• "parası da pulu da yerin dibine batsın,
    sen bana ben sana hasret mi öleceğiz?"

    ömrü boyunca hiç konuşmayıp sadece bu cümleyi kurmuş olsaydı da çok kıymetli olacaktı. ne güzel kadın, iyi ki var.
  • türk pop müziğinin nesidir sahiden bilmiyorum. konunun uzmanları nazan öncel'i koyacak bir yer bulur muhakkak.

    geçen gün spotify'da sokak kızı'nı bilmem kaç yüzüncü kez dinlerken, acaba albümün çıktığı tarih nedir diye bir bakayım dedim.

    1996!

    nazan öncel, sokak kızı'nı 1996'da çıkarmış. ben 14 yaşındayken. 90'lar pop'u yerlere göklere koyamıyoruz ama o dönemde dinleyip geçtiğimiz bir sürü şarkının aksine sokak kızı albümü döneminin çok ilerisinde, gayet protesttir, gayet asidir, gayet haklıdır. o vakte kadar şarkılarda anlatılan kadınlar (en azından benim duyduğum şarkılardaki kadınlar), aşık olur, aldatılır, ağlar, mağdur olur, hep aşık olur, hep aldatılır, bazen kaçar, bazen kovalanır... ama hayata dair tek derdi aşktır, en büyük meşgalesi aşık olmaktır, üstelik herkes gibi, hep aynı şekilde aşık olur, herkes gibi, hep aynı aşk acısını yaşar, herkesin birbirini unutması bile aynıdır. kimsenin kafası karışık değil gibidir, herkes kendisine çizilen sınırları aşmamaya yeminlidir sanki.

    nazan öncel dinleyene kadar bu böyleydi; kendimi yamuk, dünyayı düz sanıyordum.

    şimdi neredeyse 25 yıl geçmiş üzerinden. 25 yıldır yürüdüğüm yola çıkarken, kendim olurken yani, kafamın dikine dikine giderken, hayatı anlamaya çalışırken, sahiciliği her şeyin önüne alırken, ilk adımı atmamda nazan öncel'in çok hakkı var. ne kadar teşekkür etsem az.

    debe edit'i: sma tip 1 hastası, dünyalar güzeli ada bebek'in tedavisine destek olalım #104943672

    edit 2: (bkz: sma hastası ahmet alp'e yardım kampanyası)
  • önceki güzel entry'de kayahan'ın kendisinden bir serçe araç değerinde para alıp 6 ay içinde yeni beste vereceğini söyledikten sonra eski bir şarkısını vermeye çalıştığını, kendisinin bunu kabul etmediğini, kayahan'ın da parayı iade etmediği yazıyor.
    (bkz: #162676690)

    ben de bunu detaylandırmış olayım; kayahan'ın kakalamaya çalıştığı şarkı:

    bilgen bengü - gücenme (1983)
    https://www.youtube.com/watch?v=nlgfg8upcpw

    sonra da aynı şarkıyı kayahan - alınma ağlıyorsam adıyla 1989'da kendi albümünde okudu:
    https://www.youtube.com/watch?v=75qovuf7mfk

    kötü komşu insanı ev sahibi yaparken, kötü niyetli kayahan da nazan öncel'i nazan öncel yapmış bu şekilde.
  • hayatında çok tuhaf olayların olduğu şarkıcı.
    mesela; 9 yaşında babasının cinsel tacizine uğruyor. (bkz: demir leblebi) şarkısını yapıyor ve üvey babasının cinsel istismarını anlatıyor bir şarkıyla annesine.
    bu albüm ve şarkı hakkında hiçbir soruya cevap vermiyor sadece susuyor.
    magazincilerden bunalan nazan öncel sadece;
    "ağzımda zehirli bir tat vardı, ben de tükürdüm" diyerek bir daha konu hakkında hiç konuşmuyor.

