• "anılara sonuna kadar sadığım, insanlara hiçbirzaman öyle olmayacağım." demiş şair.
  • "kim olduğumu ne bilirlerdi
    korkunç zordu beni sevmek; ve ben,
    buna yalnız biri'nin gücü yeteceğini
    seziyordum. ama, o, biri, istemiyordu henüz." dizelerinin sahibi
  • ich lebe mein leben in wachsenden ringen
    die sich über die dinge ziehen
    den letzten werd' ich vielleicht nicht vollbringen
    aber versuchen will ich ihn

    [gitgide genişleyen çemberler halinde yaşıyorum hayatı
    nesnelerin üzerini kaplayan çemberler
    sonuncusunu tamamlayamayacağım belki
    ama denemek istiyorum]

    çevirinin kusuruna bakılmaya; şiirin almanca aslındaki ahengi türkçede yakalamak ne yazık ki mümkün değil. abartmıyorum: yalnızca bu dörtlüğü okuyup anlayabilmek için bile almanca öğrenmeye değer gibi geliyor bana. yıllar önce ilk kez okuduğumda çarpılmış ve hemen bir kenara not etmiştim. bir süre sonra baktım ki, farkında bile olmadan ezberime almışım.

    'stundenbuch'taki bir şiirden alınma bu dörtlüğün, angelopoulos'un 'le regard d'ulysses'indeki o unutulmaz kütüphane sahnesinde yaşlı kütüphaneci tarafından okunduğunu (daha doğrusu mırıldanıldığını) duyduğumda, şaşkınlık, sevinç ve kıskançlık arası tuhaf bir duyguya kapıldım: demek ki ıssız adamda o kadar da yalnız değildim.
  • şairin ölümü:

    bir gün, bir dostunun şatosu olan muzot'da kalırken, madame eloui bey adında (belki de türk asıllı ya da bir türkle evlenmiş) güzel bir mısırlı kadın geliyor ozanı görmeye, şiirlerine tutkun bir kadın. rilke seviniyor, ona gül toplamak için şatonun bahçesine geçiyor. eline diken batıyor gül koparırken. ağrı artınca, hekime görünüyor. ilerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılıyor. iki ay sonra da ölüyor. mezartaşına kendisinin özellikle hazırladığı şu mısralar yazılıyor:
    "gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında/hiç kimsenin uykusu olmamanın/ sevinci."
    (rilke/seçilmiş şiirler-duino ağıtları/ iz yayıncılık/2. baskı/istanbul 2001/s.:15-16)
  • "gül, ey saf çelişki, nice gözkapağinin altinda
    hiç kimsenin uykusu olmamanin
    sevinci."
  • insana "keşke almanca bilseydim" dedirten şair.
  • "dear sir,

    bana satırlarınızın güzel olup olmadığını soruyorsunuz. bana soru soruyorsunuz. daha önce başkalarına da sormuşsunuzdur. dergilere yollamışsınızdır onları. diğer şiirlerle kıyaslamışsınız ve bazı editörler yazdıklarınızı reddettiğinde mutsuz hissetmişsinizdir. şimdi, madem benim tavsiyemi merak ettiniz ve bana bu soruyu sordunuz; öyleyse, sizden rica ediyorum böyle şeyler yapmaktan vazgeçin artık.

    dışınıza bakıyorsunuz, ve şu an sizin en çok kaçınmanız gereken şey bu. kimse size tavsiyede bulunamaz ya da hiç kimse yardım edemez size bu konuda. yapabileceğiniz yalnızca tek bir şey var. kendinizi bulun. içinize girin. sizi yazmaya kışkırtan sebebi keşfedin; kalbinizin en derinlerindeki köklerine kadar uzanıp uzanmadığını görün; yazmanız yasaklandığında ölecek gibi hissedip hissetmeyeceğinize dair bir itirafta bulunun. herşeyden daha fazla olarak: gecenizin en sessiz anında sorun kendinize: yazmalı mıyım? derinlerdeki cevap için kazın kendinizi.

