• müslümanlar, allah'a rabb ismi yönüyle ibadet ederler.. onun emirlerine ve yasaklarına uymuşlardır..

    bu mana icabı olarak, allah-u taâlâ?nın peygamberine inzal buyurduğu ilk âyet şudur:

    - “rabbın ismi ile oku..” ( 96/1 )

    burada emir rububiyetle bir oldu.. olur; zira emrin yeri orasıdır..

    bu mana icabıdır ki, onlara ibadet farz oldu..

    zira: merbub*, rabbın ibadetini icab ettirir..

    avam müslümanların tümü: allah-u taâlâ'ya rabb ismi cihetinden ibadet ederler.. başka bir yoldan ona ibadet etmeleri onlar için mümkün olmaz..

    ancak, irfan sahipleri böyle değildir..

    "irfan" sahipleri, allah'a rahman ismi cihetinden ibadet ederler. sebebi: bütün varlıklara sirayet eden varlığının onlara tecelli etmesidir..

    bu durumda onlar, daima: rahman'ı mülâhaza ederler..

    ve bunlar ibadetlerini, rahmaniyet mertebesinden yaparlar..

    ancak, "hakikat ehli" olanlar böyle değildir..

    bunların, sübhan allah'a ibadeti, "allah" ismi ciheti iledir..

    ona yaptıkları sena ise.. büründükleri isimlerin ve sıfatların hakkı neyse öyledir..

    zira, senanın hakikatı odur ki, vasfını ettiğin varlığın sıfatına bürünesin..

    bu vasıf, yüce allah'ın övüp hamd ettiğin bir ismi de olabilir, bir sıfatı da..

    hâsılı: bunlar, allah!ın hakikatı bulmuş kullarıdır..

    irfan sahipleri, rahman'ın kullarıdır..

    avam müslümanlar ise rabbın kullarıdır..

    hakikat ehli kimselerin makamı:

    “hamd, allah'ındır..” ( 1/1 ) manasıdır..

    irfan sahibi zatların makamı ise:

    - “rahman, arşa istiva etti.. yerde olanlar, semalarda olanlar onundur.. yer ve semaların arasında olanlar da onundur.. aynı şekilde rütubetli toprak altındakiler de onundur..” ( 20/6 )

    avam müslümanların makamı ise.. şu âyet-i kerime ile sabittir:

    - “ya rabbi, bir nidacı işittik; imana çağırıyordu:

    - rabbınıza iman edin.. diye..

    iman ettik.. rabbımız, günahlarımızı bize bağışla.. hatalarımızı ört.. bizi, ebrar zümresi ile öldür..” ( 3/193 )

    - avam müslümanlar..

    demekten kastım, irfan sahiplerinden bir arka safta olan; salihler, şehidler, âlimler ve
    iyi amel işleyenlerdir..

    bunlar, ilâhî yakınlığı bulanlara nispetle avam sayılır..

    ilâhî yakınlığı bulanlar, hakikatı bulanlardır. allah-u taâlâ bu varlık binasını
    onlar üzerine kurdu..

    âlemlerin felekleri, onların nefisleri üzerinde devresini tamamlar..

    ve.. onlar: bu âlemde, yüce hakkın nazar mahallidir.. belki de:
    bu varlıkta allah'ın mahallidir..

    ancak:

    - mahal…

    lâfzı ile, hulûlü, teşbihi, ciheti murat etmiyorum..

    elbet şunu murat ediyorum: onlar, yüce hakkın zuhur yeridir.
    isimlerinin, sıfatlarının eserlerini, onlarda ve onlar üzerinde
    izhar etmektedir..

    çeşitli sırların muhatapları onlardır..

    perdelerin ötesinde seçilen kimseler onlardır..

    allah-u taâlâ, onları, bu dinin dayanağı kılmıştır.. belki de bütün dinlerin
    sütunları, bunların irfan arzına çakılmıştır..

    onların irfan arzları öyle lütuflarla doludur ki: onun ne olduğunu
    ancak kendileri bilir..

    yüce hakkın kelâmı onlardan ibarettir.. o kelâmlarda hakikatlere
    işaretler vardır..
    (abdülkerim ceyli'den)

    not: dünya, bu hakikat ehli sayesinde ayakta durur. onlar tevhid şuuruna sahip oldukları için yeryüzünü, hatta tüm alemi yüksek manyetik alanları ile hizaya sokarlar. eğer böyle zatlar yetişmez olursa, dünya ve alem tıpkı ipi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağın olacaktır.

