bir gün gelecek.

    bugün o gün olmadığı için mutluyum.

    bugün tüm bunları düşünerek albümü bir kez daha loopa almışken bu şarkı şöyle iyi mi böyle kötü mü diye düşünemeyecek kadar mutluyum.

    ha, tamam ya, artık demek ki radyolar, ana akım müzik yayınları, arkadaş ortamları muhabbetlerinde yer bulamayacağız istediğimiz gibi derken, kimilerimiz içinde bulunduğu ortamın melodisinin şeklini almaya hazırlanmışken, gitarlar duvara asılmış, şu youtuber çocuk ne şakalar yapmış bakalım diye kulaklıklar takılmışken..

    omza konan eski bir dost eli hissetmiş gibi mutlu, coşkulu ve liseliyim.
  • allah belanızı versin sizin ya!
    yetmiş yaşına merdiven dayamış adamlarsınız, bu neyin üretkenliği, hangi paralel evrenin enerjisi?
    orta yaşlı, uyuşuk, aksamış, kanıksamış bir adamım ben. kendimden utandım.

    the parchment diye bir parça yapmışsınız. ismi ilginç geldi, onunla başlayayım dedim. içine kaç şarkı, kaç hikaye sığdırmışsınız? bunca tınıyı bu kadar kusursuz biçimde bir araya getirip aralarında bu armoni ve akışkanlığı nasıl sağladınız? ey insafsızlar, ey ak sakalından utanmazlar, ey kırışık yüzünden aymazlar, kulağımla kaç farklı pozisyonda seks yaptınız?

    yok abi ya, gerçekten başkasınız.
    ayağınıza taş değmesin. parmağınıza kıymık batmasın. siz çok yaşayın.
  • albümü dinlerken aldığım notlar:

    1 - albüme başladım. ilk parça girdi, "senjutsu", albümle aynı adlı parça. direkt ön yargı oluşturdu, sanırım albümün en iyisi bu parça. şimdiden albümden önce çıkan single'ları tokatladı benim için. evet, the writing on the wall'u bile. kullanılan gamlarla powerslave'i, klavyeleri ile seventh son of a seventh son'ı hatırlattı. james hetfield'ın şu "heavy shit" dediği nane bu şarkıda bol bol var. şarkı aslında sert değil ama akla gelen en sert parçadan bile daha sert hissettiriyor, tüyleri diken diken ediyor.

    2 - stratego hakkında haklı çıktım, tam bir albüm öncesi maiden single'ı, bir speed of light, bir wildest dreams. bu saydığım şarkılar bulunduğu albümün en geride kalan parçaları, maiden genellikle bunları önden salar (genellikle ama hep değil, mesela reincarnation of benjamin breeg hariç veya senjutsu'nun ilk single'ı the writing on the wall hariç). bahsettiğim parçalar maiden standartlarına göre gerideler tabi, yoksa kötü değiller. stratego'nun nakaratı ve outrodaki oktavlı gitarlar çok hoş mesela.

    3 - the writing on the wall şahane zaten, 1 aydır maidencı ekşiciler olarak övüp duruyoruz. ben özellikle adrian smith'in solosunu çok beğendim. grupta üç gitaristin de karakteristiği kendine has, ben tuşe ve gitar tonu bakımından dave murray'i sevsem de yazdığı sololar ve yaptığı besteler özelinde adrian smith benim için apayrı bir yerde.

    4 - dördüncü parça, lost in a lost world. albümde karşılaştığım "sadece harris imzalı" ilk parça. akustik ile girmesi ve 4. parça olması ile the red and the black'i hatırlattı. akustik bölüm bitince giren riff "the red and the black 2" dedirtti, orta tempolu kuzeni gibi. bruce'un sesi şarkı boyunca çok farklı tınlıyor. bridge bölümünde "klasik maiden epiği tatları" var.

    5 - days of future past; bu parça galiba bruce'un "çok farklı olacak" dediği iki parçadan biri. the talisman havası var. beste olarak değil de uyandırdığı hissiyat olarak böyle. bruce dickinson bu parçada çok iyi.

    6 - the time machine, bu da introsu ile the talisman dedirtti. sonrasında bizi maiden'dan duymaya pek alışık olmadığımız folk melodili bir riff karşılıyor, bunu the writing on the wall'da da yapmışlardı. bruce'un bahsettiği, "tarzımızın dışında" dediği parça bu olsa gerek. ama bağlantı bölümü direkt the book of souls'un ön nakaratının hızlandırılmış hali. o şarkının nakarattan bir önceki bölümünü açın, bruce'u dinleyin. vokal melodisini alıp bu şarkıya bağlantı riffi yapmışlar, gibi değil, net aynısı. bağlantıdan sonra ikinci bir riff geldi, çok alakasız bir şey hatırlattı ama onu hatırladığım için utanıyorum*. parça çok zengin, bambaşka bir riff geldi, peşine gelen solo ile "işte dave murray be!" dedirtti, dave'den sonra da janick'in solosu geliyor. şimdi de bir clean riff geldi, brave new world tarzı bir şey. outro ile introya döndük. parça bitti, zenginliği ile sign of the cross'u hatırlattı.

    7 - darkest hour. ya bilmiyorum, bu parça wasting love gibi. ama şöyle; üç gitarlı ve uzun şarkılı yeni maiden döneminde tekrar böyle bir şey bestelemek istemişler de bu parça ortaya çıkmış sanki, özellikle nakaratta bu his ayyuka çıkıyor. parça gayet hoş, bol bol gitar motifleri ile süslenmiş.

    8 - elde sadece harris imzalı parçalar kaldı. onların ilki death of the celts. parça başlamadan yazıyorum, isle of avalon da kelt mitolojisi ile ilgiliydi, beste olarak olmasa bile sözler kesinlikle bağlantılı çıkacaktır. parça başladı, sanki birazdan blaze bayley girecek gibi. the x factor'un karanlığı kapladı birden ortalığı. harris bize akustik bass'ı ile şov yapıyor 2 dakikadır, harika bir şey bu. parçanın ortalarında adrian smith muhteşem bir soloyla dalış yaptı. albümdeki en iyi solosu olabilir. peşine gelen melodi yine the x factor dedirtti. onun hemen peşine de bir folk riffi cenneti karşılıyor bizi, sırf bu folk rifflerden peş peşe üç tane var, üçü de birbirinden farklı. riff cennetinin peşine bir de janick gers solosu geliyor. kendi tarzında takılmış, derken dave murray yine uçurdu beni. şimdi de adrian tekrar girdi, peş peşe üç gitarist şovu yaptı. bu sololar arasında murray'inki açık ara favorim, albüm boyunca murray'den gelen ikinci muhteşem hareket. bu parça da çok zengin ancak "the time machine"e göre daha derli toplu. yine onun gibi zenginlik konusunda sign of the cross'u andırdı.

    9 - the parchment. adı gereği orta çağ'a bir yere götürecekmiş gibi, the name of the rose gibi. sözlere bakmadım, alakası olmayabilir. albümün en uzun parçası. güzel bir introdan sonra ilk parçadaki gibi heavy bir giriş, insanın suratına yumruk gibi çarpıyor. orta tempo, gürültülü değil, aslında sert de değil, ama en sertim diyen parçadan daha ağır, daha sert. verse riffi ile to tame a land'in verse riffine selam yolluyoruz. ona ek olarak bize gitar motifleri eşlik ediyor. albüm bitecek diye üzülmeye başladım. solo geldi, janick'e ait. janick'in albümdeki en iyi solosu bu parçada muhtemelen, zaten bir parça kaldı. bridge bölümlerinden sonra dave murray geldi, bu albümün başlarındaki tonu iyi ki bırakmış, işte murray'in daha ilk albümden beri devam eden kendine has gitar tonu. dave'den sonra tekrar janick kapanışı yaptı; kısa, tadımlık. sign of the cross'takine benzer bir motif geldi. ritimlerine kadar benziyor. o rifflerin üzerine bruce yeni sözleri söylemeye başladı. outroya yaklaşıyoruz da bu parçada tam bir albüm kapatma havası var. janick kaotik ve kirli bir solo fırlattı, kaş göz yardı. intronun tekrarı ile uğurladık parçayı.

