• tarih sahnesinde kendisine dördüncü murat ile yer bulmuştur.
    (bkz: anakronizm)

    dördüncü murat bağdat'ı fethettikten sonra "bağdat'ı almaya çalışmak, bağdat'ın kendinden daha mı güzeldi ne?" diye iç çeker.

    the life of david gale filminde ise:
    - "ne dilediğine dikkat et. ona sahip olacağın için değil, ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için."
  • jim carrey de demişki:"dilerim herkes bir gün zengin ve ünlü olur ve hayalini kurduğu her şeye kavuşur; böylece aranılan esas cevabın bu olmadığını anlar."

    yetti artık hayaline kavuşan insanların "hayalime kavuştum ama bir sor mutlu muyum? hayır yine mutsuzum." tripleri.

    anladık.

    açıkçası güveniyorum da size. doğrudur, hayali gerçekleşince insan zannettiği kadar mutlu olmayabilir.

    bu lafları ediyorsanız vardır bildiğiniz.

    ama bırakın, biz de hayalimiz gerçekleştikten sonra mutsuz olalım. istiyoruz arkadaşım, biz de hayalimiz gerçekleşsin istiyoruz, sonunda mutsuz olsak da is ti yo ruz.

    salın artık bizi.
  • arzulanan, peşinde koşturulan, uğruna bir çok şey feda edilen ve varıldığında mutlak mutluluğa erişileceği düşünülen hedeflerin elde edilmesiyle beraber gelen boşluk, hissizlik, amaçsızlık ve anlamsızlık duygusu. ülkemizde çoğunlukla üniversite sınavlarından sonra istenilen okulun/bölümün kazanılmasıyla beraber görülmektedir. eğer bu ilk sıkıntı atlatılır ise kademeli olarak işe girme, terfi alma, evlenme, çocuk sahibi olma gibi daha grift basamaklarda kendini hissettirir.

    bu sendromdan kurtulmanın iki yolu vardır: bir, kişinin kendine hedefler koymayıp elde ettiklerinden ve o anda sahip olduklarından memnuniyet duyması ve/veya iki, uğruna ömrün adanacağı bir yolun yolcusu olmak, sosyalizmgibi.
  • ismini jack london'ın "martin eden" romanından alan sendromdur.

    aslında roman tipik bir amerikan rüyası tadında ilerlerken beklenmedik sonuyla böylesine bir vakanın isim babası olmuştur. kendisinden daha zengin ve kültürel birikimi yüksek olan aristokrat bir ailenin genç kızına aşık olan kahramanımız, yıllarca gıptayla baktığı bu zümreye dahil olabilmek adına çok çalışır, kendisini paralar ve nihayet amacına ulaşarak herkesin taktir ettiği meşhur bir yazar oluverir. buraya kadarki kısım, amerikan rüyası. ama sonrasında fark eder ki güzel olan şey, bu rüyanın peşinden gitmekmiş. hayalini kurduğu o çevre, koca bir kokuşmuşluktan ve sahte dünyalardan ibaretmiş.

    günümüzde birçok ünlüde bu sendromun izlerini görmek mümkün. şanslı olanları, parıltılı görünen o leş dünyayı terk edip inzivaya çekiliyor ve başka bir hayat kuruyor kendisine. ama hepsi o kadar şanslı olamıyor. çünkü bulundukları yere gelmek için ödedikleri bedeller ve verdikleri tavizler, zirveyi gördükten sonra büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor. aradığı şeyin içinde kayboluyor insan. ardından içine düşülen kocaman bir boşluk, aşırı doz, intihar...
    amy winehouse... kurt cobain... kristen pfaff...
  • montaigne'in şu sözlerle ifade ettiği sendromdur;

    "bizi mutlu eden, bir şeye sahip olmak değil; tadına varmaktır."
  • sendroma bu isim verilmiş olabilir de martin eden'in sendromu istediğini elde edince gelen bi tatminsizlik değildi aslında. bildiğin entelektüel tatminsizlikti. varmaya çalıştığı yerin o kadar da matah olmadığını gördüğünde başlayan bir tatminsizlikti. "e elde ettim noldu elde etmeye çalışmak daha güzelmiş" mevzusu, martin eden'in durumunu karşılamıyor. ruth'u elde etmeden önce, hatta yazıları basılmadan önce elit çevreyi sorgulamaya başlamış, hatta ondan soğumuştu martin. büyük bi yazar olarak anılmaya başlayıp da o sahte insanların riyakarlıklarını direkt yönelttiği obje olunca, onların arasına karışınca, yani geri dönemeyeceği o noktaya varınca martin için her şey de bitmiş oldu.
  • kitaptan birkaç alıntıyla açıklamak gerekirse;

    "ben kitabı zaten yazmıştım."