    nitekim bir hadiste "yeryüzünde "allah" diyecek kimse olduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır" denir. tabii bu "allah" demeyi basitçe bir kelime tekrarı olarak görürsek çok yanılırız. "allah" demekten kast bu esmanın tecellisine mazhar olmaktır. zat isminin mazharı olmak ise her evliyanın harcı olamaz.
  • rab sözü, islam'ın ilk yılllarında eski tek tanrıcı dinlere gönderme yapmak amacıyla özellikle kullanılmıştır. islam geleneğinin kabe tanrıları arasından seçtiği tanrının ismi allah ve ilah ismi sami dillerinde eskiden beri kullanılagelen en yüce tanrıyı betimlemek için kullanılmış isimlerdir. ancak rab, eski ahit'in, yani ibrani geleneğin ve hıristiyan öğretinin kullandığı, efendi, lord, sahip anlamına gelen, tanrı sözünü karşılamak için yetersiz bir kelimedir. islam'ın ilk zamanlarında sanıldığı gibi bir sıfat olarak değil; hz. isa'nın, hz. musa'nın ve diğer eski ahit peygamberlerinin geleneklerine, miraslarına gönderme yapmak amacıyla kullanılmıştır. zira rab kelimesi sami dillerde hiçbir zaman bir sıfat olarak kullanılmamıştır.

    ibranilerin tanrının özel ismi yhwh yerine rabb sözcüğünü tanrı kelimesinin karşılığı olarak kullanması, hıristiyanlığın ilk yıllarında da konuşulan dil aramice olduğu için hem rabb, hem de adonai sözcüklerinin tanrı için kullanılması buna örnektir. yani rab sözcüğünün allah'ın isimlerinden biri olarak kullanılması, yeni tek tanrıcı peygamberi eskiyi göstererek meşru kılma çabasının bir ürünüdür.
  • bilinsin ki, "sırât-ı müstakîm-dosdoğru yol" birlik yoludur ve allah teâlâ hazretleri bir olduğundan, bu birlik yolu, hakk'a çıkan yolların en yakınıdır. şöyle ki, her bir "isim" için bir "kul" vardır; ve o "isim", o kulun, hâs rabb’dir(yetiştireni, terbiye edenidir). ve o kul da, o "ism"in kulu olmakla berâber, onun görünme yeridir. bundan dolayı kul zâhirdir, cisimdir; rabb ise bâtındır, rûhdur. böyle olunca, mahlûkların nefesleri sayısınca hakk'a yol vardır.

    ve her bir mahlûk tâbi' olduğu kendisine hâs ismin gerekleri üzerine hareket edip o ismin yolunda yürür. o yol da, o "ism"in, o rabb'in "sırât-ı müstakîm"idir.

    mesela, mü'min “hâdî*” ve kâfir “mudill*” ve zehir “dârr*” ve bal “nâfi*’”
    isimlerinin görünme yerleridir. bunların her birisi, terbiyesi altında bulunduk-
    ları ismin gereklerine tâbi'dirler. bundan dolayı hepsi, hâs isimlerine göre
    sırât-ı müstakîm üstünde yürürler. fakat bu isimlerin, yolları bir dîğerine göre
    sırât-ı müstakîm değildir. örneğin dârr isminin yolu,nafî’ isminin yoluna gö-
    re doğru olmaz.

    ve mü'min kâfiri, kâfir de mü'mini, eğri yolda görür. şimdi ne kadar ilâhi
    isimler varsa, isimlenenin ahadiyyeti îtibârıyla hepsi allâh ismiyle isimlenene
    ulaşır. bu sûrette bütün isimlerin yollarını toplayıcı olan sırât-ı müstakîm, "al-
    lah" ismiyle isimlenmiş olan ulûhiyyet zâtına mahsûstur.

    hâdî isminin hükmü hidâyet ve mudill isminin hükmü de dalâlettir. hâdî ismi kendisinin kulu olan mü'minden râzî olduğu gibi, mudıll ismi
    de kâfir kulundan râzıdır. fakat hâdî ismine göre kâfir "üzerine gazab olunan
    ve yoldan sapan" zümresine dâhildir. ve aynı şekilde, mudill ismi kendisinin
    sırât-ı müstakîmi hâricinde bulunan mü'min kula gazab eder ve onu dalâlette
    görür; çünkü bu iki isim, hükümde bir dîğerine muhâliftir. bundan dolayı bü-
    tün görünme yerleri bir yönden "üzerine gazab olunan ve yoldan sapan" züm-
    resine dâhildir ve bir yönden değildir.