    şarkının sözleri;

    ''kalbim kırık öleceğim
    bilmem ne halt edeceğim
    elimden alınan hayatım
    çalınan masumiyetim
    sıkılıyorsa biri kalkıp bir şey söylesin
    dokuz yaşında bir çocuk
    hayatı böyle tanıdı
    annesinin sütü
    babasının çükü
    bu çocuk senin kızındı anne''

    olaylar bununla da bitmek bilmiyor.
    kız kardeşi bir adamla evli, fakat adamı başka biriyle aldatıyor. bu olaylar olurken; eniştesi ile yakınlaşıyor nazan öncel ve bir süre sonrada daha önce enişte dediği adama aşık oluyor.
    şarkısız olmuyor tabiki bu hikayede.
    (bkz: gidelim buralardan) şarkısını yazıyor.
    bu şarkıda söylediği "beni geçirmeye kardeşim gelmesin, annesinin bir tanesini kimseler üzmesin" sözleriyle kız kardeşinin eşiyle sevgili olduğu, kardeşiyle küs olduğu yıllara gönderme yapıyor.
    böyle kaliteli şarkıların arkasında, bunca acı ve yaşanmışlık olmazsa yazılamıyormuş demek ki.
  • "insanın arkasında hiçbir pişmanlık bırakmadan yaşaması lazım. mühim olan adam gibi onurunla yaşayıp gitmektir bu dünyadan, eğilip bükülmeden... referansın neyse o kadarsındır.
    kış geliyor, ayacıkları üşümesin diye arabanın torpido gözünde mendil satan çocuklar için çoraplar bulunduran insanlardanız biz. dünyamız budur."

    kafasının içini, hayata bakışını sevdiğim kadın.
  • 1980'lerden beri muzik piyasasindadir nazan oncel, 1980'lerin basinda biraz da piyasanin etkisiyle arabesk bir kaset* cikarmis, 1981'de de ne hikmetsa sacma sapan bir sarki ile eurovision turkiye elemelerinde gozukmustur.
    1990'larda bu defa pop muzikle dondu. tum soz muziklerini kendi yazar. her albumde en az bir kac ilginc sarki olur, sirf onlar icin bile dinlenir. bir hadise var'da gitme kal bu sehirde, ikinci albumde benim favorilerimden geceler kara tren ve bu kacinci bahar vardi misal. ucuncu album goc zaten klasiktir. turk popunda pek de benzeri olmayan bir albumdur, ama tabii normal olarak hic satmamistir. demir leblebi sarkisini duyunca da sok olmustum. tamam delidir, dengesizdir falan diyordum, ama babasinin cinsel tacizini anlatacak bir sarki yapacak cesareti hic bir popcuda gormuyordum acikcasi.. zerrin ozer ugradigi tecavuzu, tv'de aglayarak anlatirken, nazan oncel daha artistik bir yol secmis, bunu sarkiya dokmustu, ve de ne guzel yapmisti..
    deliligi, lafini esirgememesi, bazi sozleri zaman zaman hesapli, zorlama gelse de turkce pop'ta dinlenecek uc bes kisiden biri, belki de en onemlisi..
  • güzel ablam mesela abd'de doğsaydın dünyanın dörtte üçü seni tanırdı. yine de dert etme biz seni seviyoruz.
  • nazan öncel 13 yaşında gitarı almıştır eline. izmirlidir. konak'ta, elhamra sinemasının köşesinde okuldan çıktıktan sonra gitar çalmakla başlamış sesini duyurmaya. bir grup kurmuşlar “çılgınlar” adında. maksat arkadaşlarla takılmakmış. annesi öğretmen, babası memur, "senin kızın sokakta, elinde de bir gitar, çalıp duruyor' diye şikayet etmişler nazan'ı. babası zaten gestapo gibi bir baba olduğu için hemen azarlamış kızını. ama o isyankar fıtratını dinleyip devam etmiş bir “sokak kızı” olarak gitarını çalmaya.

