• bu sabah 6 gibi kalkıp portakal suyumdan bir yudum aldıktan sonra antalya çolaklı/gündoğdu sahili boyunca bir saat kadar koşup sonrasında serinlemek icin denize girdim. sabah olduğu için koca denizde 3-5 kişi vardık. denize girdigim yere en yakın sahil yerleşkesi 10-12 km ötede side. karadan da yerleşim yerleri en az 1 km. yani nispeten ıssız bir yer. akdeniz kıyılarında en azından benim gördüğüm çok martı olmuyor. o yüzden yuzerken martıyı görünce durup seyretmek istedim. sırt üstü martıyı izlerken hayvan tam yüzüme sıçtı. kilometrelerce deniz üstünde bir tane serseri martı geldi ve bana sıçtı. martıyı görüp " aslında güzel hayvan" demesem veya serbest stil yüzsem belki sıçmazdı üstüme. hayat bir değişik, martı daha değişik bir hayvan.
  • geçtiğimiz hafta sonu (22.06.2023) yapılan martı festivaline katılma gibi bir gaflette bulundum.
    etkinlikten önce her yere duyurular çıkıldı, yok her katılana 200 tl'lik martı çeki, yok konserler, çekilişler vs diye.

    etkinliğe giriş yapmak için 12:15 te etkinlik alanı önündeki sıraya girdik. normalde 14:00 da başlayacak etkinliğe erkenden gelmemize rağmen, tam 2 saat sıra bekleyip 14:15 te zor girebildik.

    etkinlik alanında birkaç tane ufak büfe yapılmış ve fahiş fiyattan küçücük sandwichler, ekmek arası filan satılıyordu. örnek vermek gerekirse içinde 3 tane küçük köfte olan çeyrek ekmek boyutunda köfte ekmeğe 140 tl, küçük boy teneke kolaya da 40 tl verdim. küçük şişe sular bile 20 tlydi.
    sayın oğuz alper öktem etkinliğin parasını buradan çıkarmayı hedeflemiş sanırım.

    herneyse konserler vs ortalamayı, ( hadisenin triplere girip 45-50 dk boş boş bekletmesi dışında)

    asıl skandal kısıma geliyorum. bu kendini akıllı sanan martı ceosu arkadaşın etkinliği düzenleme amacını konserin ortasında anladım. yok biz burada 20-30 bin kişiyiz taksici lobisi siz 30 bin kişiyseniz biz 10 milyon kişiyiz sadece burada bile sizden fazlayız diye nutuk atmaya başladı. tabi ki bu sözlerini daha sonra her yerde paylaşmış şov olsun diye. kuru kalabalığı kupondur, çektir, çekiliştir, konser vs diye toplayıp taksicilere şov yapma peşindeymiş.

    bu kadar milletin 200 tl martı kuponu, çekilişle scooter kazanma umuduyla gittiği etkinlik daha hediyeler verilmeden burnumuzdan geldi.
    scooter çekilişini de yalandan birkaç kişiye verdiler, twitter'da sadece 1 arkadaşın paylaşımını gördüm o da çok bir şey beklemeyin 2. el diye post atmıştı.

    kupon kısmına gelecek olursak, etkinlik sırasında 2-3 kere kuponlar yüklendi kontrol edin, yavaş yavaş yükleniyor gibi şeyler söylediler. 18 inde olan etkinliğin kuponu 20 sinde yüklendi. tabi alper bey burada da çakallık yapacak ya 20 sinde yüklenen kupona 22 si son kullanım tarihi eklemiş.
    kuponu dün farkettik arkadaşla, bugün (22 sinde biraz turlarız diye plan yaptık dün) biraz önce tekrar baktım kuponu silmişler. 22 si dediği muhtemelen 22 si gece 00:01 olunca hemen yok ettiler sanırım.