    bütün ilâhi isimler "allah" ismi altında toplanmıştır. bundan dolayı bütün isimlerin yolları,"allah" isminin sırât-ı müstakîmi altında gerçekleşir.
    ve allah câmi isminin görünme yeri ise, ancak insan-ı kâmildir: ve bu câmi'
    isim insan-ı kâmilin rabb'i olup, bu sâadet sâhibi zât bütün ilâhi isimlerin gö-
    rünme yeridir.

    (muhyiddin-i arabi'den)
  • gırtlağına kadar günaha batmış, günahlarına baktığı zaman gözyaşlarına boğulan insanlar, nasıl oluyor da yine de doğru yola dönüyorlar? nasıl oluyor da pişmanlık duyuyor ve her şeye yeniden başlamak için ayağa kalkabiliyorlar? allah, insanları doğru yola sevk etmek için bir “terbiye sistemi”nin içerisinden geçirmektedir... geçirmektedir ki, en azılı suçlular bile bir gün dönüp, “sana geldim” diye gözyaşı dökebilmekteler...evet, allah, insanı terbiye eder. hem de bu öyle bir terbiye metodudur ki, “aslâ adam olmaz!..” dediğiniz kişileri bile, bir gün kendine dost eder...
    bir hırsız, bir yankesici, bir zehir satıcısı öyle terbiye olur ki, kimsenin görmek bile istemediği kömürleşmiş vicdanları bir gün, paha biçilmez pırlantalara dönüşür. çünkü o “rab”dır. rabb’in kelime anlamı; “terbiye eden” demektir ki, o en büyük terbiye edicidir.
    allah, suç işleyene hemen cezâ mı vermektedir?
    madem ki, allah en büyük terbiye edicidir; o hâlde, sormak gerekmez mi, o’nun, insanları terbiye ederken nasıl bir âdeti vardır? o, insanları “cezâ” ile mi terbiye etmektedir? suç işleyen kişiye, hemen cezâ mı vermektedir?! yoksa allâh’ın âdetinde “affedicilik” daha mı ön plandadır? evet, o’nun insanları terbiye ederken en göze çarpan terbiye metodu, cezâ vericiliği değil, affediciliğidir. peki, biz neden korkuyoruz?! suç işleyen çocuklarımızı affetmekte neden tereddüt yaşıyoruz?! onları affedersek yeniden suç işlerler diye mi korkuyoruz?
  • terbiye eden manasına da gelir.
  • ilahiyat bağlamında "lord" kelimesinin karşılığı.
  • bir süre önce bu firmanın montlarından birisini; tnf, columbia vs. montların mevcut fiyatının 1/3 fiyatına aldım. allah bu montu üretenden de, ülkeye sınırlı sayıda getirenden de razı olsun.
  • kur'an-ı kerim'de 265 kez geçen isim.
  • mutlak ve izafi bir terim olup, izafi yorumunda kişiden kişiye anlamı değişmektedir doğal olarak.
    arapçada 3 anlamda kullanılmaktadır.
    1-malik olan: sahip anlamında
    örn-evin sahibi
    2-efendi anlamında
    örn. kulların efendisi
    3-yetiştirici anlamında
    örn: çocuğu yetiştiren
  • isnetus mahlaslı arkadaşa söylediği yalanlar için teşekkür ediyoruz ve allah azgınlığını arttırsın dileklerimizi iletiyoruz, kendisi “rab” kelimesinin ne anlama “gelmediğini” yazmış, biz ise allah’ın izniyle ne anlama geldiğini kısaca yazalım.

    kök, yani sülasi mücerred fiil anlamından başlayalım. “rbb” yani “ra-be-be” kökünden gelir. efendi, sahip, usta gibi anlamlara gelir. rab kelimesinin türkçe en iyi karşılığı “sahip”tir. evin sahibine rabb’ud-dâr = evin rabbi (müfredât), sermaye sahibine de rabb’ül-mal = sermayenin rabbi denir.

    allah için de insanlar için de kullanımı kur’an’da mevcuttur. yusuf aleyhisselam, kralın gönderdiği elçiye şöyle demişti ki bu ayet nebi/resul farkı için de ayrı bir önem arz eder:

    (yusuf 12/50): “kral dedi ki: “onu bana getirin!” elçi, yusuf'un yanına gelince (yusuf) şunları söyledi: “efendine /rabbine dön de sor bakalım, ellerini kesen o kadınların derdi neymiş? benim rabbim /sahibim onların oyunlarını bilir.”