    o zamanlar elhamra sinemasına bornova'daki mimarlık, mühendislik okullarının öğrencileri gelirdi. sinemanın yanında da milli kütüphane vardı. oraya da çok gelip giden olurdu. bu tip insanlar sokakta gitar çalan genç nazan'ı dinlemekten keyif alıyordu aslında. nazan öncel o zamanlar aşık veysel, hümeyra, selda, erkin koray, orhan gencebay dinliyordu. yaşadığı evde iki zıt kutup vardı. ablası erol büyükburç hastasıydı, kendisi ise jim morrison ve jimi hendrix. ayrıca pink floyd da, severek dinlediği gruplardandı. ablası ve büyükannesiyle aynı odayı paylaşıyordu. odanın bir duvarında erol büyükburç posterleri, bir duvarında da kendisinin astığı deep purple'ların posterleri vardı. büyükannesi sabahleyin erkenden namaza kalkardı. kadıncağız namaz kılarken bir duvara döndürüyor kafasını erol büyükburç, diğerine döndürüyor deep purple, kıyametleri koparıyordu.

    dört kardeştiler. ailede üç kız çocuk büyütmenin bir sıkıntısı da vardı tabii… üç kız, bir erkek, dört kardeş. annesi çok daha iyiydi, çok ılımlıydı, arkadaş gibiydi kendisiyle. babanın gözbebeği nazan'dan dokuz yaş küçük erkek kardeşiydi. baba aslında muhafazakâr değildi ama bir şekilde hep kollamaya çalışıyordu kızlarını. daima okula çok yakın bir ev tutardı. okul zili çalındığı zaman, beş dakika içerisinde evde olmak zorundaydı kızlar. genç nazan faytonların arkasına takılmayı çok severdi, karşıyaka'nın faytoncuları genellikle şarapçıydı. okuldan çıkar çıkmaz faytoncunun yanına zıplar, evin bir sokak aşağısına kadar gelir, sonra da oradan yürüyerek gelmiş gibi eve girerdi. bazen babasına yakalandığı da olurdu. bir şekilde aldırmıyordu. ama bir keresinde evde sigara içerken yakalandı babasına. önce bir reaksiyon göstermedi babası. “tamam, yırttık” diye düşündü nazan. sonra yanına çağırdı babası, sigara almaya yolladı. “aç bakalım paketi” dedi. açtı, bir tane babasına tuttu. “şimdi bir tane de kendine yak” dedi babası. “ne güzel, babamla karşılıklı sigara içeceğiz diye” düşündü nazan. o paketi “bir tane bana ver, bir tane de kendine yak” diye diye bitirdiler. böyle baştan sona bir paket boyunca eylem devam etti. çin işkencesi gibi bir süreçten sonra, babası nazan'a allah ne verdiyse girişti. “sen bunu nasıl yaparsın, gebereceksen şimdi geber” diye bağırıyordu...

    nazan öncel kız çocuk olmanın rahatsızlıklarını çok yaşadı. bir kız arkadaşının abisinin 59 chevrolet'siyle okulun önüne kadar gittiği için okulda disiplin cezası alan ilk kız öğrenci olmuştu. evde de aynı şey... annesi okula, babası işe giderdi. müzik gruplarının prova yapacak yeri yoktu. çocuklar alırdı gitarlarını, evde prova yapardı. üst katta da ev sahibi oturuyordu. bir gece uyurken, üst kattan teneke çalmaya başladılar: "çıkın buradan, gidin, defolun” diye bağırıyorlardı. nazan öncel o gün babasının üzüntüsünü hiç unutmadığını söyler. yıkılmış, harap olmuş adam... “teneke çalmak ne demek yaa! gelin, kapıyı çalın, sizin kızlarınız erkekleri eve getiriyor deyin, açık açık söyleyin” diye isyan etmiş baba.

