• önce bir bakalım sevgili viki bu mevzuda ne buyurmuş: "katran, organik maddenin yıkıcı damıtımından elde edilen akışmaz siyah bir sıvıdır. katranın çoğu kok üretiminin bir yan ürünü olarak kömürden elde edilir, ancak aynı zamanda petrolden, turba veya servi, ardıç gibi bazı ağaçların gövdelerinde özsulardan da elde edilmektedir."

    yani neymiş, katran simsiyah renkli, organik, ağaç kokulu bir mai imiş. şimdi de katranın hayatımızdaki yeri ve önemine değinelim. ben bir kere gördüm bunu, bir daha da unutamadım. zira kendileri en büyük dilemmalarımdan birisinin müsebbidir.

    efendim, bir vakit, restorasyon işlerimizin birinde, ev tamir ediyoruz. sıva raspaları bitince görülüyor ki tescilli evimiz, hımış diye tabir edilen teknik ile yapılmış. yani yatay, dikey ve çapraz ahşapların arası tuğla ve taş ile doldurulmuş. yapım tekniğini, malzelemeleri iyice tahlil edince iş başladı. kâgir içindeki çürükler ayıklanıp gerekli güçlendirmeler yapıldıktan sonra sıra geldi ahşapların korunmasına. işi birlikte yaptığımız danışman hocam ustaların eline katran kovalarını verdi ve ahşaplara boydan boya kat kat katran sürdürdü. katran ahşabın börtü böcekten, kurttan kurudan korunmasını sağlarmış. meğer eskiden de öyle yaparlarmış. ben yeni bir şey daha öğrenmenin heyecanıyla zifiri likitin yılların ahşabı üzerindeki hakimiyetini hayran hayran seyrediyorum. "tabii koskoca hoca, bak tescilli esere nasıl da kıymet veriyor. adam en eski teknikleri kullanıyor. üstelik bu bilgiyi benimle de paylaşıyor. kitaplarda yazmaz bu namütenahi, he hey, kıymetini bil bu tecrübenin" diyerek evin içinde bir oraya bir buraya geziniyorum. bütün evin ahşapları katranlanıp, sağımız solumuz siyaha boyanınca daha bir keyifleniyorum nedense...

    bu arada ben böyle keyifli keyifli fotoğraf çekerken marangoz ustalarından birinin habire söylendiğini işitiyorum. usta bir diğer işçiye şöyle söyleniyor: "eski köye yeni adet getirdi bu değişikler. neymiş, katran sürünce börtü böcek gelmezmiş. bunca yıldır ustayım, ilk defa duyuyorum. pis pis de kokuyor meret. şöyle iki kat pinoteks sürseydik daha iyi değil miydi? haşerat asıl o zaman gelmez."

    şimdi tabii ben bu itirazı oldukça sansürleyerek yazdım. şantiye dili ve edebiyatına vakıf olanlar gayet iyi bilir. bu kadar steril bir ifade olmasa da ustanın kendince haklı isyanı kafamı karıştırmayı başardı. hocaya çaktırmadan soruyorum, katran candır cevabını veriyor. ustayı yokluyorum, başlarım katranına, pinoteks eyidir diyor. gel de çık işin içinden. yılların hocası geleneksel teknikte ısrar ederken, yılların ustası modern yöntemleri salık veriyor. katran mı pinoteks mi sorusu gece rüyalarıma giriyor. bir elimde katran tenekesi, diğerinde pinoteks kovası, kendimi sıvaları soyulmuş, kagir evlerden olma bir toplu konut yerleşkesinde görüyorum.

    restorasyon böyle bir şey dostlar, fantazya ile realite arasında salınıp duruyorsun. benim kafamı karıştıran mevzulara bir sonraki neslin cevap vereceğini umuyorum. katrana bulanmış tahtaları haşerat yiyip bitirmezse tabii...itiraf ediyorum, içten içe ustanın tarafını tutuyorum. sürecektik iki kat pinoteksi oralara, sen sağ ben selamet. oh mis...
  • bazı şampuanlarla belirli oranlarda karıştırılıp uygulanarak psoriasis, egzema, seboreik dermatit gibi hastalıkların tedavisinde kullanılan madde.
  • organik maddelerden kuru damitma yoluyla elde edilen, sıvı yağ kıvamında, kara renkte, ağır kokulu, suda erimeyen bir madde....
  • 74 yaşındaki gülser şahin, 54 yıldır katran yapıyormuş. kurumuş andız dallarını tek tek topladıktan sonra ürettiği katranı kilogramını 200 liradan satıyor.