    10 - hell on earth, ya bu intro bir parçanın bağlantısıydı ,tamam, the nomad, brave new world'den. neyse o yoldan çıktı intro, bir karakter kazanmaya başladı. peş peşe harika iki riff geldi. böyle enstrumental devam etse bile olacakmış gibi. şimdi bruce başladı söylemeye, bu parçada da çok güzel tınlıyor sesi.

    albüm bitti. sürekli "o iyi, bu en iyi" diyip durdum ama konu maiden olunca işler çığırından çıkıyor. bu albümde de durum böyle, kulaklarda iyice oturması lazım. şimdilik albümle aynı adlı parça olan senjutsu'yu favorim olarak seçiyorum ama favorim sürekli değişecek onu da çok iyi biliyorum. galiba en ağır, en zengin ve en yoğun maiden albümü.

    sonuç: adamlar yapmış.

    not: yaptığım tüm yorumlar müzik, beste, riff, gitar soloları ve biraz da vokaller ile alakalı. sözlerine henüz bakmadım, dinlerken de sözlere hiç dikkatimi vermedim.
  • hakkında detaylı bir şekilde, sözlerini analiz ederek, tematik bir yapı oluşturularak incelenmeyi hak eden albüm.
    söze girmeden önce bu yazıda okuyanı neler bekliyor anlatmam lazım zira biraz uzun bir yazı olacak. şarkılar arasındaki tematik bağlantıyı özellikle sözleri inceleyerek anlatmak, özellike senjutsu ve death of the celts gibi özel amaçlarla yazıldığını düşündüğüm parçalara farklı bir gözle bakmaya çalışmak ve youtube'da ve burada gördüğüm bazı yorumlar hakkında konuşmak istiyorum.

    1 eylül gecesi sızdırıldıktan dakikalar sonra bir forumda özel mesaj yoluyla ulaştım albüme (zaten amazon'dan gümüş plak setini ön sipariş vermiştim). 1 eylül gecesi çıktım terasa, üzerime bir battaniye aldım. gökyüzüne dalıp hiç unutmayacağım bir anı yarattım. serin bir istanbul gecesi, açık ve istanbul için yıldızlı sayılabilecek bir gök ve yeni bir iron maiden albümü.
    daha albüm resmi olarak yayınlanmadan önce 6-7 kere baştan sona dinlemiştim zaten. spotify'a düştüğünde de sanki hiç dinlememiş gibi aynı gazla devam ettim. hala da severek dinliyorum.

    öncelikle albüm "tematik" bir albüm. bu tema "klasik maiden savaş kötü bir şeydir şarkıları yapıyor" şeklinde değil. şarkıların neredeyse tamamında bir bozulma, çürüme, tükenme durumundan bahsedildiği görülüyor. birazdan bu tezimi senjutsu ve hell on earth şarkılarının paylaştığı ortak sözlerle de destekleyeceğim. albümü açıp kapatan şarkılar birbirleriyle "konuşuyorlar" ve albümün de tematikliğini perçinliyorlar.

    albüm senjutsu ile açılıyor. "albüm yavaş başlıyor" eleştirilerine hiç katılmadığım, çok sevdiğim bir şarkı. yüzde 80'i orta tempolu bir albümün stratego'yla başlayıp yalandan bir enerji vaadi vermesindense senjutsu'yla başlaması çok daha dürüst bir tercih olmuş. the final frontier, sattelite 15 ile the book of souls ise if eternity should fail ile başlamıştı. albüm başlangıcı konusunda fikirleri uzun zaman önce bir hayli değişmiş. the wicker man, wildest dreams, different world gibi kısa, vurucu, radyo dostu şarkıları en başa koymuyorlar. senjutsu, nicko mcbrain ismi ağza alınmadan anlatılacak bir şarkı değil. geleneksel japon davullarından (bkz: taiko) ilham alınarak oluşturulan davul partisyonları ve sesi şarkının en karakteristik özelliği. grubun en yaşlı üyesinin albüm boyunca en parlak performanslardan birini sergilemesi takdire şayan. şarkının kendine ait hoş bir groove'u var. adrian smith'in riffleri ve nicko'nun alışılmışın dışındaki davulları şarkıyı çok iyi sırtlamış. tekrar tekrar dinleme isteği oluşturuyor bünyede. fakat bu şarkı sırf dürüstlük eksenli bir seçimle başa konmuş değil tabii ki. şarkı diğer şarkılardan pasajlar, mısralar içeriyor ve adeta albümde şarkı sözleri bakımından bir overtür görevi üstleniyor.

    "şarkının ilk adı the great wall'muş, çin hikayesi anlatacaklarmış vazgeçmişler" şeklinde yorumlara kapılmayalım. evet ilk adı "the great wall" fakat şarkının sözlerinin moğol saldırıları altındaki çin ile bir alakası yok. hatta açık konuşmak gerekirse sözler çin'den çok game of thrones'daki kara kale savunmasına daha yakın. duvar bence kurgusal fakat game of thrones benzerliği de bir benzerlikten ileri gitmiyor. burada steve harris'in yıllar içinde değişen ve gelişen söz yazarlığını yakından incelemek gerek. evet grup yıllardır hikayeler anlatıyor. fakat çok azı yalnızca hikaye anlatmak için anlatılan hikayeler *,*, *. asıl yaptıkları şey kişisel hikayeleri karakterler, tarihi olaylar bezeli şekilde anlatmak. sözlerini bruce dickinson'ın yazdığı powerslave şarkısını aklınıza getirin. herkesin bildiği gibi bu sözler en az bir tanrı-kral firavunu anlattığı kadar bruce dickinson'ın şöhretle ilişkisini de anlatıyor. stranger in a strange land donarak ölen kutup kaşifinin "tuhaf" hikayesi kadar adrian smith'in yalnızlığını ve etrafına yabancılaşmasını da anlatıyor. the x factor albümünün dünyası dağılmış, stres sorunlarıyla uyuyamayan karakterlerini, önce boşanmayla sonra da yıllar geçtikçe daha da korumacı bir tavırla yönettiği grubunun dibe vurmasıyla çok zor yıllar geçiren steve harris'ten azade düşünmek ne derece mümkün? tears of a clown intihar eden usta komedyen robin williams hakkında olsa da grubun solisti bruce dickinson'ın da dediği gibi "steve'in sözleri oldukça kişisel şeyler içeriyor".
    bu şarkıyı hell on earth'den ayrı düşünmek taraftarı değilim. ve hell on earth ile bağlantısı bana bu duvarın biraz metaforik bir anlamı olduğu hissiyatını çok güçlü bir şekilde veriyor. duvar, steve harris'in ve hatta diğer söz yazarı bruce'un da bu albümde sık sık tekrar ettiği bir temayla ilintili. albüm boyunca hell on earth, lost in a lost world, days of future past ve tabii ki the writing on the wall dünyanın gitgide daha kötü bir yer olduğunu iddia ediyor. söylemekten çekindiğim ama sözleri okuyup bir de bruce dickinson'ın hell on earth hakkında ettiği şu aşağıdaki sözleri düşününce iron maiden'ın bu albüm boyunca etrafında dönüp dolaştığı konunun batılı anlamda bir kültür krizi olduğunu düşünüyorum.