    şayet, bu cevap bir yerinizi kımıldatmaya başlar, bu dört başı mağrur soruyu, güçlü ve basit bir "çünkü mecburum" cevabı ile karşılarsanız, yaşamınızı bu gereklilik üzerine kurun; bütün yaşamınızı. en ufak ve en umursamaz anınız dahi, bu içgüdünüzün bir kanıtı ve işareti olmalı.

    ardından doğa'ya yaklaşın. ve sonra, daha önce hiç kimse denememişçesine, ne gördüğünüzü, hissettiğinizi yazmaya çalışın. aşkınızı ve kaybedişinizi yazın. aşk şiirleri yazmayın; o vasat ve sıradan biçimlerden kaçının: aşk şiirleri, çalışması en zor şiirlerdir, çok büyük ve adanmış bir güç gerektirirler iyi, kendine has, görkemli bir gelenekle ilişki kurmuş olabilmeleri için. kısacası, kendinizi genel olan meselelerden kurtarın ve gündelik yaşamın size sundukları üzerine yazın; acılarınızı tasvir etmeyi deneyin ve arzularınızı, zihninizden geçiveren düşünceleri ve içinde güzellik barındıran inançlarınızı. tüm bunları, kalpten, hissederek, içinizden geldiği gibi, samimiyetle, susarak,...."

    diyen,
    dizlerimi yalatmak istediğim tek adam.

    rilke bilgisiyle değil, kalbiyle insanı bloke eder. kibardır. kimseyi yanına yaklaştırmaz. incedir. ve, uzaktır. bu dünyadan değildir. kendi dünyasından bile değildir. başka bir yerdendir rilke; kelimeleri kelime değildir. tebessümdür. hüzündür. buruktur. kalbi, buzhanedeki donuk etlere benzeyenlerden kaçarken, sığınılabilecek kahve gibi bir şeydir rilke. kendi insanlığından ve çelişkilerinden ve kırıklarından, bir salgın hastalıktan korkar gibi korkanlar için bomboştur rilke. onlara söyleyecek lafı yoktur. başkalarına dair düşler kurar, fakat asla başkalarının yaşamlarının düşlerini yıkmakla uğraşmaz. zekidir. ancak, aklının bile kölesi değildir. olmayan köklerden, kutsal meleklerden, örten ninnilerden bahseder. metalar üstü (bkz: sevgilim)-dir. dans ederken yalnız olmak isteyen birine ancak o dokunabilir.

    (bkz: briefe an einen jungen dichter)
  • "yalnızca içteki yakındır; başka her şey uzak."

    kendisi ile tanışan herkese dokunur rilke, herkeste unutulmayacak bir iz bırakır ve anlamak isteyen herkes kendince anlar onu.
    dizelerini başucu sözü yapanlar, dövme yaptıranlar var. bazısı da benim gibi, beynine kazıyor o dizeleri. peki doğru anlıyor mu, sadece rilke cevaplayabilirdi bu soruyu.
    duino ağıtları'nda rilke'yi olabildiğince açmış olmama rağmen eksik kaldığını düşündüğüm veya vurgulanmasını istediğim bazı noktalara değinmek istedim.
    bu bir rilke analizi değil tabii, ne haddimize; edebiyat eleştirmenleri bile içinden çıkamamışken, karınca kararınca, albenili sözcüklerden uzak, samimi ve iyi niyetli bir çaba..
    özsuyunu alıp gerisine aldırmıyoruz. kimdi o, nasıl acı çekerek doğurmuştu o dizeyi ve biz, okunsun-okunmasın, neden yazıyoruz?
    schopenhauer "ben kalabalıklar için yazmadım" diyordu. farklı bir azınlık için yazıyordu, bir gün olur da o bilgiye ihtiyaç duyan bireyler için.
    "onlar da benim gibi ya da gemisi batıp ıssız bir adaya çıkan ve kendisinden önce aynı sıkıntıları yaşayan birinin izlerinin teselli sunduğu bir denizci gibi hissedeceklerdir."
    belki biraz da kendimizden bir iz kalsın istiyoruzdur. yazmak ölüme direnmektir.