    özetle bundan sonra ne istanbul da herhangi bir beleş etkinliğe giderim, ne de martıya binerim. adamın taksicilere yapacağı şova malzeme olduk 2 saat sırada bekledik bir de.
  • simitle beslenen bir tur kus
  • martı milleti, çekişmeli bir ilişkimin olduğu bir kuş türü daha. martoloş diyorum kendilerine, öncelikle bu bir. ikincisi bunlar çok yakışıklı hayvanlar, bembeyaz, bronz tendeki beyaz mayo kadar kışkırtıcı göbüşleri var. insan o göbüşü öpmek, mıncırmak istiyor. sonra efendim kanat uçları açıldığında, yargıcı yahut beymen tül grisi üzerine büyük beyaz puantiye pili etek gibi. istanbul martılarına özel bir desen bu. ecnebi martılarda görmedim. zaten nereye gidersem gideyim bir yerde martı ve japon gördüysem -ki ikisini görmediğim bir yere gitmedim henüz- oradan anlıyorum hâlâ dünyada olduğumu*.

    yüzlerce cinsi var tabii martoluşun. karabaş martılar daha ufak ve sevimli oluyorlar, gagaları da öyle. ama bizim iribaşların o kenarına domates sosu bulaşmış sarı gagaları yok mu, bana hep takma gaga gibi geliyor işte onlar. martoloşların dışarı çıkarken taktıkları son derece ürkütücü bir kostüm gibi. martı milletini senelerdir yakından izliyorum, çünkü bizim karşı damda her sene yavru çıkarıyorlar, büyütüyorlar ve uçuruyorlar. bazan yavruyu kargalara kaptırdıkları oluyor, eşim uyuz olup kargaları sapanıyla izliyor ama ben bu konuda nötrüm, martoloş senfonisinden illallah demişim. vukuat varmış gibi gook gook gook yaparlar malumunuz, finali güzeldir amma bakın, gu gu gu derler finalinde; sanki bet sesimizle o kadar çığırdık amma bizde böyle numaralar da var, gibisinden.

    martı yavrusu civciv kadar doğduktan bir ay sonra dana kadar olur, sonra da on beş gün kadar uçma talimi yapar ve uçar. martılar kırçıllıysa henüz yavrudur, bahsettiğim mayo beyazına ulaşan martı ise artık yetişkindir. neyse martoloşlar bir diğer damda öğle yemeklerini güvercinlerden seçerler genelde, eşim yine bunları ayırmaya çalışır sapanıyla. bana mısın demez martılar, hapur hupur güvercinleri parçalayıp yerler. arkadaşlarının martı tarafından gömüldüğünü gören lapacı güvercinler diğer köşede sakin sakin şişinip gerdan şişirirler, kumrular dem çekerler, kargalar gizli işlerine devam ederler. normalde balıkla beslenen gariban martı ne yapsın, boğaz'da balık mı kaldı! bunlar yavruyu beslerken eşim sürekli gözler (kendisi balık bakanıdır), kayıntı ne getirecekler diye, genelde ne idüğü belirsiz, lastik gibi uzayan bir şeyler getirirler. son yıllarda bir de yerde yürüme modası çıkardılar, üsküdar balık pazarında kedilerle beraber yerde piyasa yapıyorlar, balıksızlıktan tabii hep bunlar. martıların bu hâline baktıkça alfred hitchcock'un ne kadar öngörülü bir yönetmen olduğunu anlıyor insan.