    "steve is quite an unconventional personality. he’s not an extroverted person—except onstage when he goes raving mad with a bass. but ı think he feels a lot of things really deeply about the world he’s in. the english band blur had an album called modern life ıs rubbish, and ı think steve would concur with that sentiment and say, ‘what kind of world are we creating? "

    şimdi sözleri inceleyelim. önce senjutsu'nun sözlerinin kısa bir kısmını paylaşayım:
    survive on ledges bitten in dust
    knowledge and virtue is stricken by lust
    really believe that they're coming for us
    dancing on graves of those who bled for us
    driven away by our endless desire
    defeat by anger and our greatest fire
    attack again and try as they might
    hold them again and see them running

    sonra da hell on earth'ün sözlerini:
    you dance on the graves who bled for us
    do you really think they'll come for us
    knowledge and virtue taken by lust
    live on the edge of those that you trust
    you think that you have all the answers for all
    in your arrogant way only one way to fall
    burning a lamp that is fire in your hands
    taking you further from these lands

    bu sözlerin birbiriyle ilgili olduğunu anlamak için ingilizce bilmeye bile gerek yok. senjutsu'da insanlar bir dış tehditten korudukları metaforik (hadi iron maiden okuması yapıyoruz kurgusal diyelim) duvarı savunurken "dışarıdan" gelecek güçlerin atalarımızın, bizim için kanlarını dökenlerin mezarları üzerinde dans etmesinden korkuyor.

    really believe that they're coming for us
    dancing on graves of those who bled for us

    iki şarkıda da aynı şekilde kullanılan kibirli ellerimizdeki ateş pek tabii ki aydınlanmanın ateşi şeklinde okunabilir."her şeyin cevabını bildiğinizi sanıyorsunuz" dizesiyle bu düşüncem örtüşüyor. bilgi ve erdemin yerini arzuya bıraktığını söyleyen dize de senjutsu'da bitmek bilmez isteklerimizle duvarın koruduğu diyarlardan silinip gidiyoruz dizesiyle ilintili. bu dizelerin ince bir dokumayla bu hale geldiği ortada. hatta bazı yerlerde sanki iki farklı parçadan alınma kıtalar değilmiş de tek metinmiş gibi bazı kelimeleri tekrarlamak yerine eş anlamlıları kullanılmış.
    hell on earth'de değinmek daha mantıklı olurdu belki ama buraya kadar geldik:

    you dance on the graves who bled for us

    diye başlayan kısmında gördüğüm kadarıyla senjutsu'daki sözler bir değişime uğramış. bu sefer atalarının, bizler için kanını dökenlerin mezarı üstünde dans eden bizleriz. hell on earth'de senjutsu'daki savaşın kaybedilmekle kalınmadığı dünyadaki cehennemi de bizzat senjutsu'da "onlar"dan korkanların yarattığı anlatılıyor. burada onları ne bileyim mülteci krizi, yabancı düşmanlığı şeklinde okumak steve harris söz konusu olduğundan hatalı olur. 25-30 yıldır "ulan bu dünya çok bozdu ya" diye şarkılar yazan bir adamın derdi albüm boyunca altı sık sık çizildiği gibi günümüz modern dünyasında hissettiği kültürel bir hüsrana uğrama hali.

    iddiam steve harris'in bir filozof-söz yazarı edasıyla "bir kültür eleştirisi" yazdığı değil. yıllardır etrafında dolaştığı sıkıntısının bu olduğunu, sözlerinde bu hüsrana uğrama durumunu yansıttığını iddia ediyorum. belki kendi sözlerini açıklamaya kalsa "kültür" kelimesini kullanmaz bile. steve harris böyle bir adam değil zaten. ama yıllardır yazdığı sözleri göz önünde bulundurup bir de senjutsu'daki sözleri anlamaya çalıştığımda kültür kelimesi buraya gayet uygun geliyor.

    senjutsu şarkısına geri dönelim. şarkı bahsettiğim ilintili şekilde okuyup bir anlam çıkarma kaygısı güdülmeden yazılmışsa bile, albümdeki diğer şarkılara atıflar yapıldığı kesin. başta da dediğim gibi yalnızca şarkı sözlerinin overtürü de olabilir. the parchment'ta "a revenge for the merciful destiny at hand" kısmı ile bu şarkıdaki "hold our fortune/avenge the merciful" sözleri,
    lost in a lost world'deki "atalar ve mezarları" meselesi ile senjutsu'daki atalar ve mezarlar meselesi ilintili değil demek bir hayli zor.

    lost in a lost world:
    `feel the spirits of the old ones standing proud upon their race
    and the testament to ancestors, that are never to retrace
    burn the flame of innocence, as they ride into the sun
    thinking now of our forefathers that are lying dead upon`

    şimdi lost in a lost world soykırıma uğrayan ve sondaki balladımsı kısımda da gördüğümüz gibi kültürünün yok olmasına hüzün duyan bir yerlinin sözlerini içerirken ve benim "iron maiden hikayeleri sanılandan daha kişisel" tezimi bununla birlikte ele alınca steve harris'in lost in a lost world şarkısını bu yok olan yerlilerle bir empati yaparak yazdığını düşünmek çok mu uçuk bir teori?

    (not: the parchment ile bağlantıyı henüz oluşturamadım çünkü bu şarkımithridates 'in hikayesini anlatıyor diyorlar ve bu hikayeye henüz vakıf değilim)

    stratego yıllardır savaşan ve artık aklını yitirmek üzere olan bir generalin hikayesini anlatırken, the writing on the wall tam anlamıyla "bir deprem gelmekte ve sen bunu görmeyecek kadar körsün, yanında yürüyen atlıları (mahşerin dört atlısı) görmüyorsun" (bu deprem o duvarı da yıkmaz mı?) gibi sözler içerirken, neredeyse tüm şarkılarda bu tema hakimken sırf düşük tempolu diye albüm senjutsu ile başlamamalı mıydı? albümün tonunu, karanlık havasını, temasını, soundunu ve temposunu bu derece iyi bir şekilde ortaya koyan, diğer şarkılardan söz parçaları içeren senjutsu bu albüme başlamak için "tek seçenekti" ve iyi ki de albüm bu şarkıyla açılıyor.

    gerek sözleri, bende oluşturduğu girift hissiyatı, riffleri, unutulmaz davullarıyla tekrar tekrar dinleme isteği uyandıran bu şarkı albümün en iyilerinden.

    stratego'yu uzun uzun incelemiştim, merak eden buyursun:
    (bkz: #127337799)
    kısaca bahsetmek gerekirse bence albümün zayıf şarkılarından birisi. ortalama bir iron maiden şarkısından farksız. gayet iyi bir nakaratı var. o nedenle severek dinlenebilecek bir şarkı olmuş ama albüm çıktı çıkalı pek geri dönme ihtiyacı duymadım.
    sözlerine gelecek olursak: yıllardır savaşan ve aklını yitirmek üzere olan komutanı steve harris'e benzetmek şaka yollu bir okuma olarak çok hoşuma gitti. uzun uzun bu benzerliği açmak istemiyorum ama bir düşünün...