    bu başlığa sadece bir dize, bir şiirini bırakıp gitmeyi ne kadar isterdim; nasıl da kolay olurdu. fakat schopenhauer'in nedeni bir yana, rilke insanın içinden taşıyor.
    zweig'ın söylediği gibi; "kanının orta yerinde bir takım nehirlerin akmaya başlaması, bunun sonradan bizim duygularımıza girmesi, orada şimdi de çağlaması"..
    zweig rilke'nin ölümünden 2 ay sonra ve 10. yıldönümünde yaptığı övgü dolu konuşmaları topladığı "rilke'ye veda" kitabında böyle ve rilke'ye has bir şiirsellikle tanımlar onu ve sürdürür;
    "zamanımızda katıksız şaire artık ender rastlanıyor, ama belki ondan da daha ender rastlanan ise, bütün bir yaşamın salt şiirsel bir varoluşa dönüşmesi, bütün bir yaşamın mutlak anlamda böyle bir yörüngeye yerleştirilmesi."
    tabii ki, doğruydu bu; rilke için şiir, yaşamaktı..
    sonra şöyle devam ediyordu zweig;
    "zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan rilke kadar özgür değildi. onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne de bir vatanı vardı; italya’da, fransa’da ya da avusturya’da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. onunla karşılaşmak, hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı"…
    bu da doğruydu. bir gezgindi rilke. şiirlerinin, yaşam ve ölüm üzerine ilhamını bu gezilerden almıştı. sessizce dinleyip, duyumsayarak. "katılımcı dinleme" demişti zweig buna..
    "sadece anılara sahip olmak yetmez. içimize girip kanımıza karıştıkları, bakışımız ve davranışımız oldukları zaman isimsiz ve bizden ayırt edilemez olduklarında, işte beklenmeyen o anda bir dizenin ilk sözcüğü anıların ortasından ayağa kalkar ve sizden ayrılır."

    gizemli dizelerin şairi varoluşu, hayatı ve anlamını sorgularken keder ve hayal kırıklığının da çokça sezildiği sevgi, yalnızlık ve ölüm temasını ön plana alır. okuyanı çarpması, herkesin kendinden bir parça bulması bu yüzdendir.

    fas ve mısır seyahatleri sırasında başlamış olması muhtemel, müslümanlığa duyduğu ilgiden çok az söz edilir.
    hz. muhammed'e yazdığı şiir dışında duino ağıtları'nda geçen melek imgesinin müslümanlığa has melek olduğunu iddia eden araştırmalar, o meleğin en azından katolik meleği olmadığı konusunda kendi ifadesi vardır.
    melek, başka şiirlerinde de yer bulur kendine.

    ölümle çok uğraşır rilke, ölüm bir bitiş değildir onun için, yaşamı bütünleyen bir şeydir.
    bunda mısırlıların yaşam sonrasına olan inançları ve ritüellerinin payı vardır.
    gerçi mısır'dan bitik halde dönmüştür, aşırı yüklemeye maruz kalmaktan mıdır, tamamen sessizleşmiştir. mısır'ın etkileri sonra çıkar, duino ağıtları'nda 10. ağıt'ta mesela. yaşam ve ölümün kış, yağmur ve toprak metaforuyla bağını kurarak, yaşam-ölüm döngüsünü somutlaştırır.
    sıradan bir mistisizm değildir onunki, bütün dehasını koyduğu duino ağıtları'nda rilke içindeki magmaya inmiş, şairliğin ötesine geçmiş, bilgeleşmiştir.

    1. ağıt'ta yaşamla ölümü ayırt etmenin yanlışlığını vurgular;

    "tuhaf şey elbette, artık şu yeryüzünde oturmamak,
    unutmak bundan böyle daha yeni edinilmiş alışkıları,
    insanca geleceğin anlamını verememek
    güllere, vaatlerle dolu öbür şeylere;
    o sonsuz korkulu ellerde ne idiysek
    onu artık olmamak ve öz adını bile
    koyup gitmek bir kırılmış oyuncak gibi.
    ne tuhaf, dilekleri dileyememek daha,
    bütün olan her ne varsa darmadağın uçuşur
    görmek uzayda. zahmetli şey ölü olmak,
    yeni baştan, ağır ağır alışmak öyle zor ki,
    biraz olsun bengilik sezer insan zamanla - ama yaşayanların
    hepsi de yanılır, böyle kesin ayırarak.
    derler ki, çoğu zaman bilemezmiş melek, dirilerin mi,
    yoksa ölülerin mi arasında yürüyor. "

    witold hulewicz'e 15.11.1925 tarihinde yazdığı mektupta ise bu ağıt'ı destekleyecek şekilde şöyle söyler;