    “rab” kelimesi bu ayette önce “elçinin sahibi olan “kral” anlamında, daha sonra da “allah” anlamında kullanılmıştır.

    allah ile araya girenler, allah’ın ayetler yerine insanların söylemlerini öne alanlar (evet aynen aklınızda canlanan tüm tipler) şu ayetin kapsamına girer ve yaptıkları şey ise tam olarak bu dur;

    (tevbe 9/31): “allah ile aralarına koydukları ilim adamlarını ve din adamlarını rableri saydılar. meryem oğlu mesih’i de rab saydılar. oysa onlara emredilen, tek olan ilaha kul olmalarıdır. ondan başka ilah yoktur. allah, onların şirk koştukları şeylerden uzaktır.”

    allah ile aralarına koyup rab edinmeleri bu insanların sözlerini allah’ın ayetlerine tercih etmelerinden dolayıdır. nasıl da birebir yaşanıyor değil mi bugün de bunlar? utanmadan “kur’an tarihsel bir kitaptır, daha da ötesi hitaptır” diyenler de umarım biraz olsun gözlerini açarlar. neyse biz fırsat bu fırsat isnetus mahlaslı şahsın özelinde bir başka yalanı daha ifşa edelim.

    evliya, veli kelimesinin çoğuludur:

    (bakara 2/107): “bilmez misin, göklerde ve yerde tüm yetkiler allah’ındır? allah ile aranıza girecek hiçbir veliniz /yakınınız ve bir yardımcınız yoktur!”

    aralarına başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki kişi veya şeyden her birine veli denir. buradan hareketle akrabalık, dostluk, yardım ve inanç bakımından doğan yakınlık da mecazen bu kelimeyle ifade edilir (müfredât kur’an terimleri sözlüğü)

    bu konuda sayısız ayetler olduğu halde tasavvufta bir velayet makamı oluşturulur, o makama veli veya evliya diye nitelenen kişiler yerleştirilerek onlar birer vesile/ aracı konumuna getirilir. böylece allah ikinci sıraya konur ve tevbe edilmediği taktirde asla affedilmeyecek şirk günahına girilmiş olur.

    allah’ı ikinci sıraya koyan, ona teslim olamadığı için müşrik olur:

    (enam 6/14): “de ki: “gökleri ve yeri bölünme kanunu ile yaratan, besleyen ama kendisi beslenmeyen allah’tan başkasını mı veli /en yakın sayacağım!” bir de “(allah’a) herkesten önce benim teslim olmam emredildi.” de ve sakın müşriklerden olma!”

    bu ayet yine tasavvufta uydurulan ve nebilerin “ismet sıfatı” denilen şeyin olmadığının da delillerinden sadece biridir.

    tasavvufun zahir-batın bataklığının, günümüz sözde kur’ancılarından mustafa islamoğlu ve saz ekibinin, edip yüksel gibi numaratörlerin, caner taslaman gibi medyatik ve felsefik showmenlerin, mehmet okuyan gibilerin aslında hepsinin yaptığı iş aşağı yukarı aynıdır.

    bir ayeti, bir kavramı alırlar, sonra döşe babam döşe. gelenekselcilere mi sövdün? bizim video müslümanlar, okumadan alimler için kralsın. 2 tane ayet okuyup, olmadık örnekler ve hadisler ile hikaye mi yazdın? aşk, meşk, sevgi, boyutlar, frekanslar, bilim kurgu tadında bir şeyler mi harmanladın? o zaman da sen “ilim erbabı, gönül dostu” sensin.

    herkesin ağzında bir “kur’an” ama kimsenin hayatında bir yeri yok:

    (araf 7/3): “rabbinizden /sahibinizden size indirilene uyun; allah ile aranıza koyduğunuz velilere uymayın. doğru bilgileri ne kadar az kullanıyorsunuz!”
hesabın var mı? giriş yap