    `ı try to find my way back home
    to feel the same again
    the voice of nothing listened far too long
    little by little eat away
    ı think ı've lost my mind
    too late to change now what ı left behind`

    the writing on the wall country değil folk rock tınılı iron maiden şarkısı. 70'lerin folk rock şarkılarına benziyor. sözlerdeki çöl manzarasını hissettiren bir giriş melodisi var diye topluca country de country dedik durduk. stratego'ya göre daha çok sevmiştim. albüm çıktı çıkalı pek üstünde durmadım. ama adrian smith'in solosu, bruce dickinson'ın performansı, albümün temasına bir hayli uyan sözler vs gayet güçlü bir folk rock şarkısı olmuş. albüme çeşitlilik katan farklı ve özel bir şarkı olmuş. konserlerde de mutlaka çalınacaktır. çok da eğlenceli bir konser şarkısı olacaktır.
    senjutsu parçasından bahsederken sözlerine girmiştim. insanlığı çöldeki bir avare güruhuna benzeten sözler ataların fedakarlıklarıyla bizlere bu yaşamı bıraktığını fakat zamanımızın tükendiğini, bir değişimin, depremin ufukta olduğunu fakat bunu fark etmediğimizi söylüyor

    `across a painted desert lies a train of vagabonds
    all that's left of what we were it's what we have become
    once our empires glorious, but now the empire's gone
    the dead gave us the time to live and now our time is done`

    `a tide of change is coming and that is what you fear
    the earthquake is a-coming, but you don't want to hear
    you're just too blind to see`

    senjutsu'da kurulan temanın tam da göbeğinde duracak kadar benzer şeyler söylüyor burada bruce dickinson.

    lost in a lost world
    kılıçların çekildiği yere geldik. arkadaşlar bu şarkı güzel. neyse sakin sakin devam edelim. daha önce iron maiden'dan hiç duymadığımız bir şekilde açılan şarkı 2. dakika'nın sonunda alışıldık bir post reunion iron maiden şarkısına dönüşüyor. şarkının bu kısmı the final frontier'da karşıma çıksa hiç garipsemem. riffler, mixing falan the final frontier'a en yaklaşan anları oluşturmuş.
    outro kısmı iron maiden diskografisinin en duygusal anlarından birini oluşturuyor. bruce'un vokali sözlerde de söylediği gibi gururlu bir hüznü (a sadness that is proud) en derinden hissettiriyor. biraz düşününce akla ilk albümdeki strange world şarkısını anımsatıyor bu kısımlar. 40 yıldır böyle içli görmemiştik maiden vokallerini.

    9:31 uzunluğunda bir şarkı tabii bu. gayet uzun. kafa sallamaya gelen metalciyi neredeyse 4 dakika falan sakince oturtuyor. ilk dinlediğimde şarkının son 2 dakikası beni çok etkiledi. hatta albümün o anına kadar beni en çok şaşırtan an buydu. anlattığı hikaye, sözler ve performans anlamında bir eksiği olduğunu düşünmüyorum. albümün farklı tatlarından biri. orta kısımda özel bir şey olmadığına katılmakla birlikte "albümde olmasaymış" tarzı yorumları haksızlık olarak görüyorum.

    days of future past
    albümün en iyi şarkılarından biri. 2 smith/dickinson şarkısını birden single yapmak doğru olmazdı ama albümden önce yayınlansaydı çok daha büyük bir hype yaratabilirdi. smith/dickinson ikilisi bu işin büyük ustalarından. bruce'un solo albümlerinde de çok iyi işlere imza atmışlardı (bkz: road to hell). adrian smith grubun en önemli parçalarından biri, bunu bu albümde bir kez daha çok net görüyoruz. grubun 90'lardaki düşüşünü de bruce'un gidişinden ziyade smith'in gidişine bağlama taraftarıyım. onun ince işçiliği, her zaman çok iyi riffler bulması, melodik ve usta işi soloları iron maiden'ın her zaman ihtiyaç duyduğu katkılar. albümden önce yayınlanan bir röportajda "twotw şarkısının kaydı sırasında bir sürü sorun yaşadık, istediğimiz soundu alamadık, kendimizi paris sokaklarına attık ve gezerken tanrım lütfen yardım et, şu iyi halledelim diye dua ediyorduk" diye bir açıklaması vardı. bu yaşta onca albümden sonra hala istediği soundu alabilmek için dua eden bir mükemmeliyetçi. iron maiden'ın en büyük şanslarından biri. sözleri gerçekten sert. keanu reeves'li constantine filminden esinlenilmiş fakat bu esin bir fikirden öteye gitmemiş. grubun dindarı mcbrain nasıl bozulmuyor her albümde böyle sözlere anlamıyorum. dikkat çekici bazı dizeler:

    once crucified you forgave it all
    but my own life condemned to fall
    where's the glory in your name
    my twisted soul still burns in flame

    a king without a queen to die forevermore

    buradaki kraliçesiz kral, nerede senin şanın, ihtişamın denen varlık karakterimizi sonsuz bir sınava tabii tutan varlık tabii ki.

    the time machine
    the talisman ve the book of souls'a olan benzerliği nedeniyle eleştirilen bir şarkı. tipik bir gers/harris parçası. bu benzerlikler beni rahatsız etmedi. vokal melodileri gerçekten çok eğlenceli.
    have i ever told you about my time machine dizesi öyle güzel giriyor ki sözlerin garipliğini unutturuyor.
    akustik intronun ardından gelen riff de bir hayli sevdiğim riffler arasında. the talisman, the legacy, the book of souls ve the time machine aynı şablon kullanarak yazılmış çok iyi 4 şarkı. bruce dickinson'ın çift vokalleri çok yakışmış. steve harris'in bu albümde aldığı en iyi kararlardan biri bruce dickinson'a çift vokal yaptırmak olabilir. the time machine albümün ortalamasını oluşturan bir parça olmuş.

    darkest hour
    albümdeki en beğenmediğim parça. belki bir ingiliz olsaydım hikayesi nedeniyle daha farklı bir gözle bakabilirdim. şarkıyı çok beğenen, albümün en iyisi olarak gösterenler de gördüm, şaşkınım. "sizin iron maiden'dan power ballad dinleyesiniz gelmiş herhalde" dedim kendi kendime. maiden'ın çok power balladı yoktur ama olanlar arasında da bir hayli zayıf. adrian smith'in solosu ve nakarat parçanın güçlü yanları. bunu sevenler steve harris epiklerini sevmemiş genelde. bana biraz albümün geri kalanına bir tepki gibi geldi. yine de albümü dinlerken sardırdığım, geçtiğim hiç olmadı. albümdeki çeşitliliği arttıran bir şarkı olması nedeniyle varlığından memnunum. ama en iyi iron maiden power balladı olduğunu düşünmüyorum.
    (bkz: coming home)
    (bkz: out of the shadows)

    death of the celts
    bu şarkıya melodik steve harris epiği beklentisiyle girip aradığını bulamadan çıkanların dikkatini çekmek istediğim bir şey var: vokal melodileri. steve harris'in yazdığı en düz, en arkaik vokal melodisi olabilir. bu şarkı yalnızca eski kelt melodilerini kullanmamış, aynı zamanda şarkının geneli ozanların söyleyeceği bir halk müziğiymişçesine bestelenmiş. vokal melodileri, elinde orta çağdan kalma telli bir çalgıyla bir handa müzik yapan ozanın ağzından yazılmış gibi. eskiden birçok kültürde destanlar belirli bir ritimle ve basit enstrümanlarla eşlik edilerek okunurmuş. destan okuyucularının yaptığı gibi aynı ritimle okunan sözleri "biz keltler böyle yaşar, böyle savaşır ve böyle ölürüz" temalı "biz kimiz, neyiz" sorusunu cevaplayan bir halk şarkısı gibi. albüm boyunca rengarek vokal melodileri varken burada harris bruce dickinson'a kariyerinin en arkaik vokal melodisini yazmış. introda akustik bir bas kullanılmış, gitar basla neredeyse aynı şeyi çalıyor ve iki enstrüman tek bir çalgıymışçasına, bir kişi tarafından çalınıyormuşçasına devam ediyor. ardından elektrogitarlar devreye giriyor fakat hedeflenen atmosfer hiç değişmiyor. direkt ve düz bir şekilde devam eden vokal melodisi hep aynı. tıpkı insanların gözlerine bakarak müzik yapan ve onlara hikaye anlatan bir ozan edasıyla devam ediyor. enstrümantal kısımlar başladığında her şey biraz daha alışıldık steve harris şarkılarına yaklaşıyor. tanıdık melodilerle karşılaşıyoruz. bu şarkıyı "clansman 2.0, aynı melodileri kullanmışlar" şeklinde eleştirmeden önce şarkıda kullanılan ve kendini the clansman'da da gösteren melodilerin klasik kelt melodileri olduğunu unutmamak lazım. maiden maiden'ı kopyalamıyor, maiden geleneksel kelt melodilerini kopyalıyor, tıpkı the clansman'da yaptığı gibi.
    bu şarkıyı ateş yanan bir handa etrafı insanlarla çevrili bir ozanın hikaye anlatması olarak görmek lazım bence. haliyle bence hedefini tutturan bir parça. bence 4 harris bestesi arasında en zayıfı. fakat yine de albümün üst sıralarında kendine yer bulmalı. ilginç bir başka bağlantı da atalar ve onların mirası konusunda bir hayli şey konuşan bu albümün bu şarkıda romantize edilen geçmişin hikayelerini, geçmişteymişçesine anlatması.