    " ... ölüm, bizden öteye dönük olan, bizim aydınlatmadığımız yüzüdür yaşamın ... gerçek yaşam biçimi her iki bölgeye uzanır, en büyük kan dolaşımı her ikisi boyunca ... yapılması gereken, burada bakılmış, dokunulmuş olanı o daha geniş, o en geniş çemberin içine almak. gölgesiyle yeryüzünü karartan bir öbür dünyaya değil, bir bütüne, bütünün kendisine ... evet, bizim ödevimiz bu gidici, dayanıksız yeryüzünü öyle derin, öyle acıyla, tutkuyla kavramak ki onun özü 'görünmez. olarak' bizde yeniden dirilsin. bizler, görünmez'in arılarıyız."
    görünmez'i görünür hâle getirme uğraşı veren bir arıdır o..

    annesinin şerri yüzünden bahtsız ve babasız bir çocukluk geçiren rilke "annem beni yerle yeksan ediyor" la başlayan bir şiirden sonra münih'teki evini terk eder, annesini de beyninde öldürür, başka bir anne imajı yaratarak o anne karakterinden kurtulur.
    kendisinden yaşça hayli büyük salomé'ye âşık olduğunda yeni annenin izlerini bulmuş muydu, kim bilir, fakat freud gibi, nietzsche gibi, bazıları tanınmış pek çok erkeğin kalbini çelen salomé rilke'nin hayatına demir atarken, entelektüel beraberliği ve dostluğu önde tutuyordu.
    rilke'yi adıyla birlikte değiştirmiş, tolstoy'u, puşkin'i rusçadan okumayı öğretmiş, birlikte seyahat etmiş, önemli kişilerle tanıştırmış, bir danışman, bir dost, bir sırdaştı.
    1937 yılında freud, salomé'nin rilke ile olan ilişkisinden şöyle bahsetmişti;
    "o, büyük şairin hem ilham perisi hem de özenli bir annesiydi."

    "sensin yalnızlığımın tek sebebi. tek seni karıştırabilirim.
    bir süre sensin o, sonra yine uğultu
    ya da iz bırakmayan bir koku.
    ah, kaybettim hepsini kollarımda,
    bir tek sensin, sen, tekrar tekrar doğan
    sana hiçbir zaman sarılamadığımdan, vazgeçemiyorum senden."

    3 yıl sürer birliktelikleri, salomé uzaklaşsa da tamamen çıkmaz rilke'nin hayatından. eş, çocuk, başka kadınlara rağmen dostlukları kalır. şairin evliliği de sürmez. şöyle yazar bir dostuna; "evlilik aslında, kurum olarak geleneksel gelişimi sayesinde ulaştığı kadar önemsenmeyi hak etmiyor. yalnız yaşayan birinden mutlu olmasını istemek kimsenin aklına gelmez, ama biri evlendi mi böyle olmadığına çok şaşırır."

    rilke sevmeyi sevilmeye yeğ tutanlardandır.
    "sevilmek, yana yana tükenmektir. sevmek, kandilin yağı bitmeksizin yanmaktır ışıl ışıl. sevilmek geçiciliktir, sevmek kalıcılık."
    "sevmek iyidir, çünkü zordur sevgi.. insan olarak bir başkasını sevmemiz belki de yükümlü kılındığımız en çetin görevdir." ......

    zor olan her şey iyidir rilke'ye göre.. yalnızlık da böyledir. yalnızlık üzerine çok sözü vardır rilke'nin, birinden başlangıç bölümü necatigil'in çevirisi ile şöyle;

    "yalnızlık bir yağmura benzer,
    yükselir akşamlara denizlerden
    uzak, ıssız ovalardan eser,
    ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
    ve kentin üstüne göklerden düşer.".........
    bu bölüm ve devamı sanırım herkes yalnızdır demenin rilke'ce olanı.

    ve sevgi.. ebedi bir yalnızlıktır..
    "sevmek bir yalnızlıktır insan için, tek başınalıktır yoğun ve derin.
    sevmek uzun bir zaman parçasını kucaklayan, yaşam süresinin hayli ilerisine kadar uzanan bir yalnızlıktır"...

