• hitchcock'un aristokrat sınıfı incelediği rebecca, yapıtları arasında üst sınıfların dejenerasyonuna içeriden baktığı filmlerin de ilkidir. ardından çektiği kimi filmlerde aynı tutumunu sürdürüp burjuvaların ikiyüzlü modern uygarlığına satır darbeleri indirecektir.

    rebecca görünüşün aldatıcılığıyla ilgili bir hitchcock filmidir. ev içi uzamın hayalet konulu gotik filmlerdeki gibi tekinsiz bir karabasan atmosferiyle tebdil edilmesi hitchcockyen tezatla ilgilidir. mazinin hayaletinin rebecca vasıtasıyla musallat olan varlığı ise hayalet konulu filmlerin hitchcock eliyle yeniden ele alınmasıyla ilintilidir.

    edit: imla
  • hitchcock un 130 dakkalık en uzun filmlerinden biridir rebecca. neden bu kadar uzundur peki ? çünkü bir karakterin değişen psikolojisidir bu filmde anlatılan , anılardır filmin asıl teması . anıların nasıl kişinin başına püskül kesildiğidir. tabi bunu girift bi uyarlama senaryoyla destekler , filmin sonuna kadar asıl hikayeyi bilemeyiz ve diğer hitchcock filmlerindeki gibi bi çok hikaye birikir aklımızda. devamlı rötuşlanır devamlı değişir, sanki bi sürü film izlemiş gibi oluruz.

    hitchcock bu film hakkında " benim en az pay sahibi olduğum filmimdir" demiştir. neden demiştir peki bunu, o kadar başarıdan oscardan vs. sonra.? çünkü bu filmin yapımcısı olacak david zelznick kişisi filmin tamamıyla romana sadık kalması hususunda ısrar etmiştir. peki bu gücü nerden alır david.. gone with the wind den alır. gone with the wind da da aynı taktiği "romana sadık kalma" uygulamıştır ve en iyi film ödülünü kucaklamıştır o kişi , aynısını bu filme de uygular o yüzden david ve gene alır en iyi film ödülünü . ballı bi şahıstır kanımca zira 6 sene sonra da american creed ile gene almıştır best pictureı. neyse yani hitchcocka karışmıştır bu filmde yapımcı bu yüzden bildik hitchcock gerilimine şahit olamayız diğer filmlerindeki gibi. drama yönü ağır basar . filme gücünü veren joan fontaine ın müthiş oyunculuğudur. o nasıl utanmadır nasıl naifliktir derken, imdb nin triviasında görürüz ki ; laurence bey eski sevgilisi vivien leigh lead rolü alamadığı için joan fontaine'a kötü davranmaktadır, terstir, hitchcock da set görevlilerini joan'a ters davranmaları konusunda inceden uyarır. joan hakkaten de sette kimi zaman o filmde gördüğümüz hale bürünmüştür böylelik .gerçektir kolpa değildir o rolü diyebiliriz kısaca.

    neyse gecelim, filmin ilk sahnesinde telli kapının arasından bi kamera gecer , o dönemde hayret uyandırmıştır bu efekt şüphesiz, alkışlanasıdır, ben izlerken çok şaşırdım mesela, tabi hepsi makettir ama yine de şaşırtır insanı , ayrıca ışık kullanımı fevkalededir , karanlıkta mum ışığıyla yürümeler, gerilimi artırmak üzere focuslanmış ışıklar. evin mistik korkutucu havasını vermek için yaratılan loş karanlık atmosfer vs.. joan fontaineın aşk sahnelerinde kimi zaman abartılı bi oyunculuk sergilediğini de söylemek gerek ama şimdi, baya baya dikkat çeker göze çarpar . bi grace kelly öyle yapmazdı mesela aşk sahnelerinde falan, şahsi bi rahatsızlık tabi.

    özetle, anıların ve entrikanın başrol oynadığı sinematografi dalında da oscar almış ve bunun yanında en iyi aktris falan da olmak üzere 7 tane daha oscar adaylığı bulunan bi film var karşımızda. o büyük devasa ev sahnesindeki gerilimin aynısına shining te de rastlıyoruz , hatta girilmemesi gereken oda durumu da var her iki filmde de, fakat deşiliyor tabi bu kural;odaya da iki filmin en masum, naif, şirin karakterleri giriyor sonra geriliyoruz hep birlikte . bu bakımdan kubrick e de esin kaynağı olduğunu düşünebiliriz . favell in de nuri alçoya bir ilham olduğunu düşünüyorum ayrıca , böyle savlara da meydan veren bi filmdir rebecca..
  • alfred beyin, ilk ve tek en iyi film oskarı sahibesi hanımıdır rebecca.. hitchcock'un en sevdiği oyuncularından olan laurence olivier'ye joan fontaine eşlik eder ki, joan hanım özellikle filmin yarıdan fazlasına hakim çocuk-kadın rolünü, hem de çok güçlü bir femme fatale karşısında, fevkalade oynar, sembolleştirir adeta..

