• ron howard ellerini oğuşturuyordur şimdi. bikaç sene sonra bu gazetenin telekulak skandalını film yapar. hattâ ron howard çekmezse gel, bu entriyi yüzüme vur... hattâ ve hattâ nicole kidman rebekah brooks'u oynar, oscar bile alır...
  • herşeyi bırakın, yaklaşık 2 saat boyunca 150 yıl önceki amerika'yı gerçekten hissetmek istiyorsanız, bu filmi izleyin derim. atmosfer, ortam, çekim, kostüm, kısacası tüm detaylar çok ince düşünülmüş.
    bunun dışında, tom hanks haricindeki herşey ortalama.

    tom hanks üstada ise ayrı paragraf açmak lazım. adam küçük büyük proje dememiş, yine yaptığı işin hakkını vermiş.
  • "ben işte bu yüzden netflix'e ve internete para ödüyorum ulan" dedirtmiş filmdir.

    bakın ben izlediği her filmi, yediği her yemeği, gittiği her şehri, okuduğu her kitabı öyle çabuk sevebilen bir adam değilim. bana bir şey beğendirmek dünyanın en zor işi olabilir ama bu film olmuş arkadaş. durağan giden, anlatacak bir şeyleri olan filmleri sevmeyen, her sahnede aksiyon arayan gitsin bruce willis filmleri izlesin amk.

    amerikan iç savaşı sonrası, teksas'ta geçen bir film. western filmlerinin yan hikayesi denebilecek nitelikte. ailesini kaybetmiş küçük bir kızla yolu kesişen eski asker yüzbaşı jefferson'un hikayesini anlatıyor.
  • eli yüzü düzgün bir western ve gayet izlenebilir bir yol hikayesi. gerektiği yerde aksiyonu, gerektiği yerde de duygusal sahneleri, hepsi dozunda. hikayeyi tahmin ediyorsunuz direkt, o yüzden daha sıkıcı bir film bekliyordum ama öyle çıkmadı. bu tarz filmlerde görülen bazı gereksiz gerilim yaratma ögelerine çok girmeden akıp giden bir hikaye yapmış paul greengrass. kısacası ben beğendim.
  • medya aleminde yaptığı arsızlık, aymazlık nam amok koşusunun finalini "elveda ve bütün o kulaklar için teşekkürler"* diyerek yapan matbu skandal.
  • 1977'de değişen zamanlara ayak uydurma adına queen'in sound'unda ciddi değişikliğe gittiği albüm. a night at the opera ve a day at the races ile yerini sağşamlaştırmasına rağmen queen 1977'de değişen müzikal konjonktüre adapte olmak adına daha çiğ ve daha punk bir sound'a yöneldi. tabi yine başarılı oldu. hatırladığım kadarıyla ingiltere'de bir numaraya kadar çıkmıştı ve sanırım never mind the bollocks'a ilk sıradaki yerini kaptırmıştı. queen değişen zamanlara adapte olmak konusunda oldukça başarılıydı. işin ilginç ve kesinlikle hayran olduğum kısmı ise bunu grubun kimliğini kesinlikle bozmadan yapıyor olmasıydı. bir sonraki sene jazz albümüyle daha da punk bir sound'a yaklaşacaktı mesela queen ve bunun da altından başarıyla kalktı. bu durum 1982'deki hot space'e kadar devam etti. sonrası bambaşka bir hikaye artık ama deli gibi sevdiğim queen'in hikayesi değil. benim için 1980'deki the game'i de içine alan 1973-1980 queen'inin yeri apayrı. news of the world de bu dönemin ortasında, 1977'de, bir art rock grubunun değişen zamanlara adapte olma çabasını yansıtan naif, kişilikli, çiğ ve nefis bir albüm.
  • görüntü yönetmenliği olsun, oyunculuk olsun çok yerinde ve üst düzey bir film olmuş. -- bıdı bıdı yapanlara bakmayın siz. amerikan iç savaşı (1861 – 1865) sonrası, kaotik ama gelişmeye yatkın, küllerinden doğmaya çalışan amerika imajını vermeye çalışmışlar. bence başarılı olmuşlar. hikâye insanın içini ısıtan cinsten. baş rolde tom hanks olur da başka türlüsü beklenir mi zaten diyerek izledim. johanna'yı oynayan helena zengel çok iyi oyuncu olmuş şimdiden. karakterdeki değişimi yansıtmak vasat oyuncu işi değildir.
  • paul greengrass ile tom hanks'i captain phillips'ten sonra ikinci kez buluşturan, harika sinematografisi ile öne çıkan iyi bir western.

    hikaye 1870 yılında teksas eyaletinde geçiyor. yani sanayici kuzey eyaletleri ile köle gücüne bağımlı tarıma dayalı güney eyaletleri arasında dört yıl süren kuzey-güney savaşlarının beş yıl sonrasındayız. ki bu iç savaş 650 bin insanın ölümüne olduktan sonra kuzey ülkelerinin zaferi ve köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanmıştı.