    rusya'yı, rus insanını çok sever rilke, büyük bir coşku duyar o seyahatte.. uçsuz bucaksız steplerin ve sade, yoksul insanlarının kendisini değiştirdiğini, orada varlığın onu özgürlüğe kavuşturan başka boyutlarını yakaladığını söyler.
    rusya seyahati sırasında yazmaya başlayarak ve hristiyanlıktaki dua kitaplarından esinlenerek "dua saatleri kitabı"nı oluşturur. 23 yaşındayken, sanatsal resimlerin eşlik ettiği bu kitapta oldukça etkileyici, başlıksız fakat birbirine inceliklerle bağlanan, rilke'ye göre melodik, farklı bir form yaratmıştır. 7 yılda biten bu kitap rilke'yi modernist yani serbest şiirin önemli bir yapıtaşı hâline getirir.
    bir dua kitabı değildir, farklı bir tanrı imgesi yaratmak için uğraşır rilke. varoluşu sorgularken, yalnızlığını da sorgular, tanrı ile bir sohbet, yer yer serzeniştir.
    rilke tanrının böylesine uzakta, erişilmez bir yerde oluşundan yakınır; onu nesnelerde, kendi içinde, gerçeklikte arar. arayıştaki amacının ise ona erişmek ya da onu tanımlamak değil, sadece onu ya da ona giden yolları aramak olduğunu söyler.

    "yaşamıyor kimse hayatını.
    insanlar tesadüflerden ibaret, sesler, parçalar günlük hayatlar, korkular, birçok küçük mutluluklar, daha çocukken kıyafet değiştirmiş, mumyalanmış, maske olarak geçerli, suskun suret olarak.
    insanların çoğu yaşanmamış bir hayattan ölüyor.."

    "ne yaparsın tanrım, ben ölürsem eğer?
    ben senin testinim (ya kırılırsam?)
    içtiğin içki benim (ya bozulursam?)
    senin giysinim ve uğraşınım,
    anlamını da yitirirsin benimle."

    rodin'li paris yılları.. 20. yüzyılın ilk önemli yapıtlarından biri sayılan ve tek romanı olan 1910 tarihli malte laurids brigge’nin notları'nı yazar.
    paris'te geçirdiği yıllara ait izlenimlerdir bu roman, varoluşçu edebiyatın en iyi örneklerinden biri olarak bilinir.
    "çünkü mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." böyle der. yaşadığını yazar insan.
    ve duino ağıtları'ndan sonra rilke üslubunun zirvesi ve son ürünü, mitoloji ve şiirin buluştuğu, ses ve ahengin öne çıktığı, son ve sonsuzluk üzerine yine bir başyapıt; orpheus'a soneler..

    "türkü, senin öğrettiğin gibi, arzu değil,
    değil üstüne düşülen, sonunda kazanılan;
    türkü varlıktır. kolay gelir tanrıya, bil.
    peki ne zaman varız biz? tanrı ne zaman"..

    1922'de duino ağıtları'ndan hemen sonra bir çırpıda soneler'i bitiren rilke yine hulewicz’e yazdığı 13 kasım 1925 tarihli mektupta şöyle der;

    "ağıtlar ve soneler birbirini boyuna destekler; ve her ikisini: hem sone’lerin küçük pas rengi yelkenini hem de ağıtlar’ın devasa beyaz yelken bezini aynı nefesle doldurabilmiş olabilmeyi sonsuz bir inayet olarak görüyorum […] iki kitabımın özsel anlamı ve nosyonu, dehşet ile bahtiyarlığın -aynı tanrısal başın sahip olduğu bu iki yüzün- özdeş olduklarını kanıtlamaktan başka bir şey değildir; uzaklığımıza ya da konumumuza bağlı olarak şu ya da bu biçimde algıladığımız tek bir yüz söz konusudur aslında."

    muzot'da bir dostunun şatosunda kalırken, şiirlerine tutkun bir mısırlı hanımefendi şairi görmeye gelir, çok mutlu olur rilke; ona gül toplamak için şatonun bahçesine geçer. gül koparırken eline diken batar fakat aradan süre geçmesine rağmen eli iyileşmez. ilerlemiş durumda kan kanseridir. iki ay sonra 29 aralık 1926’da ölür.