    karşıyaka'da, kling diye bir mekan vardı o zamanlar. oraya takılmak nazan ve arkadaşlarının en büyük lüksüydü. rock dinleyenler, biraz “sallanmak" isteyenler giderdi. en büyük mutluluk buydu onlar için. kling'de sadece plak çalınıyordu, canlı müzik yoktu. gece kulüplerinde de yaş haddi 21'di o zaman. kapıdaki adama bir paket sigara verip içeri giriyorlardı. nazan öncel ve grubu düğün salonlarında çalıyordu. oralarda da iki-üç ingilizce parça söylüyorlarsa, diğerlerinin mutlaka türkçe ve popüler şeyler olması gerekiyordu. yoksa para kazanamıyorlardı. genellikle folklorik parçalar söylüyorlardı. orkestrayı nazan öncel kurdu. bir klavye, iki gitar, bir de davulları vardı. nazan öncel aynı zamanda solistti. çılgınlarca kazandığı ilk parayla dual bir pikap aldı kendine. kemeraltı'nda bir mağaza vardı. oradan alırdı 45'likleri. bunu da babasından gizli yapardı. onun evde olmadığı saate denk getirip halil rıfat paşa'dan kemeraltı'na kan ter içinde yürürdü, 45'lik sahibi olmak için... çok da güzel bir arşivi vardı. 78 senesinde bir hırsız girdi eve. her şeylerini çaldı, bir don gömlek kaldılar. nazan en çok 45'liklerine yandı. öyle ya, harçlıklarını biriktirip almıştı hepsini.

    izmir fuarı'nda dalıp dalıp çıkıyordu sanatçıların kulislerine. grup doğuş diye bir orkestra vardı. elemanlardan biri büyük dayısıydı. "dayı” dedi nazan, "niye bana şarkı söyletmiyorsun, beni süründürüyorsun?” “sen çok küçüksün” dedi dayı. "sen çıkarmazsan ben çıkıp söylerim” dedi nazan. bir gün fuarda zıplayıverdi sahneye, iki şarkı söyledi. kimse keşfetmedi kendisini, nazan öncel kendi kendisini keşfetti. tam bir fuar kuşuydu. düşünsenize cem karaca bir tarafa gelmiş, barış manço öbür tarafa gelmiş.

    nazan öncel doğduktan sonra babası tam 37 gün eve uğramamış, "kız bebek” demişler, isimsiz kalmış. sonra hiç tanımadığı bir insanla tamamen görücü usulü evlenmiş. kendisini istedikleri tarihten tam 37 gün sonra evlenmiş. 18 yaşına girdikten 37 gün sonra anne olmuş. böyle üç tane 37 sayısının mihenk taşı olduğu bir durum vardır hayatında.

    nazan öncel müzikte ismini duyurmaya başlayınca durumlar birden değişir. ailesi iftihar etmeye başlar kendisiyle. “biz sana ne kadar baskı yaparsak yapalım, sen bunu yapmayı kafana koymuştun” derler. evlilik döneminde eşine de söyler, "ben bunu yapmaya kararlıyım, evlenişimin de tek amacı bu zaten” diye açık açık söyler. özgür olmak için evlenmiştir. zaten kötü bir evlilik yapmıştır. kendi özverileriyle 12 sene sürer evliliği. babası sonradan anlar: “benim baskım sonucu sen böyle bir evlilik yaptın, hayatının onca senesinde sırf müzik yapabilmek adına böyle bir insana katlandın” diye kendini suçlar babası. belki 30 yaşından sonra değil de, 18 yaşından sonra arzu ettiği yere gelebilecekti nazan öncel. ama kendisi için hiçbir şey için geç değildi.

    78'de 45'liği çıktı. trt farklı bir renk olsun diye televizyona çıkardı kendisini. birkaç kere çıktı televizyona... 82 senesinde longplay çıkardı. arabesk kıyısında bir albümdü. yine kendi şarkılarıydı ama abuk sabuk şeylerdi. denetimin kurbanı oldu, bir tanesi bile geçmedi denetimden... 87 senesinde çıkıp geldi istanbul'a. kaset dönemi başlamıştı, bir kasetle daha şansını denedi. gene tutmadı. çevresindeki herkes ümidini kesmişti kendisinden. “sen bir şey yapamayacaksın, senden bir halt olmaz” dediler.