    the parchment
    bu parçanın hakkını yiyen sizin de hakkınızı yer. gerilimli bir bas gitar introsuyla başlayıp 1:10 gibi jump scare ile dinleyeni kendine getiriyor. death of the celts'teki hikaye bitti. kimse kusura bakmasın ama "maiden at its best". steve harris tekrarlara çok inanıyor. bu bende the book of souls albümündeki "the red and the black" parçasında hiç çalışmamış ve hatta bu albüm açıklandığında da bu 4 parçadan şüphe duymama sebep olmuştu. fakat ben bu albümle birlikte steve harris'in yapmak istediği şeyi anladığımı düşünüyorum. bruce dickinson bu şarkıyı "ayinsel" bir deneyim olarak tanımlarken bundan bahsediyordu. eğer steve harris'in double albüm yapmak ve çift plak satmak için şarkı sürelerini 2 katı uzatan bir kalpazan ya da ne yaptığının farkında olmayan bir güç bağımlısı olduğunu düşünüyorsanız bu tekrarlardan rahatsız olmakta ya da bunları sardırmak, kesip kendi editinizi yapmak konusunda özgürsünüz. ben hem bu şarkıda hem de hell on earth'te geçen zamanı anlamıyorum. sürekli bir bakıyorum 9. dakikadayım. vokalin kısımları bitmiş sondaki sololara gelmişim bile.
    şarkıda sürekli bir artış var. hem vokal melodileri hem gitarlar "meet me there" deki muhteşem bruce dickinson haykırışına kadar yükseliyor da yükseliyor. ardından da son 3 dakikadaki enstrümantal çılgınlık devam ediyor. içinde 4, belki 5 solo var. 2'si gerçekten çok iyi sololar. sürekli yükselip climaxe ulaşan vokaller şarkı biter bitmez bir kez daha dinleme isteği uyandırıyor. bence albümün en iyi parçası. bu parçanın 80'lerdeki klasiklerden hiçbir farkı yok. 80'lerde yapılsa çok daha yüksek tempolu bir parça olurdu. 1.5x hızda dinlemiş kadar olurduk herhalde. haliyle öylesine yüksek enerjili klasiklere alışık insanların orta tempolu epikleri yadırgamalarını anlıyorum. fakat şarkıyı değiştirme, yeniden kurgulama hakkım olsa bile 1 saniyesine dokunmaz, metronomunda 1 bpm daha arttırmazdım. gittikçe değeri artacak bir şarkı olacağından eminim.

    hell on earth
    muhteşem bir kapanış şarkısı. çok iyi sözler, the parchment'a göre daha sade fakat çok güzel melodiler barından, bana hissiyat olarak when the wild wind blows'u anımsatan güzellik. bu şarkının nakaratı (her ne kadar yalnızca bir kez söylense de) iron maiden diskografisinin en iyi nakaratlarından biri. zamanında don't look to the eyes of the stranger'ı 40 kere tekrarlatan steve harris, böylesine harika bir nakarat yazıp ikinciye okutmayarak ayıp etmiş. gerçi şöyle bir dinleyip ikinci nakarat nerede olsa iyi olurdu diye düşününce ikinci bir tekrarın gereksiz olduğunu anlıyorsunuz. tekrar edilmesi vuruculuğunu da düşürürdü. şimdi sırf nakarat için 2. kez dinlediğim oluyor. senjutsu ile paralelliklerinden bahsederken konusundan ve albümün temasından da bahsetmiştim zaten. daha da uzatmanın alemi yok. 7. dakikda senjutsu'yla bağlandığı "you dance on the graves who bled for us" kısmı şarkının en sevdiğim kısımlarından biri. albümün en sevilen şarkısı oldu. böylesine dramatik, tiyatral bir albümün kapanışına da böyle dramatik bir parça yakışırdı.
    eğer senjutsu albümü iron maiden'ın son albümü olursa 17 albümlük bu efsanevi diskografiye yakışır bir son olurdu.

    albümü genel olarak çok sevdim. stratego ve darkest hour'u pek beğenmedim. senjutsu, the parchment, hell on earth ve days of future past'e ise hayran kaldım. lost in a lost world, twotw, death of the celts ve the time machine de albümün ortalamasını oluşturdu gözümde.

    sonuç olarak brave new world ve a matter of life and death ile birlikte seventh son of a seventh son'dan bu yana en iyi 3 albümden biri. sanat eserlerine puan vermeyi sevmiyorum. eleştirmekten çok burada yaptığım gibi anlamaya çalışıyorum. açıkça söylemek gerekirse albümü çok iyi anladığımı düşünüyorum. keşke steve harris şarkılar hakkında konuşan biri olsaydı da çıkarımlarımı sınayabilseydim.

    2000 sonrası albümlerle problemleri olan birinin bu albümü sevmesi pek olası değil. fakat grubun bu dönemiyle barışık bir dinleyici için gerçekten dinlemesi çok zevkli, kendini tekrar tekrar dinleten ve uzunluğunu hiç hissettirmeyen bir albüm olmuş.
    her şeyden önce çok çeşitliliği olan bir albüm olmuş. maiden'ın en çeşitlilik barındıran albümlerinden biri olduğu kesin.

    yavaş yavaş albümden ziyade bir aydır albüme gelen eleştirileri eleştirdiğim, kavga çıkarmaya çalıştığım kısma geçelim.