    "gül, ey saf çelişki
    bütün göz kapaklarının altında
    hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci"…
    kendi mezar taşı için yazmıştı bu dizeleri..
    anlamını çözmek için ömrümü harcarken hacettepe üniversitesi edebiyat dergisi'nde bir çalışmaya rastladım, şöyle açıklıyordu, buyursunlar;

    "gül, “garp’ta unio mystica’nın eski [bir] simgesi”dir (holthusen, 1968., s. 164). gülün yapraklarını çağrıştıran “göz kapakları” (alm. lider) aynı zamanda “ezgiler” (alm. lieder) ile eşsesli olduğu için, “şiirler” anlamını da çağrıştırır (holthusen, 1968., s. 164); dolayısıyla son dize: “bunca şiirin altında” biçiminde de okunabilir. bu durumda, rilke’nin dizelerini yazdığı kâğıtlar (yapraklar) ile gülün yaprakları arasında, ozanın şiirlerini kâğıda (yapraklara) dökmesiyle gülün yapraklarını dökmesi arasında bir bağlantı kurmak da mümkün.
    “kimsenin uykusu olmak” ise, hem ozanın kendisinden başka kimselerin uykusu olmamayı hem kendisinin de uykusu olmamayı, yani “hiçbir kimsenin uykusu” olmayı kasteder. ayrıca kurnaz
    odysseus’un tekgöz polyphem’e verdiği kaypak anlamlı yanıtını hatırlarsak, artık hayatta olmayan rilke’nin uykusunu “kimse’nin uykusu” (kimse adında birinin uykusu) biçiminde anlayabiliriz."

    çalışmanın tamamı şurada

    tek tesellimiz şu söz olabilir; "aynı anda hem eşsiz hem de anlaşılabilir olan metin yoktur."***
    şunu ilave etmekte yarar var; "ve güller gibi kapandı gözleri ve dağılmış saçları aşk gecesindeki gibi."
    bu dize dua saatleri kitabı'ndan.. yukarıdaki analizin o bölümünü doğruluyor.

    "nesneler üzerinde giderek genişleyen halkalar halinde
    yaşıyorum yaşamımı
    en son halkaya ulaşamayacağım belki
    yine de deneyeceğim.."
    bu şiiri rilke'nin kısa hayatının bir öngörüsüdür.

    insanoğlu eğer isterse, doğum ile ölüm arasındaki süreyi sonsuzlukla doldurabilen ayrıcalıklı tek varlıktır. sanırım, goethe'nin sözüydü bu, ya da buna çok yakın bir söz, nasıl da rilke'ye uygun düşüyordu.
    zweig ise, şöyle uğurluyordu onu;
    "böyle içine eğilerek ve günümüz gürültüsü ve edebiyatından çekinerek bir bulutla çevrili gibi geçti. ve bir bulut gibi, sessiz ve itişip kakılmadan, sonsuzluğun yansımasıyla öte tarafa gitti."

    hissedin der, rilke, dünyayı, nesneleri, erkeği, kadını, meleği her şeyi kalbinizle duyun. gerek kendi varlığınızı gerek tüm varlıkları görünenin ötesinde anlamlandırın ve bu sizin meseleniz olsun. bazı eleştirmenlere göre duino ağıtları bu nedenle ağıttır, "mesele" karşısında aciz kalan insana ağıt; şairin vasiyeti olarak yorumlanıyor.
    rilke'yi her okuyuş yeniden okuyuştur.
  • rainer maria çok gençken, o zamanlar çoktan yaşlanmış olan tolstoy'u ziyarete gider. o dönemde her yerde insanın karşısına çıkan lou andreas salome'de yanlarında, kırlara yürüyüşe çıkarlar. tolstoy rilke'ye, “şu sıralar neyle uğraşıyorsun?” diye sorar. utangaç ve doğal bir tavırla cevap verir.
    “şiirle.”
    ve fakat yanıt olarak bir alayla ve bunun kimsenin zamanını adayacağı bir şey olamayacağına dair sözel saldırıyla karşılaşır. tolstoy'u pek takmamış anlaşılan çünkü edebiyat tarihinde çok az şair kendini sadece şiire değil, şiirin her formuna bu denli adamıştır. hatta bu denli takıntıyla bu konunun üzerine eğilmiştir. sadece şiir yazmakla kalmaz, düzyazılarını, mektuplarını, güncelerini de şiir gibi yazar.

