• sonradan ünlenmiş ya da popüler kültürün öğütülecek bir başka unsuruymuş gibi her açıklaması ayrı bir tartışma konusu oluyor. işin ilginç kısmı ise söyledikleri ile kendisine yöneltilen eleştirilerin alakasız olması. marvel'ı eleştirdikten sonra derdinin tam anlaşılmadığını görünce oturup elli paragraflık makale yazdı. ''marvel sinema değil dedim, çünkü izleyiciye sundukları bildiğimiz anlamıyla sinema ile bağdaşmıyor. kâr ve tüketim amaçlı, sanatsal kaygıları olmayan yapımlar.'' diyerek, demek istediğini tane tane açıkladı. üstelik aynı makalede ''yaşım genç olsaydı muhtemelen bu filmlerden ben de çekerdim'' de diyordu. dediklerinde yanlış bir kısım olmadığı gibi, uzun uzun açıklama yapma nezaketini göstermişti. buna rağmen anlaşılamadı ya da anlaşılmak istenmedi ve hâlâ ''marvel filmleri çok gişe yaptığı için kıskanıyor'' cümlelerindeki özne olmayı sürdürüyor.

    birkaç gün önce de joker'i izlemediğini söyledi. bunun basındaki yansıması ''joker'i izlemeye gerek duymadım'' şeklinde oldu. bu haliyle de joker'i kötülemeye ve yermeye, vakit harcanıp izlenecek bir film olmadığını söylemeye çalışıyormuş gibi algılandı. öyle değil tabi. halbuki baba, joker'in yapımcılığını üstlenmeyi dahi düşünmüş ve senaryosu üzerinde çalışıp okumalar yapmış. ancak daha sonra kişisel nedenlerden ötürü vazgeçmiş. bu kişisel nedenler joker'in ne kadar karanlık ve ciddi olursa olsun, bir çizgi roman karakteri olmasıyla alakası olabilir.

    üstelik filmin ilham aldığı ve delicesine beslendiği iki başyapıt taxi driver ve the king of comedy zaten scorsese'nin filmleri. bu konuda da guardian'a verdiği röportajda ''o filmlerden ilham almasından çok etkilendim'' diyor zaten. bütün bunları göz önüne alınca açıklamasının aslında joker'i yerme amaçlı olmadığı anlaşılıyor. ''kısa klipler izledim. filmi biliyorum. öyleyse neden izleyeyim? anladım, güzel.'' diyor. aynı röportajda ''parasite'ı izledim ve beğendim ama hala izlemem gereken çok film var'' da diyor. yani joker, kendisinden izler taşıdığı için özellikle soruluyor, ama bir yandan izlemediği birçok filmden biri. eleştirilmek ile bağlamından koparılmış açıklamalardan doğan alakasız eleştirilerin muhatabı olmak bambaşka durumlar. scorsese son dönemlerde ikincisini yaşıyor.
  • martin scorsese daha 11 yaşında iken zihninde, antik roma'da geçen kurgusal bir kraliyet hikayesi olarak tanımladığı ilk filmini yapmayı düşledi. öyle ki marlon brando, richard burton, virginia mayo ve alec guinness gibi isimlerin başrolde oynadığı bir filmin hayali idi bu, 11 yaşında bir dizi kurşun kalem ve boya kalemiyle storyboardlar çizdi.

    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
    görsel
  • kizilderili katliamini beyazlarin ve tabii ki amerikalilarin gozune soka soka ve fakat ilmek ilmek isleyen; birileri gibi oscar kazanmak ugruna endustriyi yonlendirmeyen, pek tabii kulisi olmayan; (bkz: the irishman) ile tek bir oscar dahi verilmeyen ve bugun, (bkz: killers of the flower moon) gibi bir basyapitla oscar kazanamayan, hos, umrunda da pek olmayan yasayan en ama en onemli yonetmendir.

    ustat, senden raziyiz ve cok seviyoruz. iyi ki varsin. o pembe gotlu akademi uyeleri de kendileri calip oynamaya devam edebilirler.
  • scorsese benim için yalnızca yaşayan en büyük sinemacı değil aynı zamanda bir sinema hocası. bu sebeple röportajlarını, söyleşilerini, makalelerini, film listelerini takip ediyorum. sinemaya ilgisi olan ve yönetmenin sinemaya ve hayata bakışını görmek isteyen kişilerin işine yarayabileceğini düşünerek paylaşmaya karar verdim. pek fazla olmasa da çevirilerini bulduklarımı da ekledim.

    bunca yıllık kariyerde röportajlar ve söyleşiler bu kadar olamaz elbette, o yüzden ucunu açık bırakacağım. burada olmayan söyleşi ve röportajlardan haberdar oldukça eklemeye devam edeceğim.