    https://youtu.be/ieccw-bb2_e

    "74 yaşındayım, 20 yaşımdan beri bu katranı yapıyorum. andıç ağaçlarının kurularını keserek, tek tek topluyoruz. daha sonra eve getiriyorum. evde kıymık kıymık kesiyorum. tenekeye yerleştiriyorum, daha sonra bir 20 santim derinliğinde bir çukur kazıyorum. çukurun içine kazan koyuyorum. kazanın üstüne tenekeyi kapatıyorum. tenekeyi kapattıktan sonra, hava almasın diye çamur ile etrafını sıvalıyorum. sıvadıktan sonra ateşi yakıyorum. ateşi iki üç saat söndürmüyoruz. ondan sonra soğumaya bırakıyorum. katranı arıcılar kullanıyor. hayvanlar rahatsız olduğu zaman hayvanlara veriliyor. hayvanların yarasına ve diş diplerine sürülüyor. yarım kilosunu 100 liraya veriyoruz."
  • katran ağacından (sedir) binbir zahmetle elde edilen bu siyah sıvı, veterinerlik hizmeti verilmezken, hayvanlar için ilaca ulaşım kısıtlı yerlerde her derde deva imiş. enfeksiyonlu yaralarda, hayvanların bilumum cilt hastalıklarında tedavi amaçlı kullanılırmış.

    şekerden daha kıymetli imiş:)
  • yerli korku filmi.. ersen denk diye biri yazıp yönetmiş.. başrolünde wilma elles oynuyo.. fragmanını izledim ve yönetmen yeni bi film çekmemiş de sanki the ring filminden kesip yapıştırmışlar gibi adeta.. bütün korku klişelerini barındırıyor.. lanetli ev, yeni taşınan aile, evin içinde geçmişte yaşananlar, beyazlar içinde, saçı önüne düşmüş, yüzü görülmeyen hayalet kadın, küçük çocuk hayaletler ve eve yeni taşınanların çocuklarıyla olan münasebetleri, anne babanın çocuklara ilk başta inanmaması, zınk diye efektle korkutma çabaları... bunları sadece fragmandan çıkardım.. bi de izlesek kim bilir içinde daha nasıl leş çakmalıklar olacak.. efektler olmamış, görüntüler de vasat gözüküyor..

    imdb'de ismi katran olan filmin ingilizcesini the tragedy diye kaydettirmişler bi de ahahahahahahah.. ya ulan senin daha kendi filmine saygın yok, kim izlesin senin filmini.. yapmayın evladım böyle şeyler.. bi de bir ersen denk filmi yazmışlar fragmanın başına.. sanki bilinen başka filmleri de varmış da onun için izlememiz gerekiyomuş gibi.. sanki bana wes craven, sanki bana john carpenter, stephen king anasını satiyim.. bi fragmana bu kadar sinirleneceğim de aklıma gelmezdi..

    aha fragmanları da bu..

    ingilizce: https://www.youtube.com/watch?v=qih8x1pb6mm

    türkçe: https://www.youtube.com/watch?v=hip9bf0a7fu

    hem türkçe hem ingilizce çekmişler bi de fragmanı ahahahahahahah baya sinirlerim bozuldu ya.. amerika'da ne zaman gösterime giricek acaba..
  • can alan bir kemal varol şiiridir.

    i.veda neziri

    sözün harfi bağışlamadığı yerden geldim
    sabır telkin eden ayaklarımı unutup
    taşın ve suyun uzağına geldim
    oysa erkenmiş daha
    ceplerimi sökerek ayrıldığım kendimden
    ne kadar uzak düşsem
    çeşmeler yine susacakmış yüzüme
    geç oldu ama bunu da bildim:
    yarıldı aklımın serinliği
    herkes bir nehrin dalgınlığıyla baktı bana
    ben ey paslı sözlerin sahibi
    onca zaman sonra
    herkesin yalanın saçlarını okşadığı yere geldim

    herkesin veda hevesiyle toprağa imrendiği yerde
    iki gece beş kış uyudum rüyama
    kara atlar kışı geldiğinde
    artık kalbime gerek yok, diyordum
    olsa da faydasız
    beni kadırgamdaki üveyiklere mahcup kılacak
    hangi kelime geçit
    dokunduğum ipeklerden yükselen zerre
    bana neyi fısıldar, diyordum
    ama bir gün bir harf parmaklarıma dar geldi
    kirpiklerimin işaret ettiği vadiye baktım
    bir gün ceketimle bir kapıya yığılıp durdum:
    adımın geçtiği yerde bana kim üşüyebilir, dedim
    her taşa tuttuğum alnımı kim unutturabilir bana