    kane içün rosebud ne ise, rebecca içün de "manderley" o biçim mühimdir.. zaten alfred bey, daha ilk sahnede manderley'i düşlerin anahtarı olarak elimize verir biz seyredengillerin.. öyle ki, bu manderley sınırlarına giriveren tüm karakterlerin bilinçleri derhal parçalanır, bölünür; bir nevi bilinçaltı şatosudur manderley.. şatonun gardiyanı da, daha doğrusu düşle gerçek arasındaki yegane köprü görevini üstlenen de bizim nobran, "tablodan çıkmış gibi" duran bayan danvers'dir (judith anderson)..

    filmin bir diğer özelliği, joan hanımın canlandığı; rebecca'nın şeytani gücüne karşı duran, henüz lanetlenmemiş bir havva masumiyetinin şekillediği karakterin bir adı olmamasıdır.. tek bir isim vardır etrafta, malum rebecca'dır; hatta isim bile değil, tek bir harftir: r.. film, baştan sona r'lerle doludur; alfabenin zor telaffuz edilen, daha doğrusu sürçme payı diğerlerinden daha fazla olan r'leriyle..

    alfred beyin, modernizm ile apaçık dalgasını geçtiği filmlerinin başında yer alması da bir başka yönüdür rebecca'nın; tabii bunda, abd'de çektiği ilk film olmasının etkisi ne kadardır, bilinmez..

    yine joan hanım diyorum, başka da bir şey demiyorum ben efendim; böyle oyunculuk, böyle bir yönetmen oyunculuğu dostlar başına yani..
  • bu alfred hitchcock filmindeki ilginç nokta rebecca de winter'in filme adini vermesine ragmen film boyunca tek bir karede bile görünmemesi, buna ragmen gizemini ve agirligini tüm film boyunca hissettirmesidir. joan fontaine ve judith anderson hitchcock'un da önüne geçerler ve filmi oyunculuklariyla ön plana tasirlar. hitchcock'u tebrik etmek lazim, oyunculuk seçimi ve yönetiminden dolayi. ama "ikinci bayan de winter" rolünde joan fontaine müthis.
    bir baska güzel nokta da filmin baslarda mutlu bir tablo çizerken birden o tabloya siyah lekeler sürmeye baslamasi ve finale kadar seyircinin merakini üzt noktada tutmasi.
  • romanıyla tanışmam 2005 senesinde kızılay'ın kıyıda köşede kalmış bir kitapçısında olmuştu, ben bambaşka kitaplara bakarken kitapçının tüm dükkanı arayıp "bu tek kaldı, 2.el, beğeneceğine garanti veririm" demesiyle 3 lira gibi bir fiyata sahip olmuştum. iyi ki de olmuşum, 6 yaş civarında anneannemle izlediğim manuela adlı akla zarar telenovelanın nereden esinlendiğini bunu okuyunca çaktım, en önemli çocukluk travmalarımdan biri sona erdi` :ananem manuela'cı ben isabel'ciydim`. filmini uzuun bir bekleyişten sonra dün gece izledim, uzuun bir bekleyişti çünkü "1940 şartlarıyla o atmosfer nasıl verilebilir ki höh" ukalalığı bünyemi sarmıştı, beni utandırdın hitchcock, ama en çok sen joan fontaine.. kalıbımı basarım ki bu kadar gerçekçi bir the second mrs. de winter olamazdı, olamaz.

