• hayatımı alt üst eden adam, tutunamayanlar ve tehlikeli oyunlar ile beni kendisine benzetmiş, aslında gerçek hayatımda bir hikmet olduğumu anlamamı sağlamıştır.
  • günümüzde postmodernizmin en güçlü öncülerindendir. sağlığında eserleri pek rağbet görmemiş, vefatından sonra ise delicesine sevilmiştir, özellikle şu sıralar. o kadar sevilmiştir ki, şu an kitapları 30-40 liraya satılmakta.
  • edebi ciddiyetin ve popüler olabilmenin birleşmiş hali denilebilirmi ki.
  • not: kitaptan alıntıladığım bir kısmı spoiler olarak işaretledim ama entri bütünüyle spoiler içerebilir. tutunamayanlar ve tehlikeli oyunlar'ı okumayanlara önermem.

    --- spoiler ---

    fakat, allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duygular altında eziliyor. fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yanda da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelmesin istiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım.
    --- spoiler ---

    anlaşılamamak, oğuz atay'ın iki büyük kitabının en temel hissi sanırım. hem selim, hem de hikmet bütün hayatlarını onları anlayacak bir kadının romantik hülyasıyla yanıp tutuşarak geçiriyorlar. onların ya da kendini onlarla özdeşleştirmiş bizlerin; yani itilmişlerin, kakılmışların, birhiçuğrunasatılmışların, kıyıyaköşeyeatılmışların; bu anlaşılma arzumuz bir liyakat esasına dayanmak zorunda değil. ekseriyetle de dayanmıyor zaten. anlaşılmaya layık olduğumuz için değil, tam tersine anlaşılmayı hak edecek hiç bir yanımız olmadığı için bu kadar muhtacız aslında anlaşılmaya. kundera, yavaşlık kitabında, iyi özelliklerimiz için değil bilakis kötü özelliklerimize rağmen sevilmek istediğimizi çünkü her birimizin seçilmiş insan olma sanrımızı bu olumsuzluklarımıza rağmen var olmaya devam eden bu sevgiyle gerçek kılacağımızdan bahseder.

    işte bizim günseli hülyamız, ya da bilge farketmez, tam da burada romantik bir hal alıyor. romantizm en temelinde, memnun olunmayan gerçekliğe karşı alternatif bir gerçeklik yaratma haliyse eğer; bütün hayatı boyunca anlaşılamamış birisinin bir günseli'nin göklerden inişiyle mutlak bir anlaşılma haline kavuşacağı beklentisi romantiklik değildir de nedir? bütün hayatları boyunca dinlenmeye layık bulunmamış bizler, günseli formunda gönderilmiş bir melek tarafından anlaşılacağız, hem de sözümüz kesilmeden, sanki hayatın sırrını veriyormuşuz gibi noktası virgülü dikkatle dinlenerek, öyle mi? bence kesinlikle öyle. iflah olmaz bir romantik olduğum için bu masala inanmakta hiç bir beis görmüyorum. o gelecek ve anlaşıldığımı hissedeceğim. bahar gelecek, çiçekler açacak, siyah beyaz gözlüklerim baharın o iç ısıtan güneşi karşısında eriyerek kaybolacak. siz inanmadınız mı yoksa bu masala?

    fakat dostlarım, biz kandırıldık, aldatıldık. biz, yani susturulmuşlar, sözalamayıpöfkeyleyerineoturmuşlar, kıskançlıktankudurmuşlar, hiçbirşeyyapmadanbirköşededurmuşlar. hayır, onlardan bahsetmiyorum. dinlemeyenlerden, anlamayanlardan, dikkate almayanlardan, sözümüzü kesenlerden... biz en sevdiğimiz tarafından aldatıldık. tarih mahkemesindeki yegane avukatımız, bizlerin mağlubiyet hikayemizin yılmaz anlatıcısı, göklerden gelen vahiy meleğimiz tarafından aldatıldık. eminim orada bir yerlerde bu biçare bekleyişimize bakıp kıs kıs gülüyordur. çünkü, günseli hayaliyle, o bizlere kurtarıcı mesihimizi vaat etmiyor, tam tersine günseli suretinde bizlere ölüm meleğimizi gönderiyor. günseli, mutlak anlaşılmayı değil, anlaşılamamanın ebediyetini müjdeliyor. evet, yukarıda da söyledim, o geldiğinde anlaşıldığımızı hissedeceğiz. fakat bu ölümden hemen önce yüzde oluşan bir tebessüm gibi. ümitsizliğin en gerçek olduğu anda beliren bir ümit dalgası gibi sanki. ya da tam tersi, çölde beliren bir serabın gerçek olmadığı anlaşıldığında beliren ümitsizliğin bütün evreni ele geçirmesi gibi. zira hikmet bilge'den, selim ise günseli'den sonra tam olarak idrak edebildiler asla anlaşılamayacaklarını. çünkü selim, günseli'nin kendini anladığını düşündükten sonra onun bile kendisini anlayamadığını fark ederek hakikatin hikmet'ine erişti. yani kısacası dostlarım, o'nun tarafından bize (yani ışık'lara, benol'lara, özben'lere, özcan'lara, özkan'lara, kısacası hepimize) sunulan bu hülya, infazımız öncesi tanınan son bir dilek hakkı. metin olun.