    "asıl yemeğe ihtiyacı varken kimse onu davet etmemişti ama şimdi binlerce yemek satın alabilecek durumdayken ve tersine iştahı giderek azalırken sağdan soldan peş peşe yemek davetleri yağıyordu. neden? ona kalırsa, en ufak bir hakkaniyet yoktu bu işte..."

    "ben kitabı zaten yazmıştım."

    martin eden kitaplarını, hikayelerini, şiirlerini yazdığı halde kimseden değer göremez. editörler şimşek hızıyla yazılarını reddeder, enişteleri onun işe yaramaz olduğunu düşündüklerinden yanlarında bulunmasını istemez, sevdiği kız evlenecek bir mesleğe sahip olmadığı için onu sıkıştırır... martin'in kitapları satmaya başlayınca, popülaritesi artınca arkası kesilmeyen davetler başlar. kendisinin en güzel yazılarını reddeden editörler, en kötü yazıları için bile birbirleriyle yarışır hale gelir. enişteleri onun başarılarıyla övünecek hale gelerek evlerinde ağırlar. ve sevdiği kadın... onunla ne olursa olsun evlenmek istediğini söyler.

    martin eden sendromu; başarıya ulaşınca bundan keyif almamak, başarıya giden yolun daha güzel olduğunu düşlemek değildir. martin eden sendromu, zaten yapmış olduğu bir şey için hiç değer görmezken popüler hale gelince değer görmeye başlamasıyla ilgilidir. zaten o yazılar yazılmıştı ama o aç geziyordu. o yazıların yazıldığını onlar da biliyordu. martin eden ınsanların iki yüzlülüğünden tiksinme sendromudur.

    bir gün ben de "ben bunları zaten yazmıştım." dememek için ilk kitabımı buraya bırakıyorum.
  • yeni hayal kurmak yassah mi gurban?

    yeni hayaller kurarak asilabilecek sendrom.
  • öncelikle bu sendromun "artık bir şeylerden bıkmak" veya "içindeki bütün hevesin ölmesi" gibi durumlarla bir alakası yoktur. martin eden'i anlamak için biraz da nietzsche, schopenhauer, platon, kubrick, hatta woody allen ve daha birçok "idrak edenler" tanımına uyan insanları gerçekten anlamak gerekir. hani şu "yalan mekanizması bozuk olan, hakikatlerin üstüne çekinmeden, cesurca yürüyen" insanlardan bahsediyorum. aslında nietzsche zur genealogie der moral kitabında martin eden sendromunu çok güzel tanımlamıştır:
    "hiçbir hayvanda yapmayacağımız şekilde kendimizle deney yapıyoruz ve neşeli, meraklı bir şekilde canlı canlı ruhumuzu kesip açıyoruz. ruhun 'sağlığından' hala bize ne? ardından da kendimizi iyileştiriyoruz: hasta olmak öğreticidir, bundan şüphe etmiyoruz, sağlıklı olmaktan daha da öğretici. biz artık kendimize tecavüz ediyoruz."
    martin eden en başında dünyadaki tüm insanlar gibi başlar hayata: toplumun algısına hapsolmuş, kendi toplumundan başka kültüre yabancı olan biri. (bkz: homo religiosus) daha sonra bilinçlenme süreci başlar. biz buna "sırtına taşıyamayacağın yükler almak" diyoruz. martin'in sorunu bunu uzaktan yapmayı becerememesi. bu bilgilere çok dikkatli bakılmaz, çünkü yaşadığımız şu dünyanın bu hakikatlerle bir alakası yoktur. maske takmayı beceremezsen, ölürsün. bu kadar basittir bu hayat. idrak etmiş insanların başına ne geldiyse bu "rol yapmayı becerememek" ve hatta "rol yapmayı istememek" takıntısından gelmiştir. kibirli bir bünyeleri vardır. diğer insanlar gibi olmaktansa, kendilerini denize atmayı tercih ederler. daha fazla bu saçmalığa katlanamazlar. onlar çoban yıldızını takip etmezler: o yıldızın kendilerini takip etmesini isterler. genel olarak insanlara karşı bir tiksinti hissederler.
    "sürü halinde dolaşan ve yaşamlarını birbirlerinin görüşleriyle biçimlendiren, onları köleleştiren çocukça formüller yüzünden hayatlarını gerçek anlamda yaşamakta ve birey olmakta başarısız olan yaratıklardı bunlar." işte martin gibiler için insanın tanımı budur. bütün insanlık ya korkudan ya da tembellikten dolayı bu haldedir. hayatlarını mahveden, doğasını yaşamalarına engel olan prangaları sorgulamaya, çıkarıp atmaya korkarlar. çoğu zaman da sorgulamaya üşenirler.
    martin kendini açık bir şekilde "martin eden, sen bir yabani değilsin, zavallı, lanet bir nietzsche'cisin." diye tanımlar aslında. sonuçta "nietzsche'cilerin doğalarında gerçekçilik zorunludur ve burjuva ruhu gerçekçilikten nefret eder."
    ama yine de devam ederler buna. "güneşe bakmak canını acıtıyordu ama yine de neden baktığını bilmeden bakmayı sürdürüyordu ona."
    en sonunda bu insanların sonu ya intihar (bilmekten vazgeçmek) ya da hastalık (inatla bilmeyi sürdürmek) olur. başka bir son görmedim.
    martin'in sonu da intihar olur.
    "her şeyin farkında olmak ve en mutlu anlarında bile o boşluğun farkındalıkla dolması."
    son olarak kitaptan okuyalım:

    "bir köşeye bıraktım udu
    gezinen şen gölgeler
    ezgiler, şarkı söylemeler yakında biter
    onları mor yoncalar çevreler.

    bir köşeye bıraktım udu
    şebnem düşmüş çalılar arasında şakıyan
    seher vakti ardıç kuşuydum bir zaman

    dilsizim şimdi
    bezgin bir keten kuşu gibi
    dilimde şarkılar tükendi.
    yaptım.
    bir köşeye bıraktım udu."
  • che guevara’nın oğlu camilo guevara ile yapılan bir röportajdan.

    " - 1950’lerde alberto granado’yla bu yola çıktığı zaman biliyoruz ki maria ferreyra isimli, chichina [chichina ferreyra] lakaplı bir kıza aşıktı ve hatta evlenmek istiyordu. ona bir köpek hediye etmişti, köpeğin adı “come back”ti. ama kız daha sonra bir mektupla che’yi bıraktı, ve bildiğimiz che efsanesi doğdu. bazen tüm dünya siyasetinin kaderi bir 16’lık kızın kaprisiyle değişebiliyor.

    + kadere inanmıyorum. ama eğer chichina’yla kalsaydı bu röportajı asla yapamazdık. "

    muhtemelen dünyada, isa’dan sonra en çok bilinen insan olan che guevara’nın hikayesinde var bu sendrom.
    hatta küba’da ateşli işçi sendikaları toplantılarında yaptığı bir konuşmada şöyle diyor

    "un revolucionario verdadero esta guiado por grandes sentimientos de amor."
    [gerçek bir devrimci, muazzam aşk duygularını kendisine rehber edinmiştir.]

    che bu hikayesinden sonra sefaletin, gelir adaletsizliğinin, sömürülmenin farkına varıyor. latin amerika gezisinde sebeplerini öğreniyor ve inanılmaz bir öfke besliyor bu duruma.
    buna sebep olan her şeyi bitirmek için kendisine yeminler ediyor.
    daha sonra bu sorunun bir aşk sorunu değil, ekonomik olduğunun farkına varıyor.
    bilinci ve bakış açısı değişiyor, okuyor okuyor ve üzerinde pratikle beraber kafa patlatıyor.

    hatta küba devrimi ve hemen sonrasında inanılmaz acımasız infazlar yerine getiriyor gözünü kırpmadan bu yüzden. cabaña kasabı lakabını takıyor abd’liler che’ye.

    besim tibuk’un da dediği gibi "adam posta memurlarını bile öldürmüş yauv batista’dan maaş alıyorlar diye ahahaha"

    bu sadece çıkış noktası.
    che’nin bilincini şamdan dergisi magazinine sığdırmak saçmalık olur.
    tepeden tırnağa siyasi ve vicdani bir bilinç abidesi.

    bu sendrom, sadece bir tetikleyici öğe olmuş.
    mesela hitler’de bu sendrom, anlatılana göre sevdiği yahudi bi kız yüz vermediği için daha sonra yahudi öfkesine dönüşüp bir soykırıma döndüğü yönünde.
    ama bir rezaletle sona ermiş.

    ama che’nin hikayesinde bu böyle olmamış.

    chichina’nın ailesine bu yüzden sanki bir şeyler borçlu dünya bu sikik davranışı için.

    ve işte bu adam astımlı haliyle biraz da bu yüzden kendisini dünyaya feda etti.
    senden önce yaratılmış adaletsizliğin sonuçlarını sen çekme diye.
hesabın var mı? giriş yap