    --- tamamen spoiler ---

    uyarlamalarda en hassas ve gıcık olduğum şey eseri kafasına göre değiştirme, birkaç öpüşüp koklaşma sahnesine yer açabilmek için ana karakterlerden bir ya da bir kaçına hiç yer vermeme ciddiyetsizliği olduğundan, izlerken hep acaba biryer atlayacaklar mı, şurayı da kesin geçiştirmişlerdir diye bekledim ama romana tamamen sadık kalınmış, mikroskobik farklar haricinde hiçbir değiştirme yoktu. joan fontaine acayip güzel, okurken bu kadar güzel hayal etmemiştim ama o ürkek-çocuksu hali o kadar gerçekçi yansıtmış ki kadın oymamamış yaşamış hacı diyebilirim sadece.

    pure evil rebecca karşısında yeni doğmuş tay kadar masum 2. bayan winter'in ürkekliği o kadar tatlı ki, zaten o kadar tecrübesiz ve aşık olmasa maxim'e "oeeh senin ilgisizliğini, danvers karısının cenaze levazımatçısı suratını bir gün daha çekemem cheerioooo" diyip giderdi, parada pulda gözü yoktur çünkü, koskoca manderlay yanar, ama sadece maxim'i istediği için "nihayet tamamen birbirimize kaldık" diye sevincinden ağlar. romanı okurken de sürekli çınlar "hadi be kızım bu kadar ezik olma ver şu hizmetçiye ağzının payını" iç sesi, ama filmi izlerken ekrana dalıp mrs. danvers'i sopayla kovalama isteği tavan yapıyor, bırrrrrr

    bir tebrik de mekan seçimi için, okurken hayal ettiğim manderlay neyse filmde gördüğüm de oydu, dehşetle izledim.

    --- spoiler ---
  • en sonlarina kadar bizim de mrs. de winters ile birlikte mrs. "danny" danvers'in gazina kapilip gittigimiz, rebecca efsanesi altinda ezildigimiz bir film. joan fontaine'in oynadigi melek yuzlu mrs. de winters isler yoluna girsin diye ugrastikca, elinden geleni yaptikca herseyi eline yuzune bulastirir, ortam daha da gerginlesir. ortada bir rebecca vardir, unutulamamaktadir, mrs. de winters kesinlikle onun yerine gecemeyecektir. mr. de winters olan maxim de ketumlar krali oldugu icin, biz filmin sonuna kadar anlayamayiz rebecca'nin "allah benzetmesin" bir kisi oldugunu. evet mrs. de winters rebecca'nin yerine gecemeyecektir ama bilsek olani biteni, biz de o sarisin kizcagizla birlikte dertlenir miyiz "ne yapsam yeri dolmayacak rebecca'nin" diye? kabahati maxim'e atiyorum. insan iki kelam eder, almissin gencecik kizi, geziyorsun koca evin icinde, surat mahkeme duvari gibi. bir hizmetcinin de bu kadar lafinin gectigi az malikane vardir bu arada. neymis, odasi gittigi gun biraktigi gibi aynen kalacakmis. yok ya?!
  • alfred hitchcock un amerikan yapimi ilk filmidir. malikanenin hizmetcisi rolunu oynayan judith anderson in insanin kanını donduracak bakislari kolay kolay akildan cikmaz.
  • trt 2 deki dublajındandan orjinal alıntıdır:
    -neler oluyor kuzum?
    -naloo?
    -sana evlenme teklif ediyorum küçük budala...

    yani film eski,dublaj eski...ben filmi gülmek için izlemeye başlamıştım ama alfred hithcock'un tarzına kapıldım ve bi baktım film bitmiş...
  • vatan gazetesinde "üzüntü" adı altında tefrika edildikten sonra 1941 senesinde ülkemizde de basilan roman. rezzan emin yalman hanimin bok gibi cevirisi yetmezmis gibi bu hanimefendi kitabin basina dustugu tembih notuyla bizlerden kitabi 10. sayfadan itibaren okumamizi reca etmektedir. cunku film 10. sayfadaki olaylarla baslar ve onceki sayfalari okursak kitabin sonu hakkinda rahatlikla yorum yapabilirmisiz. iste boyle edebi esere mudahale cureti gosteren insanlar da mevcuttur.
  • bu film, daphne du maurier isimli ingiliz bayan edebiyatçinin (ki sonra agatha christie gibi "dame" ünvanini almistir) ayni adli romanindan uyarlanmistir. hissiyat, tutku, gerilim gibi ögeleri güzelce birlestirmis, psikoloji alemlerine dalan basarili bir yapit olup ilk cümlesi "last night i dreamt i went to manderley again" 20. yüzyilin en unutulmaz edebi cümleleri seçmelerinde hep yer alagelmistir. kimi yönleriyle bir jane eyre taklidi oldugu da söylenir, ama bu güzel olmasina engel degil, belki kismen sebeptir.
    hitchcock'un kuslar'i da yine du maurier'in bir kisa hikayesinden uyarlanmistir.
hesabın var mı? giriş yap