    ben mi? ben artık kaçınılmaz sonumu kabullendim ve hatta sabırsızlanıyorum. gel artık günseli. çünkü yaşayamamaktan sıkıldım, yaşamaktansa yoruldum.

    son not: bu entri kendi içinde ve kendi çapında tehlikeli bir oyun barındırmaktadır.
  • "edebiyatçıların eline veren mühendis" demişlerdi, doğruymuş.
  • (bkz: #66890194)
  • vefatından yaklaşık 2 ay kadar önce halit refiğ'e yazdığı, son aylardaki sağlık durumunu anlattığı, son mektup:

    || sevgili halit,

    mektubumu alalı epey zaman geçtiği halde, sağlığımla ilgili sorunlar yüzünden sana yazamadım. yarın 12 ekim, yani 43. yaşımı bitiriyorum; sonra da 4 gün kalmak üzere hastaneye yatacağım. bir buçuk ay kadar önce yüzüme iki kere titreme nöbeti (burada shaking fit gibi bir şey diyorlar) geldi; çok kısa sürmekle birlikte, bir tıkanıklık ve konuşamamak gibi sıkıntılar yaptı. oysa daha bir iki ay önce -bu nöbetlerden- emı scanning dedikleri filmler çekilmiş ve durum çok iyi gidiyor denilmişti. sonra iki gün üst üste her biri saatlerce süren hıçkırık nöbetleri oldu. esas doktorum mr. morgan bana kasım ayı içinde randevu vermişti scanning iyi çıkmış olduğu için. randevuyu öne aldı. önce röntgen filmleri çekildi. iyi göremedim durumu dedi; bir de emı scanning çekilsin. ilk ameliyat olduğum hastaneye giderek yeniden film çektirdim ve öğleden sonra da beni ameliyat etmiş olan dr. richarson'a götürdüm. filmlere baktı, şikayetlerimi dinledi; bazı ilaçların dozlarının niye azaltıldığını beni azarlayarak sordu. sonra da. ne yazık en çekindiğim şey olmuş: tümör beynin sol tarafına sıçramış dedi. artık ameliyatla bu tümörü izlemenin yararı yok dedi. herhalde gösterdiği aksilik de başarısının çok uzun sürmemesinden, belki biraz da üzülmesindendi. bir hafta sonra tekrar dr. morgan'ı gördüm. bir tedavi düşündüğünü söyledi. sonra -birkaç gün sonra- kemoterapi yapacağım sana dedi. oldukça kuvvetli ve hastalığın ilerlediği dönemlerde yapılan bir iğne olduğunu biliyorum. sen hep diyordun ya "otur yaz, otur yaz," haklıymışsın halitçiğim; fakat ben de bir ay içinde durumumun bu kadar hızla değişeceğini ummazdım doğrusu. cuma günü tekrar gititim. dr. morgan'a sohbet (chatting) için. (bu arada türkiye'ye dönmeye karar vermiştim.) bu tedaviyi duydum dedim; bir sonuç bekliyor musunuz gerçekten? bekliyorum dedi. yaşlı ve çok iyi bir doktordur bu mr. morgan. altı haftada bir tekrarlanacakmış bu tedavi. bitirmek istediğim bazı işler var dedim. tedavi aralarında bunu yapacak gücüm olacak mı? olacağını sanıyorum dedi. çok tatlıydı, ben de sözü fazla uzatmadım. sanıyorum iki üç gün sonra beni hastaneye yatıracak. henüz çok şiddetli ağrılarım başlamadı. oldukça da fazla ilaç alıyorum. yazmak, şu 'eylembilim' hikayemi bitirecek kadar zamanım, aklım ve gücüm olsun istiyorum. sana da durumun gelişmesi tam belli olunca yazmak istedim. gündelik işleri insan yapıyor; ama ilerisini düşünmek, bir şeyler yapmayı tasarlamak kolay olmuyor. zaten türkiye de tam keşmekeş içinde. tabii senin önce yapmaya başlayacağın filme (türkan şoray için) ve akademi projesine çok çok sevindim. herhalde çok çalışıyorsundur. doğrusu ben de böyle iç sıkıcı şeyler yazmak istemezdim. gene de çok trajedi yapmamaya çalışıyorum. sen türkiye'de değildin geçen yıl. aslında sıkıntı çektim ama -sinir ve öfkelerimin dışında- hastalığımla kimseyi -becerebildiğim kadar- üzmek istemedim. ameliyata girerken bile -tehlike vardı- şimdi uyutacaklar, ne olursa olsun kötü bir şey duymayacağım diyordum kendi kendime. iyilikler ve kötülükler hep normal yaşantıdaki gibi oldu sanıyorum. (tabii bu arada çok talihli olduğum söylenemezse de. doktorlara göre ameliyat sonrası dönemini çok iyi geçirmişim.) işte 10 ay kadar londra'da yaşadık. iyi filimler gördüm. iyi bir televizyon vardı. bazı iyi ve iyice kitaplar okudum; müzelere, galerilere gittim. pakize bu hafta cumartesi -15 ekim british airways ile istanbul'a dönüyor: evi ve bazı işleri ayarlayacak, görüşürsünüz. ben de ay sonuna doğru döneceğimi sanıyorum. benden getirmemi istediğin bir şey varsa yaz, ya da pakize'ye söyle -gerçekten söyle. işte durumlar böyle halitçiğim. en son bir truffaut gördük: adele h (the history of-) fazla beğenmedim. fellini's casanova güzeldi. bu fellini yaman adam. özge geldi ve yirmi gün kadar kaldı. ne kadar uzamış. pakize'ye tepeden bakıyor. akıllı bir kız olacak sanırım. gülüp duruyor canım kızım. bakalım ne yapacak ne olacak? türkiye'yi de, bütün karmaşıklığına rağmen, özledim. istanbul'da sakin ve düzenli günlerim olsun istiyorum. beni soran dostlara çok çok selam. sevgi ve hasretle gözlerinden öperim, gülper'e de sevgi selam.