    empire dergisin'de yayınlanan, ''marvel sinema değil'' dediği ve yeşil kartoncuları ağlattığı meşhur röportaj.
    https://www.empireonline.com/…n-scorsese-interview/
    yazının açıklamasını yaptığı yazısı:
    https://www.nytimes.com/…artin-scorsese-marvel.html
    yazının türkçe çevirisi:
    https://www.ekdergi.com/…dim-aciklamama-izin-verin/

    harper's magazine için kaleme aldığı federico fellini yazısı:
    https://harpers.org/…erico-fellini-martin-scorsese/
    yazının türkçe çevirisi:
    https://altyazi.net/…ini-ve-sinemanin-kayip-buyusu/

    1993 yılında scorsese'nin kırmızı çizgisi fellini başta olmak üzere bazı arthouse film yönetmenlerinin eleştirildiği bir yazıya verdiği cevap:
    https://eksiseyler.com/…elestirenlere-verdigi-cevap

    the guardian'a vertigo'nun neden önemli bir film olduğunu yazdığı yazı:
    https://www.theguardian.com/…/mar/05/martinscorsese

    new york film festivali'nde, gişe hasılatıları üzerinden genel olarak sinemadaki ''rakam takıntıları''nı eleştirdiği konuşması ve yazıya dökülmüş hâli:
    https://www.theguardian.com/…e-takings-is-repulsive

    godard'ın vefatının ardından kaleme aldığı yazı:
    https://www.cahiersducinema.com/…d-is-perhaps-dead/
    yazının türkçe çevirisi:
    https://filmhafizasi.com/…ese-godard-belki-de-oldu/

    ray liotta'nın ardından yazdığı duygu yüklü yazısı:
    https://www.theguardian.com/…ous-disarming-innocent

    andrew pulvar'a verdiği röportaj:
    https://www.theguardian.com/…-last-picture-ill-make

    new york times için verdiği ve birçok konuya değindiği dopdolu bir röportaj:
    https://www.nytimes.com/…tin-scorsese-irishman.html

    1987 yılına ait bir röportaj:
    https://www.interviewmagazine.com/…-martin-scorsese

    1988 yılına ait bir röportajı:
    https://www.filmcomment.com/…-temptation-of-christ/

    1990 yılından, goodfellas üzerine bir röportaj:
    https://scrapsfromtheloft.com/…ew-1990-gavin-smith/

    yine 1990 yılına ait rolling stones röportajı:
    https://www.rollingstone.com/…one-interview-192568/

    the irishman için verdiği doğal olarak the irishman ağırlıklı röportaj:
    https://www2.bfi.org.uk/…hman-sight-sound-interview

    paul schrader'ın da dahil olduğu 1976 yılından robert ebert röportajı -veya sohbeti:
    https://www.rogerebert.com/…ew-with-martin-scorsese

    robert ebert ile 2002 yılından bir başka röportaj:
    https://www.rogerebert.com/…s-all-here-for-scorsese

    robert ebert scorsese'yi darlamaya devam ediyor:
    https://www.rogerebert.com/…s/bringing-out-scorsese

    andrew garfield'ın anlamsız ve alakasız garip pozları eşliğinde silence ağırlıklı röportaj:
    https://www.hollywoodreporter.com/…-silence-953300/

    2010 yılında vanity fair'e verdiği röportaj:
    https://www.vanityfair.com/…/proust-scorsese-201003

    2004 yılına ait başka bir röportajı:
    https://www.ign.com/…2/18/interview-martin-scorsese

    senaryo yazmak isteyenler için verdiği 10 tavsiye:
    https://nofilmschool.com/…ting-tips-martin-scorsese

    farran smith nehme ile yaptığı 40 dakikayı aşkın sohbet:
    https://www.youtube.com/watch?v=qwfwiu-d36e

    al pacino, de niro, pesci ve scorsese'nin the irishman üzerine gerçekleştirdikleri kısa sohbet:
    https://www.youtube.com/watch?v=p3awjdwwxdc

    todd phillips, martin scorsese, greta gerwig ve noah baumbach dörtlüsünün bir saati aşkın sohbetleri:
    https://www.youtube.com/watch?v=4iltjmwkolg

    burada da the wolf of wall street ekibi filmi tartışıyorlar:
    https://www.youtube.com/watch?v=dbdsow1cljm

    fran lebowitz ile after hours üzerine yaptıkları sohbet:
    https://www.youtube.com/watch?v=pu8wx0rwkqw

