• vaktiyle alkazar'da gerçekleşen gösterimini hiç uyumadan sonuna kadar izlemiş ve şöyle demiştim: macaristan ovalık, dümdüz bi yer ondan abi. en güzeli bizim memleketimiz valla.
  • 8 saat kadar surer. ilk yarim saati gundogumunda ortalikta dolasan inekleri izlemekle gecer. ikinci yarim saatte ayni inekleri izleyen bir kadin izlenebilir. gerisini hatirlamiyorum, uyuya kalmisim..
  • film değil romanda öyle bir bölüm vardır ki, eserden çok hayatın bir özeti, yaşamın bir temsili, canlandırması gibidir:

    "binanın köşesinden döndü, işemek için çıplak bir akasya ağacının dibinde durdu, arada gökyüzüne bakınca kendisini dehşet verici biçimde küçük ve çaresiz hissetti ve sidik, içinden bitmek tükenmek bilmez bir şekilde, erkeksi bir kuvvetle şırıldadıktan sonra üstüne gene hüzün çöktü. üzerindeki göğü yılmaz bir şekilde gözleriyle taradı ve sonsuza kadar tepelerine gerilmiş olan gök kubbenin, 'burada her şeyin yazılı bir sonu var' düsturuna göre, kendileri için bir yerlerde -ne kadar uzak olursa da olsun- gene de sonunun geleceğini düşündü. "tıpkı bir ağıla doğar gibi doğduk bu dört bir yanı çevrili dünyaya ve tıpkı kendi pisliğinde ağnayan domuzlar gibi en sonunda besleyici memeler etrafındaki itiş kakışın, yem teknesine çıkan çamurun içindeki bitmez tükenmez yakın dövüşün ya da günbatımında uyuyacak yer için tepişmenin nedenini biz de bilmiyoruz" diye düşündü hala uğuldayan beyniyle."
  • sinema filmi. bilmem kacinci istanbul film festivalindeki gosterimde bela tarr* da hazir bulunmus, hatta filmin sonunda izleyicinin sorularini cevaplamak istemistir. (nabekar herif, yedi kusur saatlik filmi seyretmediydi de son on dakikada suzulduydu salona.) soru soran cikmamis, seyirciler gozlerini ogusturarak, agir adimlarla salonu terk etmislerdir.
    filmin uzun sekanslarindan birinde, dans* edilirken, kahvedeki kirik dokuk masalarin altinda ve puslu bardaklarin arasinda incecik orumcekler dolanmis, ag ormuslerdir.
  • sinemaya dair en büyük başarılardan biri bu filmi izlemek galiba. saygılar bela tarr, saygılar.
  • [bu film için spoiler versek ne vermesek ne?]

    öncelikle film üzerinden genele yapılmış bu tarzın vazgeçilmezi üstü-kapalı eleştirilere, tartışma-atılımlarına değinelim: eğer kişioğlu, sinema dediğini sırf anlık heyecanlar için değil de gerçekten kamerayla resimlerin üstüste bindirilmesine bir tutkusu olduğu için, bir düşünce ya da belli belirsiz bir duygu için seyrediyorsa böyle bir eserin tümden sıkıcı olmasına imkân yoktur; böyle bir kişi için çok uzun film çok büyük anlamlara gebe olmak zorunda da değildir, hiçbir film anlama gebe olmak zorunda değildir; anlama gebe film olsa bile güzelliği anlamından kaynaklanmak zorunda değildir; anlam filmin içindedir, ancak filmin vazgeçilmezi değildir. film filmdir, anlam anlam.

    satantango, bu bilinçle çekilmiş olmasına rağmen, anlamlı bir film. otisabi'nin lost başlığında kısmen küçümseyerek yaptığı gibi birkaç isim verip anlama ilişkin sorulardan/kaygılardan kurtulmak mümkün, ama isimleri biraz açmak güzel olabilir: hegel - tarihin her anının önemli olduğu fikri; küçük kızın ölümü üzerine anlatıcının söyledikleri; irimias'ın kızın ölüsü önündeki nutku; örümceklerin barda ördükleri ağ; eskiden kalma çan kulesi ve "türkler geliyor" nidası (birleştirin biraz). adorno & horkheimer - kurban ritüeli; kızın ölümünün irimias için "bir başlangıç" olması; totalitarizm (kızdan kediye "ben senden güçlüyüm, sana her istediğimi yapabilirim!") ve kapitalizmin (yine irimas ve para gömme ritüeli) ihtiyaçları, ruhları, aygıtları (askerler, istihbarat teşkilatları). postmodernler - tabii ki aynı zamanda biçimsel: filmin sonunda kurgunun doktora ait olduğunun açıklanması. ve olmazsa olmaz yapısalcılar - yine kısmen biçimsel: gerçekliğin ötesine geçme üzerine yanlış hatırlamıyorsam irimias'ça edilmiş sözler ve doktorun gerçekliği kendine kapatıp, fantezisine gömülmesi ve aslında aynı şekilde baştan *ayağa* futaki. yorumları daha fazla açıp aşırı-yorumculuk ve kendimi-beğenmişlik etmekten ve anlamı öldürmekten (bkz: #22275838) korkuyor ve kaçınıyorum.