    günlüklerinden bildiğimiz kadarıyla rilke yaşantısını esin perilerinin gelmesini bekleyerek geçirir. bu süreyi çoğu soylu kadınlarla paylaşır. yani
    kadınların rilke üzerindeki etkisi oldukça önemlidir. öyle ki ikinci doğumum dediği lou salome'ye olan patolojik aşkından gayet iyi biliyoruz. prag'da büyüyen bir çocuk olan şair, annesi tarafından bir kız çocuğu gibi giydirilmiş ve iki ismi de yaygın kadın isimleri olan rené maria olarak konulmuştur. daha sonra rené adını rainer olarak değiştirmiştir. kadınlar hem onun hayatının yöneticileri olmuş hem de derin bir iç dünya bakışı geliştirmesini sağlamıştır kuşkusuz.
    piyanist magda von'dan, prenses marie'ye kadar birçoğuyla başarısız ilişkiler de kursa delicesine tutkulu aşklar yaşadığı da olmuştur.

    her iyi şair gibi rilke de sadece kadınlarla değil yıldızlarla, toprakla, tanrılarla, anıtlarla, resimlerle, kahramanlarla, ölülerle (özellikle genç ve aşık olanlarla), hayvanlarla durmadan konuşur; (duino ağıtları'nı okuyanlar hatırlar bunu) çevresindeki insanlarla biraz daha az iletişim kurar. bu kadar duyarlı ve iletişime açık bir insanın yirminci yüzyılın en iyi şairi (bundan pek kuşku duyulmaz), onu izleyen şairler üzerinde feci etkiler yaratmıştır; ardından gelenler de hiçbir ayrım gözetmeden yollarına ne çıkarsa konuşmaya çalışırlar, ama hem sonuçlar pek öyle iç açıcı değildir, hem söylemek gerekir ki ciddi kişilik bozuklukları göstermişlerdir.

    tuhaflık duygusu ise onun ana besin kaynağı olmuş. hatta rilke'nin kafasındaki tuhaflıklardan memnun olmayan arkadaşlarının ona freud'a görünmesini tavsiye etmelerine karşılık rilke'nin cevabı: “kafamda olup bitenleri temizletirsem artık nasıl şiir yazacağım?” olmuş.

    ve rilke anlatılana göre fiziksel olarak kısa boylu, hasta görünüşlüdür. ilk bakışta insana çirkin gelir (zamanla bu izlenim azalır), uzun ve sivri kafalı, büyük burunludur, kıvrımlı dudakları biraz zayıf ve çukur çenesini öne çıkartır, inanılmaz irilikte harika gözlere sahiptir;
    prenses taxis'in betimlemesiyle bir çocuk yaramazlığıyla parlayan güzel kadın gözleri vardır. zweig, rilke için “hayatım boyunca dış görünüşüyle dikkat çekmemeyi başarmış başka birini anımsamıyorum.” derken doğruyu söyler. rilke'yi koruyan dikkat çekmez oluşuydu. herkes birilerini etkilemek için pozlar verirken, resimlerinin dergilerde yayımlanmasını yasaklatmıştı. çünkü onun için, “yalnızca içteki yakındı; başka her şey uzak.”
    yine de hoş bir dost olduğu inkâr edilemez, en azından bunun en çok tadını çıkartan soylu kadınlar için. bir dönem maddi zorluk yaşaması, iş yemeğe gelince seçici, hatta eleştirel olmasını engellemez. çünkü rilke vejetaryendi, hiçbir zaman ağzına koymadığı balıktan nefret ederdi. aslında ne en çok hangi yemekleri sevdiğini biliyoruz ne de başka neleri tercih ettiği hakkında kesin bir fikrimiz var, her fırsatta yazdığı -y- harfini çok sevdiğini biliyoruz, bir de, kadınlara ve yolculuklara bayıldığına eminiz.
    kadınlardan başkasıyla konuşmadığını, sadece onları anladığını ve sadece onlarla rahat ettiğini itiraf etmiştir, çok uzun süre olmamak koşuluyla tabii. yine bir kaçışının ardından rilke'yi açıklamaya çalışan kassner arkadaşı taxis'e, "ne bekliyordunuz ki?" diye sormuş, "tüm bu kadınlar sonunda mutlaka usandırır onu.” gerçek olan şu ki hayatı boyunca herhangi birine yoğunlukla bağlanamadığı belirtiliyor hatta otuz yıla yakın bir süre yazdığı mektuplarında ve günlüklerinde dost kelimesini en fazla üç ya da dört defa kullandığı görülür.