    2006 yılında jim jarmusch ile yaptıkları yaklaşık yarım saatlik söyleşi:
    https://www.youtube.com/watch?v=xy3zzdqhww8

    coppola ve scorsese ile birlikte gerçekleştirilen yaklaşık bir saatlik sohbet:
    https://www.youtube.com/watch?v=jbqjdbknz6s

    edgar wright'ın martin scorsese ile gerçekleştirdiği bir buçuk saatlik söyleşi:
    https://www.youtube.com/watch?v=l-4ulfddysu

    gq youtube kanalında filmlerini kısa kısa anlattığı video:
    https://youtu.be/8szakdlwp-m?si=rvfcwdz-59hngswf

    kendi ailesi ile bir gününü kameraya aldığı italianamerican filmi:
    https://www.youtube.com/watch?v=pcwunfmf0ti

    bbc radio'da the irishman ağırlıklı, ama başka konulara da kısaca değindiği ve marvel'a saplamadan bırakmadığı kısa söyleşi:
    https://www.youtube.com/watch?v=7oq7hebqbim

    1996'da conan o'brian'a konuk olduğu ve o'brian'ın soluk almadan taxi driver'ı sorduğu 6 dakikalık video:
    https://www.youtube.com/watch?v=ps5lc9vmkxq

    scene by scene'deki martin scorsese bölümü:
    https://www.youtube.com/watch?v=5lbmugnfdai

    ***

    yönettiği filmler/belgeseller dışında, sinemacı kimliği ile konuk olduğu belgeseller de var. en sevdiklerim bunlar oluyor zaten. ''şu sahneyi/şu filmi çok seviyorum...'' diye anlatmaya başlayınca hemen kağıdı kalemi alıp not almaya başlıyorum.

    the magic of fellini, carmen piccini, 2002
    stanley kubrick a life in pictures, jan harlan, 2001
    mifune the last samurai, steven okazaki, 2015
    trespassing bergman, jane magnusson & hynek pallas, 2013
    cameraman the life and work of jack cardiff, craig mccal, 2010
    spielberg, susan lacy, 2017
    directed by john ford, peter bogdanovic, 1971
    hitchcock/truffaut, kent jones, 2015

    belgeseller de bu kadar değil. bazılarını bulamadım, bazılarının adı var kendileri yok. buldukça ekleyeceğim.

    ****

    scorsese önderliğinde kurulan world cinema foundation tarafından kurtarılan veya restore edilen ve sinemaseverlere sunulan filmlerin listesi:
    https://en.wikipedia.org/wiki/world_cinema_project
    burada da scorsese'nin seçkisi yer alıyor:
    https://letterboxd.com/…d-cinema-project-criterion/

    ***

    125 filmlik favori filmler listesi:

    the infernal cakewalk (1903)
    secrets of the soul (1912)
    the four horsemen of the apocalypse (1921)
    nosferatu (1922)
    dr. mabuse the gambler (1922)
    metropolis (1927)
    napoleon (1927)
    the power and the glory (1933)
    it happened one night (1934)
    mr. deeds goes to town (1936)
    la grande illusion (1937)
    mr. smith goes to washington (1939)
    stagecoach (1939)
    the roaring twenties (1939)
    the rules of the game (1939)
    citizen kane (1941)
    how green was my valley (1941)
    sullivan’s travels (1941)
    cat people (1942)
    arsenic and old lace (1944)
    rome, open city (1945)
    children of paradise (1945)
    duel in the sun (1946)
    gilda (1946)
    a matter of life and death (1946)
    paisan (1946)
    beauty & the beast (1946)
    the lady from shanghai (1947)
    t-men (1947)
    i walk alone (1947)
    the red shoes (1948)
    germany year zero (1948)
    force of evil (1948)
    la terra trema (1948)
    macbeth (1948)
    raw deal (1948)
    bicycle thieves (1948)
    caught (1949)
    the third man (1949)
    stromboli (1950)
    the flowers of st. francis (1950)
    gun crazy (1950)
    night and the city (1950)
    an american in paris (1951)
    the river (1951)
    ace in the hole (1951)
    the magic box (1951)
    the bad and the beautiful (1952)
    europa '51 (1952)
    othello (1952)
    umberto d. (1952)
    ikiru (1952)
    the band wagon (1953)
    house of wax (1953)
    julius caesar (1953)
    pickup on south street (1953)
    ugetsu (1953)
    tokyo story (1953)
    dial m for murder (1954)
    journey to italy (1954)
    senso (1954)
    seven samurai (1954)
    sansho the bailiff (1954)
    all that heaven allows (1955)
    kiss me deadly (1955)
    the searchers (1956)
    forty guns (1957)
    sweet smell of success (1957)
    some came running (1958)
    touch of evil (1958)
    vertigo (1958)
    ashes and diamonds (1958)
    big deal on madonna street (1958)
    shadows (1959)
    the 400 blows (1959)
    peeping tom (1960)
    rocco and his brothers (1960)
    shoot the piano player (1960)
    breathless (1960)
    l’avventura (1960)
    the hustler (1961)
    one, two, three (1961)
    cape fear (1962)
    the trial (1962)
    two weeks in another town (1962)
    salvatore giuliano (1962)
    il sorpasso (1962)
    america, america (1963)
    jason and the argonauts (1963)
    the leopard (1963)
    shock corridor (1963)
    high and low (1963)
    8½ (1963)
    the fall of the roman empire (1964)
    band of outsiders (1964)
    before the revolution (1964)
    the rise of louis xıv (1966)
    blow-up (1966)
    weekend (1967)
    faces (1968)
    2001: a space odyssey (1968)
    death by hanging (1968)
    midnight cowboy (1969)
    the butcher (1970)
    m*a*s*h (1970)
    the american friend (1970)
    klute (1971)
    mccabe & mrs. miller (1971)
    the merchant of four seasons (1971)
    the godfather (1972)
    aguirre, the wrath of god (1972)
    the conversation (1974)
    ali: fear eats the soul (1974)
    the enigma of kaspar hauser (1974)
    the messiah (1975)
    nashville (1975)
    kings of the road (1976)
    apocalypse now (1979)
    the marriage of maria braun (1979)
    health (1980)
    heaven’s gate (1980)
    mishima (1985)
    born on the fourth of july (1989)
    do the right thing (1989)
    the player (1992)
    kaynak