    öncelikle sözüm "bir fear of the dark albümü değil"cilere. arkadaşlar fear of the dark iron maiden'ın en kötü albümlerinden biri. içinde weekend warrior, the apparition, chains of misery gibi kimsenin dinlemediği, grubun yazdığını unuttuğu, hatta weekend warrior'u yazdıklarını inkar etseler yeridir dedirtecek kadar kötü şarkılar var. fear of the dark, afraid to shoot stranger, be quick or be dead, judas be my guide. bu 4 şarkı dışında pek bir şey de yok bu albümde. vasat mı vasat bir albüm. fear of the dark şarkısı da her ne kadar mükemmel bir konser parçası olsa da steve harris epikleri arasında zayıf bir yerde. bu albüm sizin gençliğinizde çıktı diye ya da içinde fear of the dark parçası var diye çok iyi bir albüm olmuyor. evet senjutsu fear of the dark'tan çok daha iyi bir albüm. no prayer for the dying'ten çok çok daha iyi bir albüm.

    albüme gelen klişe eleştirileri toparlayacak olursak:
    1- şarkılar gereksiz uzun
    2- şarkılarda çok tekrar var
    3-eski şarkılardan parçalar kullanılmış(!)
    4-bu progresif değil böyle progresif mu olur

    bunlara "hayır bunlar doğru değil!!!!!" diyecek bir fanboy olduğumu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. tam tersi, evet! evet iron maiden şarkılarında çok tekrar var. fakat bu tekrarlar çok sevdiğiniz, yerlere göklere sığdıramadığınız, bu albümle karşılaştırmaya bile kıyamadığınız albümlerde de mevcuttu. to tame a land kadar tekrar içeren bir şarkı yok senjutsu'da. 2 minutes to midnight'ta aynı riffi defalarca çalan grup tekrar içermiyor muydu şarkılarında? gayet tabii içeriyordu. phantom of the opera'da aynı riffi 8 tekrar, 16 tekrar yapmıyorlar mıydı? 4 dakikalık run to the hills aynı riffleri çevirip çevirip kullanmıyor mu? heavy metal müziğin şahikası hallowed be thy name tekrar içermiyor mu? the trooper'da tekrar yok mu?
    tüm bu şarkılar senjutsu'daki şarkılardan çok daha fazla tekrar içeriyor. şarkılar biraz hızlı ve enerjik olunca insanlar anlamıyor mu acaba diye merak etmeye başladım. the trooper'ı çalmanın yegane zorluğu hipnoz olup kaçıncı tekrarda olduğunu unutmaktır yahu.
    steve harris de diğer iron maiden'ın diğer üyeleri de bestelerinde sık sık tekrarlara yer verirler. bunun çalıştığını düşünürler ki bu çalışır. metal camiasında bol ve çeşitli riffleri tek şarkıda kullanmasıyla ünlü bir grup iron maiden. gençler eskiden "ulan bir iron maiden şarkısından bir albüm çıkar" diye geyik yaparmış. ve tüm bu şarkılarda tekrarlar vardı. çünkü herbiri birbirinden ayrık hissedilmesin diye her müzikal fikrin altını çizer bu tekrarlar. the parchment'a tekrar var diye burun kıvırmak bence parçaya büyük bir haksızlık. eskiden "nakarat çok tekrar ediyor" derlerdi steve harris delirdi şarkılarına neredeyse nakarat yazmıyor. fakat müzikal tekrarlar bu tarz şarkılar için olmazsa olmaz. the parchment da tıpkı hallowed be thy name gibi dinleyenden bir teslimiyet bekliyor. dinleyenden anlatılan hikayeye ve müziğe kendini kaptırmasını talep ediyor. he şu denebilir "bu parçada kendimi kaptıracak bir şey yok" o zaman "kötü şarkı" deyin lütfen. "olmamış, melodileri iyi değil" deyin. "tekrar etmese çok güzel şarkı"... aynı şarkıyı daha enerjik bir aranjmanla önünüze koysalar 80'lerdeki, 90'lardaki gibi afiyetle yerdiniz. fear of the dark albümünü bile yemişsiniz baksanıza. iron maiden şarkıları bazı riffleri tekrar eder. bunu bazen bazı kısımları vurgulamak için, bazen anlattığı hikayenin modunu oluşturmak için, bazen iki farklı riff arasındaki geçiş kulağa üst üste çalındığında daha kötü geleceği için yapar. şarkıları beğenmeyene hiç sözüm yok da "az tekrar olsa mükemmel olur" tarzı klişe yorumlara kendilerini aşırı kaptıranlara buradan birkaç söz etmek istedim.
    şarkılar gereksiz uzun eleştirisi de aynı yere temas ediyor. daha fazla bu konuda konuşmaya gerek yok.

    yeni şarkıların eski şarkılardan kısımlar içerdiği iddiası da tıpkı ilk eleştiri gibi aslında. cevabı "evet". evet tıpkı 80'lerdeki parçalar gibi. tıpkı gitarların number of the beast ile heaven can wait'in re major gamında aynı hareketi yapması gibi. 40 yılı aşkın müzik yapıp aynı müzikal fikirleri kullanmamak nerede hangi grupta karşımıza çıktı bilmiyorum. neredeyse her solosunda aynı cümleleri kuran blues gitaristlerini düşünün. her müzisyenin sürekli etrafında dolaştığı fikirler, melodiler olur. bu çok normal bir durum. metallica one, fade to black ve welcome home sanitarium'da aynı (ve hatta the day that never comes'ın bir kısmında) neredeyse aynı melodiyi kullanır ve hepsi de iyi şarkıdır (fade to black'in introsundan bahsediyorum). yazarların sürekli aynı şeyi anlatması gibi müzisyenler de aynı melodilerin etrafında dönebilir. özellikle bu müzisyenlerin progresif olma, sürekli beklenmeyeni yapma gibi bir derdi yoksa. 170 şarkısının neredeyse 100'ünde aynı 4-5 akor dizilimini kullanıyor iron maiden. the time machine, the talisman gibi açılıyor diye değerinden bir şey kaybetmiyor. müzisyenlerin aynı melodiler etrafında dönebildikleri gerçeğini de bir kenara bırakalım. bu insanlar 40 yıldır beste yapıyor. pek tabii şarkıları benzerlikler içerecek. "iron maiden davayı satmadı, hep aynı çizgiyi korudu" diye garip garip övgülerle grubu överken bu durumlar hiç rahatsız edici değildi...

    "uzun şarkı yazınca bu prog mu oluyor" diye gelen eleştiriler de var. gün geçtikçe prog metalimsi şarkılar yaptıklarına dair yorumlar artıyor. aslında post reunion dönemin hemen başında steve harris bu konuya "günümüz progresif metal gruplarının yaptıklarını yapma gibi bir amacımız ya da isteğimiz yok. 70'lerin progresif rock gruplarından aldığımız ilhamı kendi soundumuzla harmanlıyoruz" sözleriyle noktayı koymuştu. steve harris stüdyoda "+10 dakikalık şarkılar yazayım da bizi prog metal zannetsinler kikiki" diye planlar kurmuyor. adam henüz genç bir çocukken dinlediği şarkılardan bu tarz ilhamlar aldığını söylüyor. dream theater'a meydan okumuyor. modern prog metal yapmak gibi bir dertleri yok.

    aslında bence kimse 65 yaşındaki adamlardan yüksek tempolu heavy metal yapmasını beklemiyor. tüm bu rastgele eleştiriler kayıp giden gençliklere birer ağıt. birer dedebey gatekeepingi. "ben yaşlandım ama iron maiden yaşlanmasın, 25'lik genç adam gibi müzik yapsın". steve harris keşke ölsem de şu dünyadan kurtulsam diye sözler yazıyor, ama kimileri yeni bir killers albümü bekliyor gibi.

    albüm grup elemanlarının hayatta nerede durduklarını, müzikal anlamda ne gibi bir noktadan baktıklarını çok iyi temsil ediyor. derli toplu, bağlamı olan sağlam bir albüm. prodüksiyon konusundaki eleştirilere girmek istemiyorum zira 20 senelik tartışma. "steve harris'e hayır diyecek prodüktör lazım" yorumlarının kaçırdığı nokta öyle bir prodüktörün olmadığı. bruce dickinson geçenlerde kendi söyledi: "çalışması zor bir grubuz, o önerdiğiniz prodüktörleri kovarız." steve harris martin birch'in son yıllarında onunla bile anlaşamıyordu. iron maiden'a yolunu bulmasına yardımcı olacak yapımcı ihtiyacı duyan genç grup muamelesi yapılıyor fakat artık kabul etmek lazım, albüm onlar nasıl istiyorsa öyle duyuluyor. günümüzde tüm metal albümleri aynı tınılarken inatla farklı bir yolda kalmaya çalışmaları ilginç bir çaba. beni rahatsız ettiğini söyleyemem. 80'lerdeki gibi bruce'un daha baskın vokalleri olması gerektiğini düşünmüyorum.