    genel olarak tüm yaşamı boyunca fiziksel ve ruhsal hastalıklarından yakınmış. günlüklerinin ve dostlarının anlatımından her daim ruhsal bunalımların insanı olarak tanımlanır.
    malte laurids brigge'nin notları, yazarın ölüm üzerine çok fazla düşündüğü, buna çok kafa yorduğu bir eseri. ölüm duygusuna bu denli yaklaşmak, onu bu denli etkili ifade etmek, her sayfada altını çize çize notlar ala ala ilerletmek müthiş bir yeteneğin ürünü olsa gerek. aslında
    acıyı ve ölümü daima kapsamlı bir varlık gerekçesi yapmış, hatta yaratıcı kimliğini çıkarmasına da izin vermiş, hayatın güzelliklerini sevmiş ama dehşetlerine de kucak açmış, onları da sevmiş.

    ve, rainer maria rilke isviçre'de, valmont'aki bir hastanede uzun süre ıstırap çektikten sonra, 29 aralık 1926 tarihinde lösemiden ölür. tam kendi deyimiyle “kendi ölümünü ölüyor olmak” dediği şey. sadece 51 yaşındadır.
    dört gün sonra raron'da, kendi seçtiği ve yazdığı mezar taşının altına gömülür:

    “gül ey saf çelişki/ bütün göz kapaklarının altında/ hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci."

    işte sevgili rilke'nin mezar taşı bile şiirdir.
    bu üç dizenin altında yatar ölümü hep içinde taşıyan, herkesin kendi ölümünün kendine aitliği, kendine özgülüğüne kafa yoran rilke..
    şöyle yazmıştı
    malte laurids brigge'nin notları'nda;

    "eskiden insan biliyordu (ya da belki seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırdı."

    (*journal de jeunesse - rainer maria rilke
    rilke'nin günlüklerinden kesitler var. yine javier marias-yazınsal yaşamlar'da da rilke'nin seyahatleri ve kadınlarla ilişkileri ile ilgili ilginç anekdotlar olan bir kitap.)
  • rus asıllı psikanalist ve yazar lou andreas-salomé'un en büyük aşkı olmuştur rainer maria rilke. salomé'dan büyülenmiş ve birsürü aşk mektupu yazmıştır. salomé, rilke'ya rusça öğretmiştir ki yazdıklarını kendi dilinde okuyabilsin*. bu dönemde rilke 21, salomé 34 yaşındadır. 4 yıllık ilişkilerinin olduğu bu dönemde en lirik şiirlerin olduğu dua saatleri kitabı'nı yazar rilke. bu kitapla 20. yüzyılın en iyi şairlerinin arasına girer. bu kitabında yer alan şiirlerinden bir tanesi;

    ''kör et gözlerimi; yine de görürürüm seni,
    kapat kulaklarımı: duyabilirim seni,
    ayaklarım olmadan da gelebilirim sana,
    çağırabilirim seni ağzım olmadan da.
    koparsan da kollarımı, tutarım seni,
    yüreğimle, ellerimle olduğu gibi,
    kapatsan da yüreğimi, beynim çarpacak
    ve beynime salsan da alevler,
    kanımın her damlasında taşırım seni.''

    (dua saatleri kitabı, çeviri: yüksel özoğuz)

    yapı kredi yayınlarından çıkan bu kitabı yüksel özoğuz çevirmiş. önsöz ve giriş kısmını bu linkten okuyabilirsiniz.
hesabın var mı? giriş yap