    biraz daha güncel ve biraz daha farklı 65 filmlik bir liste:
    https://www.indiewire.com/…loren-stephen-boyd-1964/

    favori ingiliz filmlerini yazmıştım buraya:
    #121608189
    ıvır zıvır kısımlar hariç filmler şöyle:

    shooting stars (1928) – anthony asquith
    brief ecstasy (1937) – edmond t. greville
    went the day well? (1942) – alberto cavalcanti
    the man in grey (1943) – leslie arliss
    this happy breed (1944) – david lean
    halfway house (1944) – basil dearden
    madonna and the seven moons (1945) – arthur crabtree
    pink string and sealing wax (1945) – robert hamer
    dead of night (1945) – anthology
    the seventh veil (1945) – compton bennett
    green for danger (1946) – sidney gilliat
    it always rains on sunday (1947) – robert hamer
    hue & cry (1947) – charles crichton
    uncle silas (1947) – charles frank
    to the public danger (1948) – terrence fisher
    the queen of spades (1949) – thorold dickinson
    so long at the fair (1950) – terrence fisher
    the blue lamp (1950) – basil dearden
    stolen face (1952) – terrence fisher
    sound barrier (1952) – david lean
    mandy (1952) – alexander mackendrick
    four sided triangle (1953) – terrence fisher
    the good die young (1954) – lewis gilbert
    the quatermass films (1955 – 1979) – roy ward baker
    yield to the night (1956) – j. lee thompson
    nowhere to go (1958) – seth holt
    the snorkel (1958) – guy green
    sapphire (1959) – basil dearden
    the flesh of the fiends (1960) – john gilling
    scream of fear/taste of fear (1961) – seth holt
    these are the damned (1961) – joseph losey
    the innocents (1961) – jack clayton
    burn witch burn (1962) – sidney hayers
    station six-sahara (1963) – seth holt
    the mind benders (1963) – basil dearden
    the nanny (1964) – seth holt
    guns at batasi (1964) – john guillermin
    the pumpkin eater (1964) – jack clayton
    a high wind in jamaica (1965) – alexander mackendrick
    plague of the zombies (1966) – josh gilling
    the devil rides out (1968) – terence fisher
    whistle and ı’ll come to you (1968) – jonathan miller
    underground (1970) – arthur h. nadel
    dr. jekyll and sister hyde (1971) – roy ward baker
    the asphyx (1972) – peter newbrook
    legend of hell house (1973) – john hough
    vampyres (1974) – jose ramon larraz
    the lonely passion of judith hearne (1987) – jack clayton