    yazının sonunda birkaç ön edit yapmak istiyorum. öncelikle albümün bir başyapıt olduğunu düşünmüyorum.diğer yandan aldığı puanları hak etmediğini de düşünmüyorum. albüm son derece niş bir dinleyici kitlesine yapılmış, tezat şurada: bu "niş" alıcı kitlesi aynı zamanda metal müzikteki en büyük hayran kitlelerinden biri. albüme yapılan eleştirilerin haklı olduğu çok nokta var. benim altını çizmeye çalıştığım şey aynı eleştirileri eski albümlere de getirebilecek olmamız. bilerek bu entryi hype geçtikten sonra yazdım ki başlık kalabalıkken gelen eleştirileri savunmuş gibi olmasın. yalnızca meraklısı okusun.

    bu entry ile albüm söylentileri çıkmaya başladıktan sonra başladığım iron maiden faslını da 3-5 aylığına kapatıyorum.
  • iron ve maiden ve orta çağ japonya'sını çok severim. yani albüme öyle bir isim seçelim ki sinan mutlu olsun deseler ancak ortaya böyle bir şey çıkardı. bu nedenle samurai eddie'yi gördüğümden beri albümü iple çeker oldum. ayrıca iron maiden gibi dev bir grubun albüm yayınlaması zaten başlı başına bir olay o nedenle lafı çok da uzatmadan incelemeye geçmek istiyorum.

    --- spoiler ---

    1) senjutsu

    iron maiden şarkılarında benim en sevdiğim noktalardan biri melodik intro'lardır. bu şarkı ise albümü farklı bir şey deneyerek açıyor. daha kendini tekrar eden ancak sözü çok uzatmadan sadede gelen bir tavrı var açılışın. burada belki şikayet edebilirdim ama bateriyi ön plana aldıkları için çok da mutsuz değilim bu tercihten. çünkü maiden şarkılarında evet bateri kütür kütür duyulur ama genelde daha geri plandadır. bu şarkıda ise bateri ana riff'le diyalog halinde. o nedenle noob bir baterist olarak şarkıdan keyif aldım diyebilirim.

    senjutsu'nun asıl parlayan noktası ise soloların ve vokalin tavrı. iron maiden'ın savaşlar, zaferler ve yenilgiler gibi konularla ilgilendiğini zaten biliyoruz. bu şarkı da mesela the trooper'la benzer konulardan bahsediyor ancak melodinin hissiyatı tamamen farklı. senjutsu olayları sözlerden ziyade gitarlar ve vokalin tonuyla anlatmayı tercih etmiş. ve şarkı size tamamen pirus zaferi hissiyatı yaşatıyor. kazanılan ya da kaybedilen bir şey var ama sonucun değişmeyeceği özellikle bruce dickinson'un inişli çıkışlı söylediği kısımlarda hissettiriliyor.

    2) stratego

    bir önceki şarkıda intro meselesinden bahsetmiştik. bu şarkıda ise o bölüme özel bestelenen intro fikrini komple çıkarmışlar. şarkının genel akışı da çok sade yazılmış. hem bateri hem gitar kısmını kolay bir şekilde çözebiliyorsunuz, yine de şarkının çok akılda kalıcı olduğunu söyleyemem.

    ancak şarkının hissiyatı güzel. açılışı yapan senjutsu'da mücadele konusunda daha nihilist bir tavır olduğundan bahsetmiştik. bu şarkıya ise yenildik ama mücadeleye devam ediyoruz havası hakim. özellikle bruce dickinson'ın vokalleri bu havayı çok güzel şekilde yansıtıyor. solo kısmına gelecek olursak da burada yapılan çalışmanın ne kadar etkili olduğu tartışmalı. çünkü şarkının geneline yayılan akılda kalıcı olamama durumu burası için de geçerli.

    3) writing on the wall

    bu şarkı hakkında daha önce yazmıştım. uzun versiyonu burada. (bkz: #126521844) kısaca bahsetmek gerekirse de şarkının irlanda kökenli melodisini sevdim diyebilirim.

    bir de single'ı ilk dinlediğimde nasıl bir albüm geleceğinden çok emin olamamıştım ama bu entry'i yazarken şarkıyı tekrar dinliyorum da gerçekten giriş, gelişme, tema ve uyum olarak muhteşem bir parça bence bu.

    4) lost in a lost world

    bu şarkının cidden ilginç bir akışı var. çok sakin yaptığı girişten sonra fazla sert bir riff'le devam ediyor. bateriye kulak verdiğimizde de şarkının daha çok albüm için kaydedildiğini anlayabiliyoruz. çünkü fark edeceğiniz üzere ritim kısmı biraz ters ve konserde falan çalarsanız insanların eşlik etmesi çok kolay değil. bu da başlarda beni şarkıdan uzaklaştıran noktalardan biri oldu açıkçası.

    ancak yaklaşık dördüncü dakika civarında başlayan riff tam anlamıyla iron maiden karakteristiğine sahip diyebiliriz. keşke bu şekilde de devam etselermiş ama riff'in arasına ekledikleri bateri kısımları uyumu çok bozmuş. bir de solonun net söylediği bir şey yok. o nedenle bu şarkıda grubun farklı katmanları bir araya getirmeyi denediğini ancak bölümler arasında uyumu yakalayamadığını söyleyebiliriz.

    5) days of the future past

    şimdi grup üyeleri 70'ine merdiven dayamış durumda. o nedenle belli bir oranda performans düşmesi bekliyor insan. ki bundan önceki 4 şarkıda bruce dickinson eski haline göre daha sakin bir tarz benimsemiş ama bu şarkıda o yukarı çıkışlarını ve ses inceltmelerini kullanıyor bire bir. şarkının geneli ise diğer örneklere göre daha kısa. ancak albümün ilk yarısına göre başından sonuna kadar maiden imzası taşıyan hoş bir kayıt olduğunu söyleyebiliriz.

    6) the time machine

    grubun ikonik introlarında şöyle bir mantık var. normalde burada gitar riff'leri ön plana çıkar, vokal de atmosfere katkı sağlamak için eşlik eder gidişe. bu şarkıda ise öne çıkan vokaller oluyor ve gitarlar onu takip ediyor. bu nedenle grubun denediği farklılıklar ortaya çıkıyor.

    intro'nun bitişinden sonra başlayan bölümde gördüğümüz üzere bu şarkıya da eşlik etmek falan çok kolay değil. mesela bunu büyük bir kalabalık önünde çalarsanız insanlar neye göre headbang yapacak neye göre hareket edecekler anlayamazlar. yine de bu durum kısa sürüyor ve bu sefer lost world'ün aksine geçişler daha uyumlu geliyor kulağa. hatta şarkının yarısından itibaren enerjisi yüksek vokaller ile birlikte kayıt, eski maiden kayıtlarını andıran bir havaya bürünüyor.

    7) darkest hour

    iron maiden gerçekten depresif şarkı yazmayı iyi biliyor. darkest hour için de bu albümdeki en ağır atmosfere sahip şarkı diyebiliriz rahatlıkla. her ne kadar introsu daha yükselecekmiş gibi başlasa da sözlerin başlamasıyla birlikte kaydın niyetini anlayabiliyorsunuz.