    tom hanks, kasaba kasaba gezerek dünyadan habersiz yaşayan güneylilere gazetelerden haberler okuyan bir iç savaş gazisini canlandırıyor. günün birinde askerlerin yok ettiği bir kızılderili kabilesi olan kiowa'ların yanında büyümüş alman bir kız çocuğu ile karşılaşır. çatışma bölgesinde unutulmuş bu kız altı yıl önce ailesini yok eden kiowa kabilesinin yanında büyümüştür, sadece onların dilini bilmektedir ve oldukça yabanidir. altı yıl içinde iki kez ailesi katledilen ve iki kez yetim kalan çocuğu yüzlerce mil uzaklıktaki teyzesine götürme görevi bizim emekli askere kalmıştır. ancak işi hiç de kolay değildir, zira onları çok zor doğa koşulları, yıldırıcı bir siyasi atmosfer ve insanlıktan çıkmış bir sürü fırsatçının oluşturduğu zorlu bariyerler beklemektedir.

    filmin dramatik boyutu ile kız ve yaşlı adam arasındaki duygu bağın veya dönemin koşullarının başarılı yansıtılması gibi üzerinde durulabilecek pek çok yönü olan filme başka bir boyuttan bakmak istiyorum. o da ana karakterin geçimini sağladığı iş. evi yurdu olmayan eski asker, gittiği kasabalarda grand tualet giyiniyor, özenle hazırlanıyor ve hangar gibi yerlerde toplanan insanlara cüzi bir miktar karşılığı etkili bir ses tonu ve teatral bir üslupla uzak diyarlardan haberler okuyor. çok ilginç bir iş!

    henüz ulaşımla iletişimin ayrılmadığı, bilgi akışının insanların beraberinde götüreceği bir hızda olduğu yıllar. şöyle söyleyeyim; bilginin yayılma hızı trenin götürebileceği kadar yani saatte taş çatlasın 40 km. gerçi o yıllarda telgraf devrim yaratarak bilginin yayılışında mekanı devreden çıkarmış ama henüz taşraya nüfuz edememiş demek ki.

    karakterin yaptığı işin açtığı ufuk üzerinden biraz kazı çalışması yapmayı deneyeceğim bakalım.

    gazete ilk çıktığı yıllarda herkesin satın alamadığı bir araç. çünkü çok pahalı. sadece abonelere dağıtılıyor, dolayısıyla sadece zenginler yararlanabiliyor. abone olmaya gücü yetmeyenler şehirlerde gazete okumak için kafelere gidip müşteri olarak o hizmetten yararlanabiliyor. (demek ki teksas'ın taşra kasabalarında da bu tip seyyar gazete okuyucuları varmış. aynı anadolu'da milli mücadele yıllarında köye gelen tek gazeteyi kahvehaneye toplanan ahaliye, okulda okumayı sökmüş bir çocuğun masanın üzerine çıkarak yüksek sesle okuması gibi.)
    sonraki yıllarda gazete sahiplerinden biri gazeteye reklam almayı akıl ediyor ve geliri artan, maliyeti düşen gazete ucuzluyor, günlük çıkmaya başlayan gazetenin zamanla tirajı artıyor ve böylelikle medya ortaya çıkıyor. kalite düşüyor, popüler kültür insanları esir almaya başlıyor.
    bu yargıya nasıl vardım peki? bunun cevabını neil postman televizyon* adlı eserinde amerikan tarihine dalarak uzun uzun anlatır, örneklendirir. ana fikri şöylece vermeye çalışayım:

    postman, amerika'nın entelektüeller tarafından kurulduğunu iddia eder. üzerinden 200 yıl ve bir de iletişim devrimi geçince o entelektüel damardan koptuklarını içi acıyarak eklese de bu iddiasını çeşitli örneklerle destekler. 1640 ile 1700 yılları arasında massachussets ve connecticut'ta erkeklerin yüzde 90'ı kadınların da yüzde 62'si okuma-yazma biliyormuş. 1776'da yayımlanan bir thomas paine kitabı üç ayda 100 binden fazla satmış. bugünün nüfusuna oranladığımızda çıkan bir kitabın üç ayda 10 milyon satması anlamına geliyor.

    1704'te yayımlanan boston news-letter, kıtada sürekli yayınlanan ilk gazete kabul ediliyor. güney eyaletleri okullaşmada ve matbaadan yararlanmada kuzeyin gerisinde kalmış, güney'de ilk gazete 1736'da çıkabilmiş.