    burada da favori korku filmleri var:
    https://www.theguardian.com/…s-the-haunting-shining
  • oscar heykelcigini francis ford coppola, george lucas ve steven spielberg uclemesinden almis kisi. sahnenin arkasina cekilirken de yolda jack nicholson ile karsilasip kucaklasti, kendimizi kucuk bocekler gibi hissettik.
  • yaşayan en büyük 3 yönetmenden biri.(diger ikisinin ne önemi var? o kadar kasmayin en az 20 yönetmene daha bunu diyebilir övgünüzü dile getirebilirsiniz.)
  • kendisinden acting for directors dersini aldigim hocamdir. nyu nun tartismasiz en prestijli hocasidir. ustelik oyle bilkentte hocalik yapan ilber ortayli gibi derse yilda 2 kere gelmedi, her hafta dersine girdi. bir keresinde ucaginin ertelenmesinden dolayi derse gelemediginden kendi elinden tum ogrencilerine ozur yazisi maili atti. derse sadece kayitli ogrencileri girebilir ve zaman zaman ogrencilere isimleri ile hitap eder. ben hic bir zaman akilda birakacak bir yorum yapamadim ondan benim adimi hatirlamaz sanirim. soyle der '' iki tip seyirci vardir, filmleri izleyenler ve filmlerden anladigini sanarak izleyenler. filmlerden anladigini sananlar filmi yonetmenin gozunden gormeye calisirlar ve elestiri ararlar hatta bulurlar, oysaki yonetmenler de izleyecinin gozunden filmi cekmek isterler ve bunun icin ugrasirlar. siz (bizi gosterir) ya izleyici olun ya da izleten, filmlerden anladigini sananlar gibi ikisinide beceremeyen olmayin.''
  • sinemaya hastalık derecesinde aşık olan efsane yönetmen.

    1993 yılında new york times'ta, federico fellini'yi ve diğer bazı yabancı filmleri "zorlayıcı" olmakla eleştiren bir makale yayımlanır. martin scorsese de buna yanıt olarak kendilerine sağlam bir cevap mektubu gönderir.
    aşağıda mektubun orijinali ile beraber, tarafımdan türkçeye "çevrilmeye çalışılmış" halini de bulabilirsiniz.

    ny times'taki yazı
    scorsese'nin cevabı
    mektubu gördüğüm kaynak

    orijinali:

    "new york,
    19 nov 1993

    to the editor:

    'excuse me; ı must have missed part of the movie' (the week in review, 7 november) cites federico fellini as an example of a filmmaker whose style gets in the way of his storytelling and whose films, as a result, are not easily accessible to audiences. broadening that argument, it includes other artists: ıngmar bergman, james joyce, thomas pynchon, bernardo bertolucci, john cage, alain resnais and andy warhol.

    ıt’s not the opinion ı find distressing, but the underlying attitude toward artistic expression that is different, difficult or demanding. was it necessary to publish this article only a few days after fellini’s death? ı feel it’s a dangerous attitude, limiting, intolerant. ıf this is the attitude toward fellini, one of the old masters, and the most accessible at that, imagine what chance new foreign films and filmmakers have in this country.

    ıt reminds me of a beer commercial that ran a while back. the commercial opened with a black and white parody of a foreign film—obviously a combination of fellini and bergman. two young men are watching it, puzzled, in a video store, while a female companion seems more interested. a title comes up: 'why do foreign films have to be so foreign?' the solution is to ignore the foreign film and rent an action-adventure tape, filled with explosions, much to the chagrin of the woman.
    ıt seems the commercial equates 'negative' associations between women and foreign films: weakness, complexity, tedium. ı like action-adventure films too. ı also like movies that tell a story, but is the american way the only way of telling stories?

    the issue here is not 'film theory' but cultural diversity and openness. diversity guarantees our cultural survival. when the world is fragmenting into groups of intolerance, ignorance and hatred, film is a powerful tool to knowledge and understanding. to our shame, your article was cited at length by the european press.

    the attitude that ı’ve been describing celebrates ignorance. ıt also unfortunately confirms the worst fears of european filmmakers.

    ıs this closed-mindedness something we want to pass along to future generations?

    ıf you accept the answer in the commercial, why not take it to its natural progression:

    why don’t they make movies like ours?
    why don’t they tell stories as we do?
    why don’t they dress as we do?
    why don’t they eat as we do?
    why don’t they talk as we do?
    why don’t they think as we do?
    why don’t they worship as we do?
    why don’t they look like us?

    ultimately, who will decide who 'we' are?