    oğuz

    11 ekim 1977 ||

    sevgili halit (halit refiğ'e mektuplar) - everest yayınları 2011 (sf: 189-192)
  • çok ağlıyorum kitaplarını okuduğum da. neden bilmiyorum birşeyler oluyor birden oturup hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. hem hikmet'im hem gökçe bazen albay.sanki hepsinde beni anlatıyor biraz sanki o yaşayamadığım herşeyin ağırlığını biraz daha arttırıyor. ama olsun napalım biz de böyle doğmuşuz diyorum dediği gibi.

    keşke hayatta olsaydı da konuşma imkanı bulsaydım bi kere.bi kere sohbet etseydim dinleseydim onu o konuşsaydı ben ağlasaydım gene. ulan koca adamsın neden ağlıyosun deseydi filan. garip hissettiğim herşeyi birileri de hissediyor. biliyorum yalnız değişim buralarda. oğuz atay abim de hepsine tercüman oluyor. kuramadığımız cümleleri kuruyor söylemek isteyip söyleyemediklerimizi dahası farkına bile varmadığımız düşüncelerimizi açığa çıkarıyor.

    inanılmaz bir yazar. dedim ya keşke hayatta olsaydı da biraz konuşsaydık..
  • candır kendisi.
  • böyle sanki çok yakınınız hatta bir akrabanız gibi hissettiğiniz insanlar olur ya... onu sanki hep tanıyordunuz hissi.
    olsa gidip sarılmak, uzun uzun sohbet etmek, ellerinden tutup gözlerinden öpmek istediğiniz ama aslında çok zaman önce ölmüş insanlar...
    ben seni çok iyi anladım ne olur hep yanında olayım seni yalnız bırakmayayım falan demek istediğiniz sıkı sıkı sarılıp hiç ayrılmak istemediğiniz o insanlar... bir nevi sizden bir parçadırlar.
    sizi çok değiştirmiş derinden etkilemiş saygıyla karışık sevginizi kazanmış insanlardır onlar. duruşları bakışları tavırları her fotografta diğer insanlardan eni konu farklıdır. ayırdedersiniz hemen. hatta bazısı da adamakıllı yakışıklıdır.
    tanrı bu insanlara cömert davranır hep.
    deha nedense bu yusuf yüzlülere bahşedilir.
    ama maalesef ki; çoğu 50'sini bile görmeden çeker gider.
    işte ben bu adamlara aşığım.
    oğuz atay onlardan biridir. atatürk diğeri.
    sabahattin alivar. bir de orhan veli
    var böyle bir iki kişi daha...
    aahh beni bu platonik aşklar öldürdü :))
hesabın var mı? giriş yap