    daha çok dökülmeden varıp sormalıydım çünkü
    ellerim titrerken çıraklığım nerde bitti
    sebepsiz ıslanırken yoksul eskilerim
    kayaları yalıyan köpeklere eşlik ettimse niye
    kendimi soldurmakla ünlendim sonunda
    sandım ki su bana sırrını bağışlayacak
    taşa rastlayan bir çivi nasıl susarsa
    öyle eğileceğim her kuşkuya
    sandım ki söğüt ağaçlarına ağlayan
    ürkek süvarileri susturabilir
    ellerine bakarak büyüyenleri sevip
    okuduğum veda yüzleri unutabilirim
    çıraklığım nerde biter bilmeden
    yedi cüretle geçtim kapılardan
    yine de kaplan kini bırakmadı beni

    hududa kulak veren boynuma
    ne söylediysem faydasız
    kırmızı karlar yağarken affedecektim
    herkesi ve nezirimi
    bu başkasının kini olmalı, dedim
    bu gergef eski
    vahdeti bozdum, daha çok mahvolmak için
    çelikten aynalar tuttum çöle
    haram sularda dağladım marifetimi
    ne yapsam, ne yapsam
    yine de hep, ah
    düşmanımın teni çekti beni

    en sonunda
    başkasının kanatlarıyla vurdum kıyıya
    yaralı atlarım, kırbamdan dökülen kan
    gelip almaya gücümün yetmediği iştah
    havaya atılan taşla vardım kapılara
    çok eskiden yeterdi bana
    duvara dayanmış tüfeklerle aldığım soluk
    sanıyordum ki
    rüzgâr her sözü süpürmeden anlayacaktım:
    herkes ölüm kınaları sürünüp beni unutacak
    ah ve ay’la görünecek görünmeyen
    etimde sınanan bir veda ki
    içimden o kelâm-ı kadîm akacak:
    beni herkes en son gördüğüyle hatırlayacak

    çünkü temaşakârların yalanıyla indim
    çocukluğumun yılan sarnıcına
    dilim ve rüyam geride kaldı
    uzak düştüm yas çadırlarının kahrına
    kırk inziva bakarken gözlerim
    dedim: kara yazlar biriktireceğim yazgıma
    gün gelecek göç edeceğim sarnıç ve şerrimden
    ellerinden dövme güller düşürüp
    güneşe sırt dönenler
    kısmet ve allah’ı burada değildi
    diyesilerdi bana

    ii. veda tavafı

    puhu kuşlarıyla uyanıp
    endam aynasında gördüğüme kıyam etsem
    o isli tandırın etrafında ne kadar dönsem de
    bir kuyu başında herkes kadardım işte
    herkes kadar sevdim hatamı
    söz olsun ki kustum öğrendiğim kelimeleri
    ve eğildim uzağımdaki seyrime
    kuyuya düşen kara çocuğa bakarken
    son kez bakarken bende kararan bana
    solarken solan her insan kadar
    sordum suya karışan arzuma:
    bir kötülük vaadidir insan
    ey gizli çürüyen sima
    yol dönsem şimdi kime

    uzak kervanlara terk edilmiş atlar gibi bakmasaydım
    başkasının gözleriyle sevmeyecektim kendimi
    bir tenha bulaydım kara kışlağımda
    eğilip yalıyacaktım sağramı
    ah, sırtımda rüya ve rüzgâr
    ölüm suları dökünüp
    yeniden sırdaş olacaktım cesedimle
    ey zamanı kısa denilen heveskâr suret
    kadınların hatırladıkça içlendikleri
    o çok çocuklu çıkrık sesi
    belki bu kadar incitmeyecekti beni
    yalnızlığın herkese düğme olduğunu bilmesem
    daha ikiydi tavafım, belki gitmesem..

    bir geyiğin gözlerinde kıştı uyandığımda
    oysa öğrenmiştim dişlerimi sıkmadan
    göklere yakın uyumayı.
    fakat dizlerim geyikler kadar koşarken tuzağına
    hep bir fukara öfkesi belli etti beni
    yokluk vadisinde ziyan seferiler
    dönüp son kez baktılar bana
    dediler: zamana küs
    öldürdüğün yılanları gömmek için gelme
    ağunu kirpiklerinin hürmetine sakla
    çünkü kış kanat germez toprağın imâsına
    nasılsa herkes ömrünü yer
    dön sen
    kalbin acısını ayakların sızısı alır
    dönsen de

    daha uzağa gidebilirdim ayaklarım olmasa
    yükümü mola taşlarında indirmez
    geceden geceye katrana bulamazdım göğsümü
    parmaklarım her beladan hevesini alır
    anlardım: geçer zaman
    insan kötülüğüyle nam alır
    ve ricat eder yılan derisine
    bir elin bir ele selamıyla
    velev ki geçer zaman
    hâşâ, demedim, ama
    kalpte zina gibi geçti söz içimden:
    daha gül sen, daha gül
    insan duman hevesindedir dünyada

    yarasaların kanat sesleriyle
    atımın masum boynundan inip
    iki harf arasında şüpheyle kıvranan
    toprağa ve adıma baktım
    bir yaprak gibi ağdım boşluğa
    ağzımdaki sağanağı dindirdim
    ve fakat rüyâ terzisi razı gelmedi
    kendimin kal’asında kirli durmama:
    avuçta sıkılmış bir taş gibi durma, dedi bana
    çünkü sorar her taş, sormalı:
    neden benim kadar katlanmadın bana

    kaç zaman sonra
    eksik tavafıma bakıp
    uzak gözüyle ağlayan bir kadına söz düştüm:
    kıvranan ömrün uzun olsun, dedi bana
    o yokluk burcunda git ve gel
    allah bir tenha bulur belki sana
    belki bana gel..

    iii. veda hutbesi

    ey sabahına uzak düşüp meydanda sıra bekleyen
    çok yer dolandım sonunda yanına düştüm
    sokaklara vardırmadım gözlerimi ama gördüm:
    şehirde herkes tebdil, erkekler yalan
    orada herkes tacir arzusunda
    şimdiden sonra her söz tehir gelir onlara
    orada zifiri kadınlar zamanla kendilerine kararır
    denizi bilmeyen çocuklar suyu söyletir:
    şehirde herkes teşhir, kadınlar yalan
    andolsun ki neden sustuğu şüphe
    bir seda kadını sevdim orada
    uzadı saçları, görmedim
    her harfi sağdım
    alkışlar aldım şehirden çıkarken
    erkekler ayan da, her kadının kalbi sır
    neden, bilmedim

    bildiğim, o haram duvardan neden geçtiğim
    neyim varsa geride bıraktım çünkü
    oysa gözlerim ki biri kibir biriktirir
    biri içlenirdi ötekinin mahsenine
    meğer denizi buluncaya kadarmış nehrin telaşı
    hasılı bir bardakta iki suymuş kıymet ve kıyam
    anladığımda gelip durduğum duvar
    kollarına aldı beni ve git, dedi:
    daha uzağa ve doğu’ya
    saçlarını arkaya yaslayacak kadar
    öğren yokluğun yılan dilini
    doğu’da her şey bir vedayla sezilir
    ey sözün sedefi
    seni göndermez
    anlam ve âmâ nerde
    kulağına fısıldardım ammâ
    sen de bir riyânın çocuğusun sonunda

    iki taşın sesinden çıkan alazla
    her sabah yediğim toprağı unutup
    soğuk taşlar biriktirdim sabahla gelenlere
    ama her seferinde yatır uykusuyla
    döndüm herkese ve ezberime:
    şüphesiz, o eski ağunun çocuğusun sen
    denilen tekrarı duydum her seferinde
    karaağaç, karaağaç
    sen de duydun mu, dedim
    duydum, dedi
    ama ben sözümü yutar taşımı çoğaltırım
    her sırrını meydan eden o şüphe beytine:
    ey geceden geceye katran isteyen
    yoksulun oldum her seherde

    göğsüme doldurduğum kemikler yetmez olunca
    altın ufağı ayaklarıyla yolu tozutan kadınlar
    hüsran renginde baktı bana
    yüzümdeki peçeden umar yok, dedim onlara
    kendine şehvet dedirten dünyadan payım yok
    bir kırbacın iç çekişinden beklediğim sadakat
    incimi nerde düşürdüğümü hatırlatmıyor bana
    kusur benimdir, başa dönen tespihle affedin beni
    boynum eğilirken çıkardığım ses
    nöbet durduğum uykular, sonunda:
    bu kimin haramıdır, diyecek bana

    son gece, bir kadının çadırında
    eğildim kar kuyularının ateşine
    mübarek akşamdır diye yaktığım kandil
    kıstığım kadın, sırrım ol, dedi
    korkarım gizli bir bıçak imtihan ediyor beni
    çünkü ay batarken hendekler kazacaklar sana
    ve sen söyleneceksin:
    sırtındaki ben, gözündeki kıymık
    neden görünüyor şimdi bana
    ve belki yeni bir mezhep için
    ferman edeceksin feryat edenlere:
    aşk bir yutkunmadan başka nedir
    aşk bir yutkunmadan başka nedir
    yeniden ırayacak yolların
    sanırsın yeniden çöl ve bedir

    kör akşamların hışırtısını duyduğumda
    artık hakkım yoktu
    kimsenin otağında söz dökmeye
    hile ve hevestim herkesin huzurunda
    sim yeşili sularla örttüklerinde beni
    uzak, mor bir örtüydü doğu’nun rüzgârında
    duydum: herkes başkasının ateşiydi sonunda
    böylece uzadıkça uzadı ardımda tüten akşam
    geceye ellerini açanların sancısı sararken beni
    ey hâlâ yollardan bir göz uman
    ey kör, dedim
    her nefes kafestir artık
    her nefes kafes
    beni senden soracaklar, şahit ol!
    inandım: biriktirdiğim nal sesleri ezel
    inandım: her şey ben gittikten sonra güzel
  • 400 adet sigaranın vücutta biriktirdiği katran miktarı için;

    http://www.akilli.tv/…d-b6a0-42da-8b4b-8d4f8a1a3b48
  • fragmanını az önce tesadüfen izlediğim yerli gotik film. çok komik olm yerli gotik ne lan. senaryo / olay bir köşkte geçiyor izlediğim kadarıyla ve evin dışında fazla dış mekan yok ki bu türde bu durum gayet doğal ve olması gerekendir, varsa da muhtemelen etraftaki bahçedir ya da mezarlıktır falan. bazı paranormal meseleler gerçekleşiyor, büyük olasılıkla o evde daha önce yaşayıp ölen ancak ruhları özgürleşememiş kişiler var. ev kendisini bu şekilde tekrarlıyor / yaşatıyor her gotik filmde olduğu gibi.
    bana garip gelen türkiye'de bir gotik film çekilmesi. yani karakterler yabancıdır belki bilmiyorum olay da belki türkiye'de geçmiyordur, eğer öyleyse, yani uluslararası bir başyapıt iddiası ile çekildiyse eyvallah ama olmaz abi, türkiye'de gotik olmaz, çok saçma, komik, yani kültürü yansıtmıyor, çok özenti, çok piyasa. aa sinemanın gelişimini senin gibiler baltalıyor demeyin bana. yani bu film biraz boş arsada beyzbol oynayan mahalle çocukları gibi. eğreti.
  • bizim ege ve akdeniz bölgeleri kırsalında ağaç adlandırmaları biraz terstir. misal köyümüzde selvi dediğimize sizler, şehirliler kavak diyeceksiniz. kentlinin servi dediğine biz zaten kafa yormuyoruz, çam deyip geçiyoruz. ardıçla çok içli dışlı olduğumuzdan onu atlamayız ve genelle birleşiyoruz galiba. genelin çınar dediğine biz kavak diyoruz. selvi dediğimiz ağacın bir tür yüksek, gösterişli ve aşılı gibi olanı vardır, ona kanada kavağı diyoruz, özellikli ad olunca belki aynı noktada birleşir. karaağaç bile genelden farklı galiba. katran ve sedir ağaçlarında da bile karışıklık var. küyner, köknar sadece seste mi farklı, ayrıca tür farkı da var mı bilmiyorum. kargadan başka kuş tanımıyor gibiyiz, ona da kuzgun mu diyoruz? (bkz: selvi/@ibisile)

    türkiye'de en büyük sedir ağacı deposu antalya'nın elmalı ilçesiymiş. en'li 2 sedir varmış; biri karacaören köyündeki, halkın "ambar katran" dediği 2300 yaş üzerindeki sedir, biri de elmalı'daki 2000 yaşındaki, halkın "koca katran" dediği sedir. halk 'dağların kadısı katrandır.' dermiş. katran diye tanıdıkları ağaç sedir, cedrus libani. kudret sözcüğüyle ilinti kuruluyor. sedir ağacının kabuklarından elde edilen katran deri hastalıklarına iyi gelir, deri mantarlarına karşı antiseptik etki gösterirmiş.
hesabın var mı? giriş yap