    —martin scorsese"

    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

    türkçesi:

    "new york,
    19 kasım 1993

    editöre:

    'affedersiniz; filmin bir kısmını kaçırmış olmalıyım' (inceleme haftası, 7 kasım) makalesinde tarzı, hikaye anlatıcılığının önüne geçen ve bunun sonucunda filmlerine izleyiciler tarafından kolayca erişilemeyen bir yönetmen olarak federico fellini örnek gösteriliyor. daha sonra bu argüman genişletilerek diğer sanatçılar da bu kapsama dahil ediliyor: ıngmar bergman, james joyce, thomas pynchon, bernardo bertolucci, john kafes, alain resnais ve andy warhol.

    rahatsız edici bulduğum şey görüş değil. bu görüşün altında yatan; farklı, zor veya talepkar olan sanatsal ifadeye yönelik tutumdur. fellini'nin ölümünden sadece birkaç gün sonra bu makaleyi yayınlamak gerekli miydi? burada tehlikeli, sınırlayıcı ve hoşgörüsüz bir tavır olduğunu hissediyorum. eğer bu konuda en erişilebilir olan eski duayenlerden fellini'ye karşı takınılan tavır buysa, yeni yabancı filmlerin ve sinemacıların bu ülkede ne gibi bir şanslarının olduğunu bir düşünün.

    bu bana bir süre önce yayınlanmış olan bir bira reklamını hatırlatıyor. reklam, - açık bir şekilde fellini ve bergman'ın bir karışımı olan - yabancı bir filmin siyah beyaz bir parodisi ile açılıyor. iki genç adam bu filmi bir video dükkanında kafaları karışmış bir şekilde izliyorlar; bir kadın arkadaşları ise filme daha çok ilgi gösteriyor. sonra bir yazı çıkıyor: 'yabancı filmler neden bu kadar yabancı olmak zorunda?' cevap olarak, yabancı film görmezden geliniyor ve patlamalarla dolu bir aksiyon-macera filmi kiralanıyor ve kadın da buna üzülüyor.
    görünüşe göre reklam, kadınlar ve yabancı filmler arasındaki 'olumsuz' çağrışımları eşleştiriyor: zayıflık, karmaşıklık, bıkkınlık. aksiyon-macera filmlerini ben de severim. aynı zamanda bir hikaye anlatan filmleri de severim. ancak hikaye anlatmanın tek tarzı, amerikan tarzı mıdır?

    buradaki mesele 'film teorisi' değil, kültürel çeşitlilik ve açık fikirliliktir. çeşitlilik, kültürel varlığımızın hayatta kalmasını güvence altına alır. dünya hoşgörüsüzlük, cehalet ve nefret gruplarına bölünürken film, bilgi ve anlayış için güçlü bir araçtır. bizim ayıbımıza ki makaleniz avrupa basınında uzun uzun alıntılandı.

    tasvir ettiğim tavır, cehaleti yüceltiyor ve ne yazık ki aynı zamanda avrupalı sinemacıların en büyük korkularını da doğruluyor.

    bu dar fikirlilik gelecek nesillere aktarmak istediğimiz bir şey mi?

    eğer reklamdaki cevabı kabul ediyorsanız, bu bakış açısının doğal olarak geleceği noktayı da neden kabul etmeyesiniz:

    neden bizim gibi filmler yapmıyorlar?
    neden bizim gibi hikayeler anlatmıyorlar?
    neden bizim gibi giyinmiyorlar?
    neden bizim gibi yemiyorlar?
    neden bizim gibi konuşmuyorlar?
    neden bizim gibi düşünmüyorlar?
    neden bizim gibi ibadet etmiyorlar?
    neden bizim gibi görünmüyorlar?

    en nihayetinde, 'bizim' kim olduğumuza kim karar verecek?

    —martin scorsese"
  • kahvaltı sofrasındayız. televizyonda western filmlerinden biri açık. hangisi olduğunu anımsamıyorum. clint eastwood var ekranda. yine tek gözü kısık bakıyor. babamın gözü ekrana kayıyor sürekli. ben o kadar ilgilenmiyorum. arada bir bakıyorum sadece. sadece western değil genel olarak sinema henüz ilgi alanım içinde değil. herhangi bir şeyin ne kadar iyi olduğunu sadece babamın yorumlarından anlayabiliyorum. o yüzden ona nokta atışı sorular sorarak neyin veya kimin iyi olduğunu tespit etmeye çalışıyorum. mesela maç izlerken birisi çok iyi bir gol atarsa ''dünyanın en iyi futbolcusu bu mu?'' diye soruyorum hemen. değil diyor babam, en iyisi maradona diye ekliyor. dünyayı bu sorularla keşfetmeye çalışıyorum.