    beste yaparken çoğunlukla çocukluğundan gelen müziklerden feyz aldı. kelimelerle oynaşmayı çok seviyordu. bir öyküde bir kahraman yaratır, ona aşık olur, geceleri rüyalarına girer... böyle böyle düzyazıyla uğraşırken söz yazmaya başlar. bir de şöyle bir şey yaşar. kayahan'a gidip bir şarkı ister. “kaç senedir müzik yapıyorsun, sen de süründün, ben de süründüm” der kayahan'a. “bu işler şans işi, senin bir tane doğru dürüst şarkıya ihtiyacın var" der. yedi tane şarkı dinletir kayahan'a. kayahan'ın cevabı oldukça kırıcı olur. "bu şarkıların hepsi çöp” der. nazan öncel bir daha dinler, kendisi de aynı tepkiyi verir: “hakikaten de çöp!” kayahan nazan öncel'e “esmer günler”i dinletir. çok beğenir, “bana verir misin” der. onu nilüfer'e söz vermiştir ama “sana başka bir şarkı yaparım” der. o zamanın parasıyla dört milyon verir kayahan'a. beste filan yok daha ortada. üç buçuk milyona bir serçe otomobil alınan zamanlar. “altı ay sonra besteyi vereceğim, sen şimdi gir stüdyoya, egzersizler yap” der. parasını verdiği besteyi alabilmek adına gidip gelir haftada iki gün. neticede besteyi alamaz.sonunda telefon açıp “ben bu defteri kapatıyorum” der kayahan'a. çünkü eski bir bestesini vermeye kalkar kendisine. o kızgınlıkla oturur, yeni şarkılar yazar. bu olay keskin bir bıçak gibi biler kendisini. “paraları sokağa atacağına, ağlayıp sızlanacağına otur kendin doğru dürüst bir şeyler yaz” diye içerler, fena gaza gelir. kayahan'a verdiği parayı da geri alamaz bu arada.

    ilk albüm bir milyon iki yüz bin satar. ikinci albümde bu rakamı geçebilir miyim diye baktığında bir korku sarar kendisini. ikinci albüm 500-600 bin satar, yine fena değil diye düşünür. ama bakar ki bir hatası var. “ne yapıyorum ben” diye söylenmeye başlar. insanları etkileyecek miyim, etkilemeyecek miyim diye korkar. bu panikle albüm yaptığı zaman hesaplı olduğunu, hesaplı olmanın da istemediği şeyleri yapmaya götürdüğünü fark eder. üçüncü albümde oturup kendi kendine düşünür. farklı bir şey olmalı der, unplugged bir albüm yapmayı tercih eder. “göç” albümü sadece gitar ve perküsyondan oluşan bir albümdür. “sokak kızı” albümünün de sinyallerini vermek ister. kazanılmış kitlenin dışındakileri kazanmak arzusundadır. moda olabilecek tek bir şarkı bile koymaz içine. “göç” düşündüğü gibi bir albüm olur, çok fazla rağbet görmez, satmaz ama dışarıda 20 ülkenin radyolarında iki ay boyunca yayınlanır. dünyada bir sürü radyoya kabul edilir. listelere falan girmez ama o radyolarda yayınlanma şansını yakalar. öte yandan önceki albümlerini de kesinlikle aşağılamaz. 20 sene sonra emeklerinin karşılığını o albümlerle almıştır çünkü. biraz popüler olunca içinde bulduğu pop ortamından haz etmez. hep vitrinin önünde olmak gerekir bu ortamda. yüz tane kokteyl daveti gelir, bir tanesine çok uygun görürse gider. kendisini hiçbir zaman için o insanlardan biri gibi görmez.