    film olaraksa: fotoğrafçılık, gizemcilik, siyah-beyazlığın arka planında tek bir obsesif sesi sabit tutarak sahnelere katılan gerilim, gerginlik ve kasvet, uçsuz-bucaksızlığın ve sisin ve yağmurun getirdiği tekinsizlik duygusu, şişman insanların sesli soluk alış-verişlerinin verdiği tuhaf bir sıkıntı, her şey, hemen hemen bütün tarr filmlerinde olduğu gibi dünya üzerindeki en büyük yönetmenlerden birinin çalışmasını seyrettiğimizi onaylıyor/ispatlıyor. çok kötü ifade ettim. olsun. hohner akordiyonunu bile sevdim. yaptım.

    edit: bu entryde okumuş olduğunuz her şey yanlış.
  • bi' tane banker bilo'nun* yardımcısıyla birlikte* fakir ve akılsız köylülerin parasını ele geçirme macerasını anlatan 450 dakikalık sanat ve ötesi film. evet, yanlış duymadınız tam 7,5 saat sürüyor.

    --- spoiler ---

    yağmurların sonbaharla beraber yağmasıyla birlikte, şehirle arasındaki bağlantıları tamamen kaybeden macar köyü'nde yaşayan bir grup insan, hiçliği temsil eden bu köyden kaçma planları kurmaktadır. yalnız yaşayan bir doktor, bu hiçliği yalnızca kalemiyle satırlara döküp bize betimlerken, bir yandan bu halini kabullenmiş olduğunu izleriz.

    köylüler kaçıp gitme planlarını kuradursun, uzaklardan gelen eski bir tanıdık, sanki hiçlikten kurtulmuş gibi tekrar köyde peyda olur ve köylülerin birikimlerini alarak, onlarla yeniden bir çiftlik işine, gecikmeli de olsa girişeceğini vaad eder. görmüş geçirmiş bir zat olan bu irimias kişisi aslında köylülerin bu umutlarıyla alay etmektedir. bu yüzden de filmin bir yerinde, adamın tekiyle her şeyi havaya uçurmayı planladığı bir barut pazarlığı yapar ve şöyle der:

    "- şey... beni kurtarıcı zannetmeyin. bana her şeyin neden bu kadar rezil olduğunu soruşturan bir araştırmacı gözüyle bakın."

    köylüler çılgınca dans edip, ümit vaad eden bir geleceğe inanırken, küçük bir kız çocuğu, para ağacının gerçek olmadığını ve parasının da ektiği yerden çalındığına şahit olur. bir kediyi obsesif ve sadist biçimde kendine bağlamaya çalışır ama pek tabii başaramaz ve sonunda kediyi zehirlediği fare zehriyle kendisini de zehirleyerek hayatına son verir. hayatına son verdiği gece gördüğü son şey -bir meyhane penceresinden- çılgınca eğlenen ve rahat bir yaşama kavuşacağına inanan köylülerdir.

    şeytan'ın tangosunu yapan köylüler kadehlerini tokuştururken dahi örümcekler ağlarını örmeye, gözlerine perde çekmeye başlamıştır aslında.

    "akordeonun tatlı sesiyle birlikte... örümcekler son ataklarına başladılar. ağlarını bardakların, kupaların,
    kül tablalarının üstüne... masa ve sandalye ayaklarının çevresine örmeye başladılar. gizli emellerini gerçekleştirmeye başladılar... neredeyse görünmez olan ağları zarar görmedikçe... saklandıkları köşelerinden... en ufak hareketi ve titremeyi bile farkedebilirler. ağlarını uyuyanların yüzüne, ellerine, ayaklarına ördüler. sonra saklandıkları yere kaçarak...ruhani görevlerine tekrar başlamak için beklemeye koyuldular."

    yeni bir hayata başlama umudu her zaman bir hiçlik bulantısına saplanıyordu anlayacağınız.

    --- spoiler ---
  • satantango, her saati ayrı 'ağır sanat' anlayışı içeren 1994 yılı yapımı béla tarr’ın siyah beyaz başyapıtı. satantango (şeytan tangosu), macar yazar laszlo krasznahorkai'nin romanından uyarlanmış olup bela tarr'ın bu filmi çekme fikri 1985’lere dayanır ki o zamanki macar hükümeti’nin sert politikalarından dolayı film 1994’te tamamlanabilmiştir. filmin süresi 450 dakika, yani 7 saat 30 dakika ve dili macarca.
  • sinema dünyasının ulyssesidir.
  • bu filmi izleyen birine henüz rastlamadım, rastlayınca da koca bi helal olsun diyeceğim kendisine.
    muhabbetini yapmayı pek seviyor insanlar ama izlemeye gelince yok.
    ben de izlemedim, o ayrı.
hesabın var mı? giriş yap