    kahvaltı sofrası kaldırılıyor. babam çekyatın köşesine geçiyor. ben de karşısına geçiyorum, filmi izlemeye devam ediyoruz. ''en iyi film hangisi?'' diye soruyorum. cevap gelmiyor. sanki sorumu duymamış gibi sessizlik. ''bu en iyisi mi?'' diye sorarak soru alanını iyice daraltıyor ve cevap alma ihtimalini kuvvetlendiriyorum. ''böyle filmler artık çekilmiyor, hepsi fasarya.'' diyor elini sallayarak. fasaryanın ne demek olduğunu bilmiyorum ama olumsuz olduğunu cümlenin yapısından anlıyorum. zaten bu kelimeyi ondan başka kimseden duymadım. babamın sinemaya olan ilgisinin de western filmlerinden ve televizyonda o akşam hangi kovalamalı, patlamalı film varsa onlardan ibaret olduğunu, yani aslında sinemaya hiç ilgisi olmadığını da büyüdükçe anlayacaktım. ona göre bir filmde 10-15 dakikada bir aksiyon yaşanmazsa o film fasaryadır, izlemeye değer değildir ve bol aksiyonlu bir film bulunana kadar kanal değiştirilmelidir.

    babamın scorsese'yi tanıdığını sanmıyorum. adını duyduğuna bile şüpheliyim. televizyonda filmlerine denk geldiyse kanal değiştirmiştir. bana ''en iyisi kim?'' diye soran biri yok, ama ben yine de söylemek istiyorum, martin scorsese benim için en iyisi. her filminde -onun tabiri ile- estetik, duygusal ve ruhani bir keşfe çıkmak beni hâlâ mest ediyor ve heyecanlandırıyor. bunu yedinci sanatın kendisi için de söyleyebilirim elbette, ama scorsese özelinde, onun filmlerini beklemek, eski filmlerini yeniden izlemek her defasında farklı bir duygu yaşatıyor. örneğin on sene önce izlediğim taxi driver ile yakın zamanda izlediğim taxi driver, sanki farklı filmler gibi. ruhsal problemleri olan bir adamın durağan hikâyesi olarak tanımladığım film, yalnızlık ve yabancılaşmanın sembollerinden biri hâline gelebiliyor. ilk izlediğimde sıkıldığım ve anlam veremediğim sahneler, üzüntü ve acıma duygusunun kaynağına dönüşmeye başlıyor. on sene sonra ne hissedeceğime ise emin olamıyorum.

    aslında scorsese'yi de bir anda oraya koymadım. bu da bir tür yolculuk ve farklı bir keşifti. film izlemeyi hep seven biriydim ama sinemanın hayatımın merkezinde olacağını düşünmemiştim. ne olması gerektiğine dair bir fikrim olmasa da sanki daha ciddi, daha anlamlı bir şeyler gerekti. sinema sadece birkaç saatlik izlence gibi geliyordu. fakat zaman ilerledikçe, yıllar geçtikçe ve gerçeklerle yüzleşmeye başladıkça ilgi duyduğum veya duysam iyi olurdu dediğim şeyler hızla eksilmeye başlamıştı. zaten artık işten her akşam daha yorgun geliyor, sınırlı enerjimi verimli kullanmanın yollarını arıyordum. ''ilgi alanlarım'' (tırnak içinde kalması daha iyi) acımasızca kıyıma uğrarken sinema ise hep oradaydı. her defasında, her yeni kararda ya da kabullenişte değişmeyen şey film izleme isteğimdi.

    sinema muhteşemdi. gerçekten. her gün yeniden keşfedilmeyi bekliyordu. bu bitmeyen yolculuk ve sonu olmayan, ucu bucağı asla görünmeyen yol, merak duygumu sürekli tetikliyordu. bir açıdan, scorsese ile müşterek noktamız da buydu. onun, babaannesinin penceresinden keşfettiği ve sonra bambaşka bir forma getirerek bizlere sunduğu dünyayı, hem gerçek hem de soyut anlamıyla ben de kendi penceremden keşfediyordum. sinema ise tüm şartların mükemmel hâle büründüğü sonsuz bir dünya olarak sanki beni bekliyordu. hayatı genelde evde yaşıyor ve sadece sinema salonlarındaki insan kalabalığından rahatsız olmuyordum. çünkü karanlık ve sessizdi. insanlar vardı ama aslında yoktu. hem insan içindeydim hem de değildim. çok ideal bir ortamdı benim için.

    bir noktada fark ettim ki boşluk bulunca film izlemiyor, film izlemek için boşluk bulmaya çalışıyordum. hayatım, film izlemek ve varsa üzerine bir şeyler okumak üzere yeniden şekillenmeye başlamıştı. hayatımda sinema dışında hiçbir şey kalmamıştı. fakat her şey çok dağınık geliyordu gözüme. ilk kez bilinçli bir şekilde kimi izlemeli ve neye göre izlemeli sorularının cevaplarının peşine düştüm. sonra bir yönetmen belirleyip onun filmografisi bitene kadar başka film izlememe kararı aldım. bir yönetmenin tarzını sindirebilmenin en iyi yöntemi bu olabilir diye düşünmüştüm. o yönetmenin değişimini ve gelişimini görmek, ona ait izleri fark edebilmek ancak böyle mümkün olabilirdi. istediğim de buydu. sadece izleyip geçmek istemiyor, kimi neden izlediğimi, derdinin ve tarzının ne olduğunu, neyi nasıl anlattığını, imza planlarını bilmek istiyordum.