    1800'lerde romancılar bugünün pop yıldızlarından veya ünlü futbolcularından daha çok ilgi görürmüş. walter scoot'ın yeni romanının piyasaya çıkması napolyon savaşlarından daha çok sansasyona neden olmuş. charles dickens 1842'de amerika'ya ziyarette bulunmuş, dickens'a yapılan karşılama töreni yeryüzünde herhangi bir kral ya da imparatora nasip olmayacak nitelikteymiş.

    abd'de sözlü geleneğin basılı yayın geleneğini pekiştirdiği yerler olarak konferans salonları öne çıkıyor. her tarafta halka açık konferanslar verilerek veya bu salonlarda tartışmalar yapılarak halk eğitiliyor. 1835'te 15 eyalette 3 binin üzerinde konferans salonu bulunuyormuş. 1853'te her köyün bir konferans salonu varmış. mark twain taşrada konuştuğunda 250 dolar, şehirlerde konuştuğunda ise 400 dolar alıyormuş ki bugünkü kura göre çok yüksek bir miktara denk geliyor.

    sözün özü; seyredilecek filmin, dinlenecek radyonun, izlenecek televizyonun, çalınacak plağın olmadığı şartlarda her türlü söylem basılı söz kanalıyla aktarılıyormuş ve bugünün aptal amerikan halkının büyük büyük dedeleri bu imkanın hakkını fazlasıyla vermişler.

    postman, 1858'de abraham lincoln ile stephen a. douglas arasında geçen yedi ünlü tartışmanın üzerinde çok duruyor. çünkü dönemin ruhunu yansıtması açısından çok çarpıcı. büyük salonlarda kalabalık bir kitle önünde argümanlarını sunmak üzere karşılıklı oturan siyasetçiler yedi saati bulan tartışmalar yapıyormuş. inanılmaz bir süre. bugün yedi saat bir tartışmayı takip edebilecek dikkat yoğunluğunu tahayyül etmek bile imkansız. prompter cihazı arıza verdiğinde susup kalan günümüz politikacılarını düşündüğümüzde yedi saat etkili ve edebi bir üslupla irticalen konuşabilmek de ayrıca düşünülmeyi hak ediyor
    bir de şu önemli tabi: douglas izleyicilere diyor ki; "sizin tutkularınızı ya da coşkularınızı ayağa kaldırmayı değil, yargı gücünüze, anlayışınıza ve vicdanınıza hitap ediyor olmayı çok isterim." bugün tamamen retorik ve hamasetle kitleleri etkileyen politikacılara aşina olanlar için çok ileri bir şey söylüyor.

    postman, yukarıda örneklerini verdiğim matbaa egemenliğindeki dönemi yorumlama çağı şeklinde tanımlıyor. yorumlama çağını öldürüp yerini alanı ise gösteri çağı olarak niteliyor.
    çağı değiştiren buluşun adı telgraf. eyalet sınırlarını ortadan kaldırıp kıtayı enformasyon şebekesiyle saran telgrafın, mucidi samuel morse'un dediği gibi kısa sürede "telgraf bütün ülkeyi bir mahalle haline getirecektir."
    haliyle telgraf bilgiyi bir meta haline getiriyor. telgraftan dört yıl sonra kurulan associated press'le birlikte insanlar enformasyon denizinde işine yarayacak bilgiyi bulmakta zorlanmaya başlıyorlar. hiçbir soruyu yanıtlamayan, yanıt hakkı da vermeyen bir enformasyon yağmuru.
    kitap mükemmel bir birikim taşıyıcısı, ağırbaşlı inceleme yeri, fikirleri düzenleyen bir analiz zemini iken telgraf sadece mesaj çakmaya yarayan, her biri yeni bir mesajla eskiyecek mesajlar iletmeye uygundu. sansasyonel başlık veya slogan diline sahip olan telgraf şeyler hakkında enine boyuna bilgi sahibi olmak için değil şeyleri duymuş olmak için vardı.

    uzatmayayım, sonra fotoğraf çıktı, telgrafla fotoğrafın düeti başladı. haberler fotoğraflandırıldı, sonra da işte, en yoksul evlerin bile vazgeçilmezi haline gelen aptallaştırma işleviyle telgrafı, radyoyu sulu dereye götürüp su içirmeden geri getiren televizyon çıktı...
  • çok başarılı bir film olmuş.
    seyir zevki yüksek bir film kesinlikle.
    baş rol oyuncuların uyumları, iletişimleri içimi ısıttı.
    ayrıca iç savaşların kazananının olmadığının da fazla kan revan'a ihtiyaç duymadan ve abartısız altını çizmişler.
  • film çok güzeldi diyemem amaann çöp olmuş bu yea da diyemem çünkü taş olurum.. çekim açıları, konusu ve dönemin iğrenç amerikaya yerleşen cahil ve kendi gibi olmayanlara acımayan insanları, capitan ı, o sarı tatlı kızı arasındaki bağı güzel anlatmış bence izlenir..puanım 7.5
    --- spoiler ---

    tom hanks in sesi çook güzel dill mi ya gel bize de gaste oku reyis
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap