• bir zamanlar kılıçtan keskin olduğu iddia edilen bir araç. şimdi yemio tabi, kimse çıkıp söyliemio "kalem kılıçtan keskindir" die göğsünü gere gere... lazerle keserler adamın kötünü saneisinde (bkz: lazer)
  • kökeninden bağımsız olarak, farkettim ki bu kelime süper bir rastlantı sonucu söz anlamına gelen kal ve ilaç anlamına gelen em kelimelerinin birleşmesinden oluşuyor. yani söz ilacı kalem.
  • artık yerini mouse'a bırakmıştır nerdeyse bende. arkadaşı da ak sayfa ya da defter değil, bilgisayardır artık.

    ben ki kendimi bildim bileli kırtasiye delisiyimdir. kalem, defter, ajanda ve bilumum yazma aparatları toplardım.
    gerçi yine ajandalar biriktiriyorum, eski-yeni farketmiyor. bazıları o kadar güzel ki kullanmaya kıyamaz insan.
    şimdilerde kıyamamaktan değil, aklıma düşmediğinden dolmuyor ak sayfalar.

    çünkü kalem yerine mouse kullanıyorum artık. en çok kullandığım mail adresimin taslağına yazıyorum notlarımı.
    bilgisayarın office word'ünde toparlıyorum yazılarımı. kalemim mouse oldu, hey gidi hey...

    geçenlerde bankada işim vardı ve bir dolu imza atmam gerekiyordu. daha ilkinde kontrol eden bayan görevli; "bu sizin imzanıza benzemedi, bir daha atın lütfen" dedi gülümseyerek. eyvah eyvah dedim bir. sonra bir kağıt parçasında ufak bir antremanla kavuşabildim imzama iyi mi! oysa paint programında mouse kullanarak pek de güzel atabiliyordum imzamı hani. vay ki vay!.. küller başıma!..

    yine geçenlerde iki kitap armağan edecektim iki dostuma. e birşeyler yazıp imzalayayım dedim. elime kalemi alır almaz yazma gafletine düştüm ki çok berbat yazdım. mecburen kitabın o boş sayfasını kopardım ve ak bir sayfada denemeler yazıp da kavuşabildim elyazıma. en az yirmi dakikamı aldı tabi, kitapları açıp düzgün şekilde yazabilme güveninin bünyede oluşması...

    şimdilerde eski-yeni tüm defterlerimi çıkardım, görünür bir yere koydum. her gün birini açıp ibretle bakıp, okuyorum.
    işte günlükler, şarkı sözü notları, şiir notları, okuma notlarından oluşan canım defterler...
    içindekiler bir nevi benim tarihim olduğu için kıymetli şeyler tabi. lakin, şimdilerde benzerini yazabilmekten çok çok uzak olduğum elyazıma bakmaktayım daha ziyade.

    şu entariyi bitirip mouse ile yolla butonuna bastıktan sonra bir defter açmayı düşünüyorum.
    yapar mıyım bilemem ama düşünüyorum.
    hele şu yolla'ya basayım da.
    yolla.
  • siyah kalem
    mavi kalem
    kurşun
    kalem...

    ta üniversite yıllarından bir arkadaşım vardı, sevgilimin çocukluk arkadaşıydı. astsubaydı ve ilk sınır ötesi operasyona katılanlardan biriydi. evliydi ama; sevgilimin ablasını severdi çocukluklarından beri. arkadaşının ablası diye ses etmemişti senelerce. ilk kızının adını vermişti en fazla, o kadar. heyecanlı, hikâyeci ve müthiş sırdaş biriydi. tanıştığımızda bana önce gözünden vurulan askerlerinden birinin rüyalarına girdiğini, sonra da sevgilimin ablasını nasıl sevdiğini anlatmıştı. ve eşiyle nasıl evlendiğini.

    bir pusuda, artık sağ çıkamayacağını düşünürken, eğer sağ çıkarsa arayan ilk bekâr kadına evlenme teklif edeceğine söz vermiş. ilk arayana da etmiş zaten, iki kızları vardı.

    eşini ezmedi, ezdirmedi. ama kadın sevilmediğini anlamıştı ve bunu ne kendine yedirdi ne de rahmetli ismet'e, arkadaşıma yani. o hep gülümseyerek yaklaştı karısına, elinden geldiğine onu mutlu edecek şeyler de yaptı, lakin sevmediğini hiç söylemedi. belki söyleseydi, karısı o kadar kıskançlığa kapılmaz ve hayatı her ikisine de zindan etmezdi. gönül sevilmeyince ve bu kendisinden saklanınca deliriyor galiba.