    nasılsa izlemediğim az filmi kalmıştır diyerek scorsese'nin dünyasına yöneldiğimde kırılma noktam orası oldu. izlemediğim filmlerini izledikten sonra, daha önce izlediklerimi de izlemeliyim düşüncesi oluştu. çünkü, sanki izlediklerim de boşa gitmiş gibi bir hisse kapılmıştım. sadece his. tam tarifi yok. fakat bu sefer de izlemek yetmemeye başladı. yine ''sanki bir şeyleri ıskaladım'' hissi geliyordu. bu sefer okumaya başladım. scorsese filmleri, eleştirileri, analizleri, röportajları, demeçleri, yazıları okuyordum. scorsese, fellini için kaleme aldığı yazıda ''sinemanın kayıp büyüsü'' tabirini kullanmıştı. benim için de scorsese, kelimenin tam anlamıyla sinemanın yeniden keşfi olmuştu. onun izini takip ederek girdiğim yolda hiç duymadığım yönetmenlerin ve filmlerin kapıları açıldı. onları, farklı türler, bambaşka tarzlar ve ''sinema nedir?'' sorusunun cevabı olabilecek onlarca film etti.

    sadece bunlarla da sınırlı değildi aslında. scorsese inanılmaz bir sinefildi ve sürekli yeni öneri listeleri dolaşıma giriyordu. sözgelimi elli filmlik bir liste kendi başına bir macera olabilecekken, listedeki bir film veya bir yönetmen de takip edilmesi gereken başka bir yola sokuyordu. bir film, beraberinde sekiz film daha getiriyor, oranın nereye çıkacağı ise asla bilinemiyordu. bu, aynı anda heyecan verici ve ürkütücü bir deneyimdi.

    çok farklı yönetmenler keşfettim ve tanıdım. bazı filmleri izlerken ''bir insan böyle bir filmi nasıl yapabilir?'' diye düşündüğüm oldu, bazılarını izlerken de boğazım düğümlendi. bir filme dair analiz okurken ''böyle bir şey imkansız'' diyecek kadar muazzam sahneler de izledim, oyunculuk performansları karşısında tüylerimin diken diken olduğu sahneler de. kimi filmlerde 1950'lerin roma'sını görmek de mümkün, 1980'lerin new york'unu da. ikinci dünya savaşı sonrasında geçen bir hikâyede tokyo'da yaşayan bir ailenin sıradan ve gündelik sorunlarını izlemek de mümkün, tapei'deki sıradan bir ailenin modern dönemdeki çok sıradan sorunlarını da. anlatılacak hikâyeler, görülecek şehirler, empati kurulması kolay duygular, empati kurulması imkansız durumlar, acılar, sevinçler, mutluluklar hiçbirinin bir sonu yok. her zaman izleyecek bir şeyler mutlaka var. ne izlendiyse onun da bir fazlası var.

    scorsese, fellini'yi anlatırken kimi yönetmenlerin ismini sayar ve ''hepsi birbirinden beslenir ama hepsinin merkezinde fellini vardır'' der. daha fazlasını saydam da düşüncem değişmiyor: ozu, imamura, kobayashi, yang, jarmusch, kaurusmaki, kurosawa, hitchcock, bergman, lean, rohmer, varda, whale, kiyarüstemi, melville, nbc, coen, pta, clouzot, bunuel, tarkovski, powell, wenders, akerman, fellini, visconti, de sica, hatta scorsese'nin öykündüğü godard, truffaut, chabrol, cassavetes ve daha sayamadığım birçok isim. hepsinden bir şeyler almışımdır mutlaka. içlerinde çok sevdiklerim, filmlerini tekrar izlemekten keyif aldıklarım da var. ancak benim için hepsinin merkezinde daima scorsese oldu.

    iyi ki doğdun ustaların ustası. sinemaya ve bana kattıkların için teşekkürler.
  • yönetmen. hala bir oscarinin olmamasi hale berry'den sonra oscar ödüllerinin geçerliliği hakkinda bize fikir veren ikinci büyük şeydir, toparlanamayan cümledir.
hesabın var mı? giriş yap