    bir dönem kendisini sezen aksu'ya benzetirler. bundan rahatsız olur. yeni çıkan birisini mutlaka bilinen birisine yamamaya çalışmanın bir sonucu olarak görür bunu. halbuki ne vokabüleri benzer, ne de ortak bir şey vardır yaptıkları müzikte. komik bulur bu benzetmeyi... sezen aksu'nun yaptığı müzikler onun yaptığının çok dışındadır. hep direkt anlatımlar vardır şarkılarında. kendi kalemidir bu. mesela “n'apçaz şimdi, yatçaz şimdi”yi yazdığı zaman saat gece dört filandır. kanepede oturur, gözünden uyku akar ama bir taraftan da durmadan gitar çalar, yazar. iyice uykusu gelir, “n'apçaz şimdi, yatçaz şimdi, gidip de banka soyacak değiliz ya” deyiverir. kayıt teybini kapatır, yatar. ertesi sabah dinlediğinde "a, ne hoş bir şey yazmışım” der. belden aşağı algılanır. aforoz edilme korkusu yaşar. “türkiye böyle bir vokabülere alışık değil, dışlanırsın” derler. “ben düşündüğümü söyleyemeyeceksem, niye yazıyorum” diye kendi kendine sorar. ve yoluna aynen devam eder. “gitme kal bu şehirde”yi istanbul'a geldikten sonra yazmıştır. herhangi bir sevgiliye dair bir şarkı değildir. gitarı alır eline, öyle bir his gelir, yazar. “gidelim buralardan"ı yazdığında da sadece erkek kardeşine kırılmıştır, o öfkeyle çıkar o şarkı. bir gün gelir masaya vurur, bir şeyler söyler erkek kardeşi. hiç sesini çıkarmaz nazan öncel, bayağı kırılır. atlar arabaya bebek'e gider, hatta yokuştan inerken kendi kendine şunu sorar: “arabayı denize mi sürsem?” eve döner, yatak odasına girip ağlar ve gitarı alıp bir anda “gidelim buralardan”ı çalmaya başlar. zaten şarkıda da yakalarsınız bunu: “beni geçirmeye kardeşim gelmesin” der. evin gözde erkek çocuğudur kardeşi: “annesinin bir tanesini kimseler üzmesin.”

    edebiyatla ilişkisini bir okur olarak oğlu doğduğunda keşfeder. erken evlenip anne olduğundan üniversiteye gidemez. üniversitede okuyan arkadaşlarının yanına gider, kampüslere girer, hiç olmazsa o havayı solumak için... açığını kapatabilmek için bayağı bir okuma kompleksi gelir, ilk önce klasikleri devirir, sonra şiirlere yönelir. adım adım gelişir her şey. albert camus'yü takip eder. çehov'u, brecht'i okur. karacaoğlan'dan yunus emre'ye, nâzım'dan yaşar kemal'e sevdiği birçok yazar vardır artık. çağdaş ozanlardan da küçük iskender'i ve şiirleriyle, öyküleriyle murathan mungan'ı takip etmeye çalışır.

    politikadan uzak durur. yaklaşımı “sokarım politikana” tadındadır. kendisini aşan şeyler diye düşünür, ilk eşinin kız kardeşi üniversitedeyken bayağı ağır boyutlu şeyler yaşamıştır siyasi kaostan ötürü… topluca alınıp içeri götürülmüşlerdir. zülfü livaneli kasetlerinin bile gizli kapaklı alıp dinlendiği zamanlar. nazan öncel'in bazı siyasal gruplarda arkadaşları vardır. sadece kitap okudukları için içeri girip çıkan insanlar. onların renklerini, ideolojilerini bilir, onları dinler, ortamlarında bulunur ama fikir yürütmez. böyle bir politik atağının olmasını hiç istemez açıkçası.

    esktra bir bilgi: 1961'de beş yaşındayken "acı tesadüf” isimli bir filmde oynamıştır fikret hakan'la beraber. karşıyaka'da çekilir film. rol gereği, oyuncak trenler verirler küçük nazan'a, onlarla oynar. o planları çektikten sonra haliyle trenleri geri alırlar, “şimdi de şu merdivenlere otur da ağlıyormuş gibi yap” derler. zembereği boşalmış saat gibi başlar ağlamaya. “bu çocuk inanılmaz bir yetenek, bunu istanbul'a götürelim” diyenler olur. oysa sadece trenleri elinden alınmasına ağlar küçük nazan. o an onları oradan çalıp kaçmak gelir içinden. içindeki o çocuk ölmemiştir hala. bugün de elinden alınanlara isyan eder, ama ağlamak yerine gitarını alır eline.
  • şemsiye gibi bir kadın bu, yağmur yağdığında açılası..
hesabın var mı? giriş yap