    ismet, sevgilimin arkadaşıydı, biz de inanılmaz iyi anlaşıyorduk. şehir dışına gittiğinde bana hediyeler getiriyor, aradığı zaman önce arkadaşıyla sonra da muhakkak benle konuşuyordu. sevgilim dersteyken, dışarda onu bekler ve kahve içer, tavla oynar, acayip acayip bir sürü değişik şeylerden konuşurduk. sonra ders bitince onlar erkek erkeğe eğlenmeye gider, bana da yurda dönmek kalırdı. bizim evlenmemizi bizden çok o istemişti neredeyse. istediği de oldu gerçi; ama gelememişti düğünümüze. ne üzülmüştü ya rabbim, hem de ne. bir operasyondaydılar.

    çok çok çok sonraları çıkıp geldiğindeyse, elinde bir matbaaya bastırılmış, a4'ün yarısı büyüklüğünde kitap haline sokulmuş, kapağında "siyah beyazlarım" yazan sayfalar vardı. her sayfasında bir şiir, her şiirinde de bir hikâyesi; ama onu ismet'in ağzından dinlemeliydik. şu yukarıda yazan da onun bir şiiri. hikâyesi bende gizli -ki gizli olmasa bile, anlardım neden bunu yazdığını. çok acemice yazılmış bir sürü şiiri var da, bu nedense bana çok derin gelir. ilk bunu okumuştum zaten, rastgele açtığım sayfada karşıma çıkmıştı. bir sürü kitap geldi geçti elimden, kayboldu, yakıldı, satıldı, atıldı; bir bunu atmadım hiç. arada açar ve okurum, ilk sayfasına benim için yazdıklarını okurum.

    ismet'e fatiha okurum.

    sonradan, eşine ve kızlarına çabucak varabilmek için hız yaptığı bir trafik kazasında vefat etmişti. cenazesine gidemedim. elvermedi içim.

    ne çok ölüm birikmiş geçmişimde, ne iyi insanlar erkenden ölmüşler hep.

    ne siyah kalem, ne mavi kalem.
    ismet, buraya bile değil kurşun kalem ile temiz beyaz bir bir kâğıda yazılmalıydı aslında ya; neyse...
  • kökeni arapça “kalem”in anlamı kamış kalemmiş. arapça kalemse k-l-m kökünden* değil nişanyan’a göre eski yunanca “kalamos”tan geliyor. nitekim “kalamos”un anlamı da kamış. (bkz: kalem güzeli)

    ama bu eski yunanca kökten başka bir aile de filizlenmiş: latince “calamus”.* herhalde tabletlerle mürekkep teknolojisi değişince “calamus” da kamış kadar tüy* anlamına kaymış, sonra sonra hokka kalemin içine girip “calamus fontanus” ortaya çıkmış: “plume-fontaine” ya da “fountain pen”. (bkz: tükenmez)

    kılınçtan keskin olduğu için midir nedir, “kalem”in teknolojisinin latinceden batı dillerine geçişi felaketle sonuçlanmıştır: calamitas. (bkz: kalamiti ceyn)
  • ucunu fazla kaçırmış yine. olur olmadık satırlara giriyor, köşeye kaçıyor. yakalamaya çalışırken diğer bir köşeye atlıyor. yıldız yapıyor, ben siliyorum; iki yıldız yapıyor ben siliyorum. ilgisiz harflerin durağında yeni kelimelere meydan okuyup en arka sıraya atıyor kendisini. silgim tabanı aşınmış sandal gibi oldu, her çizgiden su kaçırıyor.