    ecnebi martoloşların huyu suyu daha bir değişik. bir gün kuzey ülkelerinden birinde bir limanda oturuyoruz, sabah otelden zulaladığımız ekmek var yanımızda. bir yandan onu çöpleniyor, diğer yandan etrafa bakıyoruz. serde kuşbazlık ve martı-simit alışkanlığı var ya, uçuşan martılara ekmek atayazdık, anam babam hepsi ordu gibi gelip önümüze konuverdi. millet de bize bakıyor, diyoruz ya yasak ya da bunların martoloşlarla böyle bir ilişkisi yok. neyse asıl olay bundan sonra başladı. bu ecnebi martılar attığımız ekmeklere öyle bir yumuldular ki birbirlerinin üzerine çıkıp bağırmaya başladılar. ama ne bağırma, ciyak ciyak! hele bir tanesi yemeyi bırakıp iyice şirrete bağladı. o esnada kargagillerden, mavi çeperli boncuk gözlü küçük karga ağır ağbi gibi yanaştı, bitirim edasıyla aralarına daldı, rızkını daha havadayken kapıp uzadı. bu çaçaronlar bağırmaya devam ededursunlar, biz bir yandan kargaya gülüyoruz, öte yandan illet olmuşuz şirrete, sieee sus amk martısı diye üzerine yürüyüp gagasını burmamıza ramak kalmış. işte o gün cânım istanbul martılarının gözünü sevdim, martılarımız ne olursa olsun edepli, senfonileri armonik. gariplerin balıksızlık başına vurmuş, başka dertleri yok. kuzeyin martoloşlarına ne oluyor, anlayan varsa beri gelsin. sonra öğrendik ki bunlar ve birtakım kargalar orada insanlara saldırır olmuşlar. he hele bir saldıraydı bize, o takma gagasını alır kafasına geçirirdim. şaka şaka, biz kuşlar'ı izlemiş nesiliz yaw, korkarım, ikiletmem kaçarım.

    kumru, güvercin, serçe, martı, karga. "şehir kuşları" diyorum ben bu beşliye. şehirlerde en çok bu beşliden var zira, diğerleri artık nadirattan. bu beşli içinde en gizemli olanı kargalardır. kargaların hiçbir şeyi uluorta yaptıklarını görmedim. ancak uçuyorlar. bizim martının yavrusunu birkaç kere kaptılar mesela, arkada hiçbir iz bırakmaksızın. yavru gidince martıların senfonisi değişti tabii, uzun hava kabilinden bir gook gook... oysa martoloşlar güvencinleri herkese açık yerler. kumrular ortalık yere yuva yaparlar. kargalar ise ser verip sır vermezler.

    bir keresinde de uzak, tenha bir adada bir martoloşu izledim. normalde martoloş yoktu orada, bir tane bile, hayal gibi geliyordu bu yüzden ada -işin tuhafı japon da yoktu. bir gün bir martı peyda oldu -japon hâlâ yok-. tek bir tane ama. bir çift de karabatak var. adadaki deniz kuşu nüfusu epi topu bu kadar. bu martı, tıpkı bizim balık pazarı martoloşları gibi sahilde yerde takılıyor, karabatakların avlarına iş koymaya kalkıyordu. karabatak sırım gibi hayvan, yer mi bu numaraları, yemez. bu hâliyle martoloşumuz da, sahilde elinde plastik sarı kovayla koşturan kolluklu bebelere benziyordu.

    bir martı anekdotu daha. bizim semtin sahilinde, eski çekek yerinde semtin eskileri ördek beslemeye başladı birkaç sene evvel. etrafındaki bitmek bilmez inşaattan sebep son zamanlarda biraz mezbelelik oldu ama aslında boğaz'ın en güzel yerlerinden biridir. işte burası aynı zamanda martoloş darülacezesidir. ne kadar yetim, öksüz, kanadı kırık, ayağı topal, feleğin sillesini yemiş martı varsa burada ördeklerle yoldaş yaşar gider.

    ulan martoloş, hadi yine iyisin, kendini roman gibi yazdırdın köftehor!
  • yaşadığımız binanın karşısındaki binanın kapısına bir yavru karga düşmüş, annem haber verdi. birkaç çocuk onu sanırım doğal gaz kutusunun üzerine bırakmışlar, oradan da düşmüş. annem dedi ki: "git, onu al." söylene söylene gidip aldım. yavruyu terasta bakmaya başladık. martılar saldırmış, ısırmış, didiklemişler. sonra da aşağı atmışlar. yavru olduğu için uçamamış, düşmüş. kedi maması veriyorduk, damlalıkla da su. ağzını içgüdüsel olarak açıyordu. gün geçtikçe iyileşiyor gibiydi. kanatlarını açıyordu, ayakları bile hareket etmeye başlamıştı. gelgelelim bir sabah hiçbir şey yiyip içemedi. bir baktık ki ölmüş, çok üzüldük. artık martıları eskisi kadar sevmiyorum. üzgünüm martılar.
  • terasta tanık olduğum şu olayı anlatmadan geçemiyeceğim:
    aniden iki martı gürültüyle terasa düştüler. arkadaki martı öndekini kuyruğundan gagasıyla yakalamış kanatlarını çırparak çekiştiriyor, öndeki de bas bas bağırıyor ve çırpınarak kurtulmaya çalışıyordu. bir on onbeş saniye bu şekilde boğuştuktan sonra öndeki öğürmeye başladı ve hemen hemen bütün bir balık kustu ve uçarak kaçtı. arkdaki hemen kusulmuş balığı yutup havalandı. ve o ana kadar havada uçup bağrışmakta olduklarını farketmemiş olduğum on onbeş kadar martı balığı yutmuş olanı kovalamaya başladılar.
    yani kıssadan hisse, eğer martı iseniz yemeği yemek yetmiyor, ancak sindirdikten sonra başınız rahata erebiliyor.
  • bu karizmatik martı kuşunu karizmatik yapan iki özellik var. birincisi efendim, diğer yırtıcı kuşlarda da bulunan kafanın önünde konuşlanmış çatık kaşlı gözleridir. adama kızgın kızgın ve dik dik bakarlar, güvercin gibi şaşkoloz ve kafanın yan cephesiyle deyil. ikincisi ise ağır abi yürüyüşleridir. hani yine o şaşkoloz güvercin olsun yahut tavuk olsun, deve kuşu olsun, bizim gibi iki ayak üzerinde yürürken ayakların ileri geri yürüyüşünü dengelemek için sallıyayacak kolları bulunmayan bilumum kuş camiası her adımda diskoda ritim tutar gibi kafayı ileri geri atıp atıp dururlar ya; bu martı kişisi kattiyyen kafayı titretmez efendim. onun yerine, ellerini arkadan bağlayıp omuzuna palto atmış beyaz atkılı bir kadir inanır gibi bütün gövdeyi ağır ağır sağa sola çevirir. ağır ağır sağa sola kaykıla kaykıla üzerime doğru gelen ve elindeki tespihi sallıya sallıya suratıma pis pis bakan bu kuşu kınıyorum. ama kınadığımı hiç çaktırmamaya çalışıyor ve "saygılar abi" diyorum, "valla yuvanızla hiç alakam yok abi, balkonda öylesine oturuyodum abi.. abim benim.. aah yapma abi!.. uçma kafamın üzerinde öyle, sıçma kafama abi!.. ben sana naptım abiii!!!..."
  • herkesin hayali ya yakınlarından önce ölmek, aman onlara birşey olmasın, olacaksa bana olsun bencilliği...
    kuzenim 1 hafta önce bir deniz kazası geçirdi. hızına ve tedbirsizliğine bakılırsa çok ucuz atlattı kazayı. boynunun kırılmamasını mucize olarak yorumluyor doktorlar. bugün ilk defa adam akıllı konuşabildim kuzenimle. hastanede refakatçi kaldığım süre boyunca pek konuşacak halde değildi. nasıl uçtuğunu, suyun altına kaç metre gömüldüğünü falan anlattı.
    sonra dedim; boynun kırılsaydı, felç olsaydın ne yapardın?. yaşamak istemeyeceğini söyledi bana. çocuğuna ve karısına rağmen ötenazi isterdim dedi. ne anlamı vardı ki öyle yaşamanın?
    yine de tüylerim diken diken olmuştu bunu duyunca. çok yakınındaki birisi ölüme yaklaşınca, veya ölünce idrak ediyor insan hayatın ne kadar anlamsız olduğunu. canım sıkıldı, sahile indim. bir kaç arkadaşımla atraksiyonel fotoğraflar çekiyorduk öyle. atlıyoruz, hopluyoruz, zıplıyoruz. aduuketler, aparkatlar havada uçuyor. çok eğleniyoruz... mutluyuz, birkaç saat önceki gerginliğimden eser yok.
    seke seke bir martı yanaştı yanımıza. kanadı kırılmış. hatta kırılmak ne kelime, kopmuş neredeyse. hızla bisiklet yolundan gidenlerin arasından falan kaçıyor. amacı hayatta kalmak. içgüdü işte, uçamasa bile yaşamak istiyor. ama gün gibi aşikar, çok fazla hayatta kalamayacak o şekilde, kediler, köpekler, kargalar için potansiyel av. en fazla 2 saati var yaşamak için. dayanamadık bu sahneye, gidip yakaladım martıyı. ustaca savurdum gaga darbelerini. neredeyse heyecandan, korkudan ölecekti hayvan, ellerimin arasında titriyor. o titredikçe bende titriyorum. martıyı bir kutuya bulup anatolia hayvan hastanesine uçtuk. en yakında orası vardı. yalan yok, ilgili bir doktor vardı. bakar bakmaz "bu kanat bitmiş. bırakabileceğiniz bir çiftlik falan yoksa, sokaklarda yaşayamaz, 1-2 saate ölür." dedi veteriner hekimimiz.
    2 seçeneğimiz vardı; ya uyutacağız, ya alıp evimizde bakacağız. nasıl bakalım evimizde, doğru düzgün balkonumuz bile yok. (sağolsun inşaat mühendisleri, hepsinin diplomasını toplatacağım. insan bir nefes alma alanı yapmaz mı apartmana?) hem uçamadıktan sonra ne anlamı var bir kuşun yaşamasının? tabi ki de bu sorunun cevabını vermek bana düşmez. ama bakamayacaktık işte hiçbirimiz hayvana. bir kaç saat önce kuzenimin söyledikleri geldi aklıma. ellerim, ayaklarım olmadan yaşamanın ne anlamı var demişti. bir kuşun da kanadıdır heralde eli, ayağı. uyutun dedik...

    geri kalanını izlemedik filmin. hayatımın ilk (ve umarım son olur bu) ötenazi kararını vererek çıktım hastaneden. çıkarken bizden 50 lira ilaç parası istediler. vardı verdik, peki ya olmasa ne olacaktı?
    bir şey daha oldu dün; hiç sevmezdim martıları, ciyak ciyak bağırır ortalığa saldırır bunlar derdim. öyle değildi be. çok tatlıydı bizimkisi. sadece hayatta kalmaya çalışıyordu. tıpkı diğerleri gibi...
  • eskiden yakaladığım, havada iki pozu bu şebeleklerin:
    manevra
    manevrayamama
  • şerefsiz bir kuş.

    anlatayım;

    yazın genelde balkona kuşlar için bolca su koyarım, hatta akşamdan kalan ekmekleri de ıslatıp bırakırım, kuş yemi de koyarım bazen balkona sebeplensinler diye.

    bu yaz işi büyütüp 1 milyoncudan büyükçe bir leğen aldım, içini doldurup bırakıyorum balkona, her gün suyu tazeliyorum, hayvanlar bütün gün balkonda takılıyor, suyunu içiyor banyosunu yapıyor, adeta cennet hayatı yaşıyorlar. bokları dışında bir zararları yok. helali hoş olsun.

    bir haftadır bir tane martı musallat oldu. şerefsizin oğlu gelip su içtiği yetmiyormuş gibi, girip oturuyor leğenin içine, bütün suyu saçıyor etrafa.

    bir kere girdi mi de saatlerce takılıyor leğenin içinde. ne zaman baksam orada.

    onun yüzünden bir tane güvercin yaklaşamıyor balkona. 1 martı, 50 tane kuşun hakkını yiyor. güvercinler karşı apartmanın çatısına dizilip bekliyorlar gitsin diye.

    ipnenin evladı, susadıysan iç suyunu siktir git. ne diye leğene çöreklenip suyu bitiriyorsun?

    her balkona çıktığımda görüyorum bunu, kovuyorum, ertesi gün yine geliyor.

    bir gün yakalarsam yemin ederim hayvansever kimliğimi bir kenara bırakıp kırıcam boynunu.
hesabın var mı? giriş yap