    şarkının bi ilginç yönü de şu; ben bu yazıyı yazarken bi yandan şarkıları üst üste dinliyorum haliyle ve darkest hour'a bu şekilde girince insanı cidden duman edebiliyor. yine de mesela koca bir alanda 20bin kişiyle bu şarkıyı söylemek aşırı güzel olurdu. onu da fark edebiliyorsunuz. bir de daha önceki şarkılar için soloların pek akılda kalıcı olmadığından ya da şarkıların bölümleri arasında genel bir uyum sorunu olduğundan bahsettik ancak bu darkest hour'da geçerli değil kesinlikle. özellikle bitime yakın gitarların ve vokalin beraber gittiği kısım dehşet iyi şekilde düzenlenmiş.

    8) death of the celts

    bu şarkı da albüm karakterine uygun şekilde görece mütevazi ve aynı notların tekrar ettiği bir intro ile açılıyor. ancak şarkının kendine has şahane bir tarzı var. o da sözlerin başladığı bölümde ortaya çıkıyor. bu kısımda şarkının ana melodisi ve vokallerin iniş çıkışları orta çağ balad'larını andırıyor ancak maiden aynı yapı içinde metal esintileri ekliyor. bu tabi ki daha önce yapılmamış bir şey değil ancak yine de şarkıya farklı bir atmosfer kattığını da belirtmek lazım.

    yine de şarkıda bazı uyumsuzlukların olduğunu da görebiliyoruz. evet farklı atmosfer iyi hoş da şarkının ortasında kendisini tekrar eden kısım bir nebze can sıkıcı. yani uzun bir partisyon devam etse anlarım ama geçiş kısmı olacak ufacık bir bölümün tekrar tekrar çalınması bence dinleyiciyi bir nebze eksiltiyor burada.

    9) the parchement

    bu şarkının başlangıcındaki tehditkar atmosfer çok hoş. bir an için bu yapılan tekrar can sıkıcı gibi görünüyor aslında ama o atmosfer vokallerde devam edince şarkı kendi karakterini bulmuş oluyor.

    bir de bu şarkıya normal bir kayıt olarak bakmamak lazım. burada amaç düz bir şarkı yazalım değil tamamen altyapıyı kurup üzerine fanların beklediği uzun solaları yapıştırmak. ki şarkının yaklaşık yarısı falan gitar solo. o nedenle şarkıyı dinlerken bol bol air guitar yapıyorsunz zaten.

    10) hell on earth

    benim albümdeki favori şarkım en sona kalmış. neden favorin bu şarkı diye soracak olursanız, derim ki tamam değişiklik iyi hoş ama iron maiden deyince insan ister istemez eski albümlerin tadını arıyor. senjutsu'da diğer albümlere koysanız sırıtmayacak tek kayıt da bu heralde. mesela diğer şarkıların sürekli tekrar eden kısımları görece sönüktü. bu şarkıda tekrar eden kısım yok mu? var ama davulundan gitarına tüm enstrümanlar kütür kütür aktığı için bunu çok kafaya takmıyorsunuz.

    solo kısmına gelecek olursak yalnız o biraz sıkıntılı. çünkü şarkının genel akışı çok yüksek. mesela elinize iki tane kalem alın soloya gelen kısma kadar ritme eşlik edin yorulursunuz. buna rağmen ilk soloya başladıklarında hız giderek düşüyor. ki daha şarkının ortasındayız, normalde yükseliyor olmanız lazım. belki kaydı 11 dakika 19 saniye yaptık dinleyen adam yorulmasın diye düşünmüş olabilirler ama bundan önceki albümlerde şarkı uzun da olsa nasıl başlarsa öyle gidiyordu gayet de. bir de şarkının ikinci solosu tam uyumlu aslında. belki ilk soloyu hiç eklemeden devam etmek ya da madem hız düşecek birinci soloyla ikinci solonun yerini değiştirmek daha mı mantıklı olurdu sanırım.

    --- spoiler ---

    benim albüm hakkında notlarım bu kadar. albümde yapılan bazı tercihler canımı sıksa da sonuçta iron maiden albümüdür yani. hiç yayınlamayabilirlerdi de. bi de öyle bakmak lazım. ayrıca grup için artık bir hallowed be thy name, the trooper, dream of mirrors beklemek çok da mantıklı olmayabilir çünkü yani geldiler artık kaç yaşına. ayrıca beklenti yüksek olduğu için başta albüm biraz geride kalmış gibi görünse de şarkıları tekrar tekrar dinleyince güzellikleri ortaya çıkıyor. bu nedenle ben genel olarak senjutsu'yu beğendim diyebilirim.
  • sabahtan bu yana sürekli dinledim, hiç bi maiden albümünden bu kadar etkilenmemiştim. benim gibi harris epicleri sevenler için bu tadından yenmeyecek bi albüm. harris epiclerine ek olarak senjutsu ve the time machine beklentilerimin çok üstünde şarkılar çıktı. adrian smith'in icine de mozart kacmis sanki, boylece muazzam seyler cikmis ortaya.

    senjutsu: 10/10 (ana riff, verse’ler ve nakaratı tüyler ürpertici)
    stratego: 8/10
    the writing on the wall: 9/10
    lost in a lost world: 9/10
    days of future past: 7/10
    the time machine : 10/10 (konserde headbang sebepli boyun kırılmalarına sebep olabilir)
    darkest hour: 4/10
    death of the celts: 10/10
    the parchment: 10/10* yıldızlı on
    hell on earth: 10/10

    bunları iron maiden standartlarında notladım, normalde hepsi 10luk şarkılar.

    edit: iki aydan fazla oldu cikali, gunde en az uc posta dinliyorum.
  • iron maiden’ın 17. stüdyo albümü. 3 eylül 2021’de yayımlanacaktır.

    kaynak: https://www.ironmaiden.com/news/article/im17

    (bkz: allah’ım sana geliyorum)
  • iki üç ay kadar önce iron maiden'ın yeni albümü gelecekmiş haberini bir şekilde öğrendim ve yeni albüme hazırlık olarak killers albümünden itibaren bir kaç binici kez tüm albümleri tek tek dinlemeye başladım. hatta bir uzun yol sırasında seventh son of a seventh son son albümünü anneme açıklayarak dinlettim, sözleri o da sevdi.

    bu gece nihayet fırsatı yakaladım; eşim ve kızım uyudu bir büyük cinimi aldım ve başladım takılmaya. 2. bardak ile birlikte the writing on the wall şarkısı çıktı ve tüm ciddiyetim kaybederek headbange başladım.

    şu an ikinci turdayın. beni gençliğime götürdüğü için iron maiden'a teşekkür ederim, daha ne olabilir ki.

    çok ama çok güzel bir albüm olmuş.
  • bugün aldığım en güzel doğumgünü hediyesi olan albüm.

    20 yıl önce lisede biriktirdiğim harçlıklarla kasetlerini alıp etiketleri soyulana kadar walkmen ile dinlediğim günler geldi aklıma. steve harris'e özenip bas çalmaya başlayışım.
    10 yıl önce sahnede ilk defa gördüğümde gözlerimin dolduğu anlar. steve harris ile sahne önünde karşılıklı the evil that men do söyleyip bilekliğini kaptığımdaki şaşkınlığım.
    havalimanında uçaktan inerken ed force one'ı görüp uçağın pilotu ve hosteslerle birlikte cama yapıştığımız an. yıllar sonra tekrar yabancı bir ülkedeki konserde 'iron maiden ulan' pankartı açıp bruce dickinson'ı dumur ettiğim an. askerde dolabıma komutandan gizli iron maiden posteri astığım günler. gençliğimin özeti oldu iron maiden.
    yıllar geçti ve biz 40'lara yaklaştık ancak hala aynı heyecan ile bekledik yeni albümlerini.

    harika bir albüm olmuş. çok yaşayın dedeler.
hesabın var mı? giriş yap