    yoruldu. biraz dinlenmesi gerekiyor. biraz da uykusu geldi, içine söz geçiremiyor. sürekli yolculuk hâlinde, iç cebimin en rahat koltuğunda ayaklarını uzatıyor. dile kolay, neredeyse on senedir birlikteyiz. kendime yalan söylerim ona asla söyleyemem. silgi gider, istanbul'u dinler, rüzgârını da alır yanına. kalem kalır, balkondan uçan kuşları izler. biraz fazla kaçırır uçlarını. kırılır, kimseye söyleyemez. yine yazar, kırık kırık yazar, hem daha güzel yazar. sayfanın parıltısına tav olur, elleri ellerine değer...
  • en sevdigim medeniyet itemi. ofis masamdan surekli yuruyor bunlar. artik yurumemesi icin sevdigim butun kokulu kalemlerim olsun, simli kalemlerim olsun, rotringlerim olsun hepsini kalem kutusuna koydum, masa ustu kalemliginde boyle en sacma kalemleri biraktim, iste asiri kalin veya super kucuk, ya da tepesi cicek seklinde falan. yalniz cok ilginc, ulan israrla o kalemleri aliyorlar hahaha utanmiyor musun sen toplantiya govde yesil, tepesinde sari lale bulunan kalemle girmeye ya kocaman insanlarsiniz, getir kardesim kendi kalemini.
  • umberto eco'nun gülün adı isimli kült romanında, kahramanlarımız baskervilleli william ve çömezi adso, manastır kütüphanesinin kapıları kilitliyken mutfaktaki gizli geçitten kütüphaneye girerler. william ve adso, şaşkınlık içinde labirente benzeyen bu dini kütüphanede aristo'nun gülmeyi öven kitabının da bulunduğu bir dolu din dışı kitap da keşfeder.

    ancak asıl şaşkınlık başkadır: kahramanlarımız dikkat etmezlerse rahatlıkla bu yapı içinde kaybolacaklarını anlayıp dehşete düşerler.

    ben de kalemi bir labirente benzetiyorum. (sizi bilmem de kalem deyince benim aklıma gayri ihtiyari dolmakalem geliyor.)

    labirent düşüncesi oyalayıcı ve esrarengiz bir bilmece gibi görünebilir, oysa tedirgin edici yanı gizemli yüzünden daha baskındır.

    kalem tedirgin edicidir.

    hakkında hiçbir gerçek delil olmadığı halde, çağlar boyunca hep aynı yöntemle uydurma kanıtlarla hapse atılan, ölen, öldürülen, yakılan yazarları ve düşünürleri hatırlıyorum. gerçi hatırlamamak mümkün değil, perşembe sabahı okuduğum gazetenin kitap ekinde aynı konuyla ilgili bir yazı vardı; 10 mayıs 1933 gecesi saat 22.00'de yakılan 25 bin kitaptan söz ediliyordu. (hemen yandaki ince sütunda ise günümüzde yaşanan bir adaletsizlikten söz ediliyordu.)

    binlerce fikir ve bir o kadar da kalem yakılmış, yakılıyor. katı ve mutlakçı düşünceler de kaleme benzer, soğuk bir yüzü vardır. o noktada sanat yoktur artık. zanaat ise yaşamasına izin verilen bir köledir sadece, biteviye tekrarlanan zararsız fikirleri yaymak için kafeste beslenir.

    ne zaman şöyle keyifle bir dolmakaleme uzansam gözümde tehlikeli resimler ve düşünceler beliriyor. aklımın uzantısı kalemlere bakıyorum. zanaat ve sanatı ayrıştırmak gerekmiyor. hepsi şiir gibi bir arada.

    bazı kalemler bir heyecanla elimizden tutup bizi gizli geçitlerden devasa bir alana özgürlüğün meydanına getirir. bazen uykudan uyanır ve çıkış yolunu aramaya başlarız. karmaşık labirentlerden çıkmak zordur, hele labirent elinizdeyse çok daha zordur.

    not: ortaçağ kütüphaneleri uzmanı dr. john ward, gülün adı'nı incelemiş ve romandaki hayali kütüphanede bulunan kitapların sayısının 85 bin civarında olduğunu hesaplamış. dr. john ward'ın bu konudaki "iskenderiye ve ortaçağ'dan getirdiği miras: kitap, keşiş ve gül" isimli enfes makalesini dost kitabevi'nin çıkardığı iskenderiye kütüphanesi başlıklı derleme kitapta okuyabilirsiniz. bu kitabı alanların öncelikle kitabın sonunda yer alan bu makaleyi okumalarını öneririm.

    bir labirent olarak kalem
  • kağıda yazarsın kalemle, yazgının kirpiklerini ayırırsın. dünyayı ikiye bölersin. sonra kavga edersin kuzey ve güney için. karalar ve denizler için. yeryüzü ve gökyüzü için. büyük ayı ve küçük ayı olmak için.

    cümle içinde kullanımı:
    biri içimi karıştırmış gene kalemle, dün gece. küllerin arasında köz aramış, bulamamış. henüz soğutulmamış bir yokluk bırakmış giderken.
hesabın var mı? giriş yap