• epey başarı kaydettiğim eylem.

    yogadan nefret ediyorum. (bkz: yoga/@istenc) ama çok da yararlı bir pratik, geçtiğimiz altı haftada özellikle denge konusunda büyük aşama kaydettim. psikolojik olarak mutsuz etse de fiziksel katkısını yadsıyamam. ayrıca öz disiplin önemlidir benim dünyamda. sevdiğin şeyi yapmak kolay, mesele sevmediğin ama iyiliğine olan şeyi düzenli yapabilmekte.

    neyse artık, ben her sabah kalkıyorum ve kendi kendime diyorum ki "hayır, bugün kesinlikle yoga yapmayacağım." bunu duyan kendim çok mutlu oluyor.

    sonra ya koşuya çıkıyorum ya yüzüyorum ya da evde şınav mınav bir şeyler yapıyorum. "neyse" diyorum bitirince "hadi biraz da yoga yapayım."

    artık her gün yoga yapıyorum. ama her sabah güne, o gün kesinlikle yoga yapmayacağıma kendimi temin ederek başlıyorum. garip bir şekilde işe yarıyor.

    hatta sanırım tuhaf bir şekilde dışarıdan da anlaşılmaya başladı yoga yaptığım. ya da bilmiyorum işte, anca benim başıma gelecek saçmalıkta bir olay yaşandı diyeyim. geçen hafta kedilerimden biri öldü. veterinere götürdük, otopsiye girdim, koydum poşede çöpe ben attım. moralim yerlerde ama insan içinde tutuyorum kendimi. o sırada kendi hayvanı için orada olup vaziyeti baştan sona izleyen bir kadın yanıma yaklaşıp "siz yoga mı yapıyorsunuz?" diye sordu. ben de nereden anladı acaba diye şaşırarak "evet bir aydır falan yapıyorum, nereden bildiniz?" diye sordum. "ölümü çok kolay kabullendiniz. yoga yapanlardaki iç huzuru, dengeyi yakalamışsınız" dedi. he canımın metrobüs köşesi, kafası yeni geldi yoganın. çarpıcam elimin tersiyle iki tane, ondan sonra görecek asıl, iç huzuru da dengeyi de. 20 yıllık ateistim, ama benimle taşşak* geçmeyi çok seven bir güç olduğuna inanıyorum. sırf piçlik olsun diye yolluyor şu yarım akıllıları bana.

    neyse işte gördüğünüz gibi yoganın ruh halime olumlu bir etkisi olmadı. ama fiziksel olarak fayda gördüm yukarıda da yazdığım gibi. "yapmayacağım" diye kendimi kandırarak "acı yok rocky acı yok!" kafasıyla her gün yapmaya devam :/

    yani var ya, şunları uzata uzata, az biraz bilim soslu, çekim yasası kuantum falan saçmalayarak, afili kelimelerle kaleme alabilseydim, skindirik bir kişisel gelişim kitabı yazıp yolumu bulabilirdim. kapak resmi gözümün önüne geldi şu an: saftiriklerden yolacağı paraları düşünerek geleceğe umutla bakan, i hate yoga tişörtü giymiş bir istenc. olamaz mı, olabilir. dını nı nım.
  • olan bitenlerle bir turlu salgilanamayan serotonin'in ic borclanma yontemiyle elde edilmesi.
  • insanı iki kişiliği olduğuna inandıran eylem.kendimi bile kandırdığıma göre ne kadar da akıllı bir insanım ve ben bizzat kendim tarafımdan kandırılabilecek kadar safım.
  • mutlu olmanın tek yoludur. hadi tek olmasa bile en iyi, en geçerli yöntem bu. kaynağın başı burası.
  • gerçeklere sırt çevirip, kendi kurduğun sahte dünyanda debelenmektir.
    kimi zaman insan cesareti olmadığından itiraf edemez yüzüne tokat gibi çarpacak gerçekleri.
    kimi zaman da her şeyin kendi düşüncesine göre şekilleneceğini varsayarak, geçiştirerek umutla geleceğe bakar.
    en çok da aşık olan kandırır kendisini. çoğu zaman bile bile kandırır. görmeyerek, görmek istemeyerek.
    tutunmak için yapar bunu belki ama en sonunda alacağı darbe kat be kat acısını katlar. o gerçek gelip bütün çıplaklağıyla önünde durduğunda, artık kaçacak delik kalmadığında yıkılır, darmadağın olur.
  • tutunmaya çalışmaktır.
    yaşayan ve hatta kendini öldüren herkesin farkında olmadan ya da farkında olarak yaptığı şeydir.
    var olmaya bir neden aramaktır ya da neden-sonuç bağını koparmaya çalışmaktır.
    sanmaktır, kanmaktır.
  • kendine dönük bir girişim sanılır ama ikinci bir kişinin varlığı her zaman gereklidir.
  • depresif ruh halinden sıyrılmak için kuru fasulye yemenin faydalı olacağına inanmaktır.
    kendini kandırmak, şu fasulyeyi de kaşıktan düşürmeden yiyebilirsem her şey çok güzel olacak oyununa inanmaktır. her şey çok güzel olacak oyununu sabahtan beri olabilecek en saçma şeylerle takribi 100 defa oynayıp 80 defa kazanmama rağmen bir bokun değişmemesidir.
    kendini kandırmak, başkasını kandırmak kadar eğlenceli de değildir. sıkıcı ve salaktır. ilkokul düzeyinde cümleler kurmak, kafanın dağınıklığını yetmiş milyona izlettirmektir. son cümle gereğinden fazla televizyon izlendiğinin kanıtıdır. her şeyi kanıtlama merakı, meslek hastalığı, bunu salak salak şeylerle yapıp kaş göz kırmak, iş kazasıdır. tazminat istemek yersizdir zira yine her tarafa saçılmış beyin hücrelerinin aynı evin içinde toplanmasının imkanı yoktur. bu ise panikletici bir duygudur. panik ve korku farklı şeylerdir.
    bu kadar dağınıklık neticesinde kendini keserek ortalığı toplamayı başaracak genç bir insan aramaktır çünkü ölmek lazımdır. genç olursa daha az ölür. (şair burada daha az yatar esprisi yapmaya çalışıyor)
    of.
    ben de biliyorum depresyondan kuru fasulyeyle çıkmak diye bir başlık açıp, komiklikler şakalar yaparak favori bir insan olmayı yusuf ama yapamam. utanırım. kuru fasulyenin bunalıma iyi gelip gelmediğine dair bilimsel çalışmalar yapıp, bunları kamuoyuna sunarım.
  • bazen çaresizlikten doğar.

    doğum yapalı bir ay bile olmamışken aldatıldığını öğrenen kadının ''hiç ilgilenemedim, kendini boşlukta hissetti herhalde'' diyerek eşini aklayıp kendini avutma çabasıdır.
  • psikoloji felsefesinin** zorlu ve dolayısıyla enfes konularından birisi.

    başkasını kandırmak nasıl oluyor, önce ona bakalım:

    ör. cüzdanımda sadece 20 liranın olduğunu ve bu parayla ay sonunu getiremeyeceğimi bildiğim halde "para lazım mı?" diye soran arkadaşıma yalan söylüyorum (niye: çünkü ondan para istemeye utanıyorum) ; diyorum ki "yo yo, ay sonuna yetecek kadar param var, sağol." o da "peki," diyor, sözüme inanıyor. böylece arkadaşımı kandırıyorum.

    başkasını kandırmayı şu iki bileşende inceleyebiliriz:

    1) kandıran, doğru bir inanca sahip. (cüzdanıma bakarım; evet, bildiğim gibiymiş, gerçekten de sadece 20 liram varmış.)
    2) kandıran, bir kasıtla/niyetle* karşısındakinin zıt inanca sahip olmasını sağlıyor. (arkadaşımın çulsuz olduğumu bilmesini istemiyorum.)

    bu iki bileşen, başkasını kandırmanın zorunlu koşullarını oluşturuyor. yani bu koşulların sağlanmadığı durumda kişiyi başkasını kandırmış sayamayız. örneği biraz değiştirelim: cüzdanımdaki gerçek paradan haberim yok, sanıyorum ki 100 liram var ve bu para bana ay sonuna dek yetecektir.* "para lazım mı?" diyen arkadaşıma "sağol, gerek yok." diyorum. bu durumda arkadaşımı kandırmış sayılamam. çünkü sahip olduğum inanç yanlış. hem ayrıca arkadaşımın zıt inanca sahip olmasını sağlamış olmama karşın, bunu bir kasıtla yapmış değilim.

    böylece başkasını kandırmanın nasıl olduğunu açıklamış oluyoruz. diğer taraftan mesele kendini kandırmak olduğunda işler zorlaşıyor. zira kişinin kendini kandırmasını bu model ışığında değerlendirmeye kalkınca çözülmesi gereken iki paradoksla karşılaşıyoruz:

    statik paradoks: kişinin, hem kandıran hem de kandırılan olması demek, zihninde iki zıt inancı barındırıyor olması demek. bir insan aynı anda hem p’ye hem de p’nin zıddına nasıl inanabilir? “normalde” böyle bir şeyin gerçekleşmemesini bekleriz; ama bu bir şekilde oluyor, ortada böyle bir olgu var. bu nasıl mümkün, bu olgu nasıl açıklanmalı?

    önce verdiğimiz son örneği hatırlayalım ve o örneğin niye statik paradoks yaratmadığını görelim. (ondan sonra örneğe bir ekleme yapacağız; bu, statik paradoksla neyin kast edildiğini daha iyi görmemizi sağlayacak.) cüzdanıma bakmadan orada, gerçekte olduğundan daha fazla para var sanıyor, bu paranın bana ay sonuna dek yeteceğine inanıyorum – yanlış bir inanç bu, bu parayla ay sonunu görmem mümkün değil. ama bu inanç nereden kaynaklanıyor: benim bilgisizliğimden kaynaklanıyor – cüzdanıma bakmadım, içinde ne var bilmiyorum. bu örnekte aynı anda zıt inançlara sahip değilim; tek bir inancım var, o da yanlış. ne zaman ki cüzdanımı kontrol ederim, içindeki parayı görürüm, o zaman inancımı düzeltirim. (“aa, 100 liram var sanıyordum, oysa sadece 20 liram varmış.”) bilgi eksikliğinin bizi yanlış inançlara götürebildiği malum; elimizde yeterli bilgi varsa yanlışlar düzeltilebilir. o yüzden burada bir paradoks yok; bilme/bilmeme sorunu var.

    ama bu örneğe şu eklemeyi yaparsak zihinsel durum* açısından bir paradoksun oluştuğunu görüyoruz: cüzdanıma bakıyorum, içinde 20 lira olduğunu görüyorum. ne yaparsam yapayım bu paranın bana ay sonunu getirmeyeceğini biliyorum – örneğin geçmiş deneyimlerim var; onlara dayanarak düşününce bal gibi de görüyorum ki ayın şu gününde elimde 100 liradan az para olduğunda ben hiçbir şey yapamıyorum. yemeden içmeden kısmakla, dışarı çıkmayı kesmekle falan olmuyor; bir yerlere gidiyor işte o para ve ben hep bir arkadaşımdan borç almak zorunda kalıyorum. bunları biliyorum bilmesine ama yok, yine de şöyle düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum: “yok yok hayır, bu sefer borç istemeyeceğim, bu sefer olacak bu iş; 20 lirayı bulamayanlar nasıl yapıyor, ben de yaparım – yapamaz mıyım, yaparım ulan, yaparım valla!..” işte şimdi resmen kendimi kandırıyorum. 20 lirayla nasıl yaşanılacağını bilmediğimi bildiğim halde biliyormuş gibi davranıyorum. zihnimde iki zıt inanç aynı anda barınıyor: bir inancım bunu yine başaramayacağıma ilişkin; bir başka inancımsa bunu bu kez başarabileceğime ilişkin.

    zihnim bu zıt inançları aynı anda birlikte nasıl barındırabiliyor? şayet kişinin kendisini kandırması olgusuna, yukarıda sunduğumuz başkasını kandırmak modelini uygulamak istiyorsak bu sorunun yanıtını bulmakla yükümlüyüz. bu, yani statik paradoks, başkasını kandırmanın birinci zorunlu koşulunun, kendini kandırmak olgusundaki karşılığını oluşturuyor. (birinci zorunlu koşul, kandıranın doğru bir inanca sahip olmasıydı. onun buradaki karşılığıysa, kandırma işinin aynı zihinde cereyan etmesinden dolayı, hem p inancına hem de p’nin zıddına inanılması.) ama iş bununla bitmiyor: kişi kendini kandırırken sadece zıt inançlara sahip değil; kişi aynı zamanda, bir süreklilik arz eder şekilde, elindeki verilerin gösterdiğinin tersine inanmaya niyetli de. diğer deyişle eldeki veriler ne olursa olsun, iyi bir süre için bunları görmezden gelircesine davranma niyetine/kastına da sahip. bu ise kendini kandırma olgusuyla ilgili ikinci paradoksu oluşturuyor. şimdi bu paradoksu ortaya koymaya çalışalım.

    dinamik paradoks: kişinin elindeki verilere dayanarak bir yargıda bulunması, bir inanç oluşturması beklenir. nasıl oluyor da kişi bu verilerin işaret ettiği yöne gitmeme niyetine/kastına sahip olabilir? mesele bir bilgi sorunu değil. mesele, elde yeteri kadar bilgi olmasına karşın bu bilgiyi savuşturmaktaki sürekli çaba. işte bu nasıl oluyor; zihinde ne oluyor da böyle bir şey gerçekleşebiliyor?

    nasıl oluyor da ben, 20 lirayla geçinemeyeceğimi bilmeme rağmen bunu kabul etmemeye niyetleniyorum? kaç defa denedim; olmadı, olmuyor, bunu gördüm, biliyorum. hep hüsran hep hayal kırıklığı. “ama bu sefer olacak!” diye kendimi kandırmayı sürdürüyorum. üstelik bu, en azından bir ölçüde bilinçli de bir çaba: uzun uzun plan yapıyorum, “geçen sefer şöyle olduğu için başaramamıştım, bu sefer öyle olmaması için çaba gösterirsem başarırım.” diyorum. ama buna da bütünüyle inanamıyorum. bir taraftan bir şeylere güvenirken diğer taraftan o şeylere güvenemiyorum.

    işte yukarıdaki modelin ikinci zorunlu koşulunun (niyet/kasıtla ilgili olanı) kendini kandırmaktaki karşılığı da dinamik paradoksu oluşturuyor. o model iyi bir modele benziyor; o modele göre düşünüldüğünde başkasını kandırmanın örneklerini başarıyla açıklayabiliyoruz. tabii o model de felsefi sorulara gebe, ama o sorular insani/sosyal değerle, ahlakla ilgili sorular. kendini kandırmak söz konusu olduğundaysa bu model bizi daha temel düzeydeki sorularla uğraştırıyor – değeri ahlağı bırak, bu model bizi daha zihnin nasıl işlediği hususunda aydınlatamıyor ki. peki o halde aradaki fark ne? aynı kavramlara başvurduğumuz halde (inanç ve niyet/kasıt) sosyal ilişkiye ilişkin modelimizi niye bireyin zihnindeki ilişkilere uygulayamıyoruz? inanç ve niyet/kasıt, birey başkasını kandırırken iş gören kavramlar; ama birey kendisini kandırırken bizi paradokslara sürüklüyor. niye, nasıl?

    kendini kandırmak olgusuyla ilgili felsefi tartışma bu çerçevede yürütülüyor. olguyu açıklama yolundaki birtakım yaklaşımlara ise bir başka entride yer vereceğim.

    ---

    p.s.

    orpheus mesaj attı; verdiğim örneğin meseleyi anlaşılır kılmaktaki yararı hakkında duyduğu kuşkuyu şöyle dile getiriyor:

    "buradaki örnek mesela borç almak değil de başka birşey olsa daha anlaşılabilir olurmuş. borç alma konusu devreye girdiğinde kendini isteyerek kandırmaktan çok utanma yüzünden buna zorunlu kalmak oluyor. örnek tez yazması gereken, önünde bir ay olan ve bu bir ayın 25 gününü bugun yarın diye geçiren ve son 5 günün asla yetmeyeceğini en baştan bilen bir öğrenci olsaymış anlaşılırlığı daha yüksek olurmuş."

    orpheus, kullandığım örnekle ilgili olarak kuşkulanmakta haklı ve evet, onun verdiği örnek sanırım benimkinden daha açık bir kendini kandırma örneği. eleştirisini, meseleye başka bir açıdan yaklaşmanın aracı olarak kullanacağım:

    kendimize ilişkin algımız ve açıklamalarımızda, belki tamamen olmasa da bir oranda akılcılaştırmaya (rasyonalizasyon) başvuruyoruz. (niye “belki tamamen olmasa da” diyorum? çünkü zihnin sadece akılcı/rasyonel sayılabilecek süreçlerle işlediği hususunda kuşkularım var. bu başlıkta yazacağım diğer entride bahsedeceğim yaklaşımların ayrıldığı nokta da bu zaten – bu hususa özgü tartışmayı da dolayısıyla o entriye saklıyorum.) akılcılaştırma, bir şeylere sarsılmaz bir doğruluk atfetmeyi gerektiriyor: her şeyden kuşku duyan birisi düşüncelerini ilerletemez, kararlar veremez, eyleme geçemez. bu ise bir şeylere kesinliği kuşkulu bir doğruluk atfetmeyi ve bu dayanaksızlığın bazen görünmezleşmesini de içerebiliyor. yani bazı dayanaksız şeylere de inandığımız oluyor (hem de çok oluyor); ama bazen bunlar sanki hiç sarsılmaz şeylermiş gibi düşünebiliyoruz, davranabiliyoruz.

    arkadaşımdan borç isteyemeyeceğimi düşünüyorum. bu düşüncemin dayanağı ne? muhtemelen şuna benzer bir ahlaki yargı: “başkasından hep borç istiyor olmak kötüdür.” (“niye kötüdür?” sorusuyla bu yargının üzerine gidilebilir, ama burada onu yapmayacağım.) bu dayanağı, beni koşullayan bir zorunluluğa işaret ediyormuş gibi alarak başka düşünceler oluşturuyorum, kararlar veriyorum, eylemde bulunuyorum – peki, güzel.

    böylece şu genel felsefi yaklaşımı sunmuş oluyoruz: sarsılmazmış gibi kabul ettiğimiz yargılarımız var; bunlar zihnimizde, akılcılaştırma sürecimizin dayanakları, sınır belirleyicileri ve yürütücüleri olarak iş görüyor. ama meseleye buradan yaklaşınca da şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: kendini kandırma olgusunun örneklerini göz önünde bulundurduğumuzda, kandırmaya niyetlenmiş zihnin kendi rahatı için olur olmadık (dayanakları kuşkulu) yargılar ürettiğine tanık oluyoruz. nice durum var ki “zorunluluk” olarak bellenen şeylere dönük kimi yargılar yeterince iyi temellendirilemeyen şeyler. varlıkları tamamen, zihnin bunlara ihtiyaç duymasından kaynaklı. çürütülmeme sebepleriyse zihnin bunları sorgulayacak gücünün veya zamanının olmaması. demek istediğim şu: bu tip durumlarda, “şu zorunludur, şuna zorunluyum” şeklindeki yargı, kendini kandırma sürecinden ayrı, bağımsız bir şey olmayabiliyor. tam aksine: o zorunluluğa ilişkin yargı, varlığını, kendini kandırma sürecinin ta kendisine borçlu olabiliyor.

    örneğime dönmenin sırasıdır: 20 liranın bana yeteceğine hem inanır hem inanmazken yürüttüğüm monolog şöyle bir şey olabilir: “esra’dan artık bir daha borç isteyemem; utanmazın biri olarak bilecek beni, olmaz. – gerçi kaç senelik hukuğumuz var ama... – ama yok canım, artık öğrenmem lazım bunu, yani 20 lirayla yaşamayı da öğrenmem lazım. – ama olmuyor ki ulan, dene dene rezil olduk, daha ne. – e bu sefer olabilir, daha deneyimliyim; hem zaten esra’dan bir daha borç isteyemem ki, 20 lirayla yaşamayı bir kez daha denemek dışında bir çarem yok.” son replikle, çaresiz olduğuma ilişkin bir yargıda bulunuyorum; bunu da esra’dan bir daha borç istemeye utanmama dayandırıyorum: esra’dan borç istememeye zorunlu olduğuma inanarak kendimi kandırma sürecimi akılcılaştırıyorum. o halde yaptığım, kendimi buna inandırmaktan başka bir şey değil – ki bu da zaten kendimi kandırma sürecimin bizzat doğasında olan bir şey: o süreçte iş gören ve başka inançlarımla zıtlaşan, dolayısıyla statik paradoksu doğuran inançlardan bir tanesi.

    orpheus şunu varsayıyor: ortada dayanağı sağlam olan (iyi temellendirilmiş) bir zorunluluk var ve kendimi kandırdığım için değil, bu zorunluluk yüzünden esra’dan borç isteyemiyorum. buna karşı benim cevabım, bunun illa böyle olmayabileceği. “şuna zorunluyum” yargısında bulunurken de kendimi kandırıyor olabilirim; “şuna zorunluyum” yargısı, süreci zihin için kolaylaştırmak için üretilmiş bir yalan olabilir.
hesabın var mı? giriş yap