• çok iyi bir film ama herkese göre değil.

    film bizim de türk izleyicisi olarak o dönemde çekilmiş filmlerden ve modern dönem filmlerinden aşina olduğumuz 60'ların sonundaki amerika'nın politik havasının koyuca bir fonunu oluşturduğu detaylı, satirik ironik ve komik bir dedektiflik öyküsü.

    inherent vice bir roman uyarlaması. haliyle roman uyarlamalarına dair olumlu ve olumsuz yönleri barındırıyor. ancak paul thomas anderson'ın dahi uyarlama işinin altından ancak yeterli düzeyde kalkabilmiş olması bu işin oldukça zor olduğunu ıspatlıyor sanırım. film, yönetmenin kendi fırçasına ait kalıntılar ve filme romandan farklı numaralarla yaptığı tamamen subjektif katkı ile karakteristik bir film olmayı başarmış. iyi de olmuş.

    gelgelelim izlemesi zor bir film olmuş. neden?
    1- gidişatının başroldeki karakter gibi kafası dumanlı olması.
    2- karakterlerin çokluğu, ve yine bir çoğunun derinleştirilememesi
    3- roman olay örgüsündeki karmaşanın iki buçuk saate sığdırılması gayreti

    bu handikaplara rağmen teşbihte hata olmasın senaryo çok nazlı çok kaprisli ama çok da güzel bir sevgili gibi oldukça başarılı.

    ışık tutması açısından filmdeki takibi zor ilişkileri ve sistemi anladığım kadarıyla biraz aydınlatmak isterim.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    adamımız doc sportello yarı ayık gezen tıp doktorluğu kimliğinden ziyade özel dedektiflik yapan birisi. eski sevgilisi shasta fay hepworth uzun bir aradan sonra bir gece gizlice doc'ın yanına gelip doc'tan halihazırdaki aşkı emlak zengini michael z. wolfmann'ın, karısı sloane ve karısının sevgilisi riggs warbling tarafından tımarhaneye kapatılması ve variyetine el konulması kumpasının olduğundan bahisle yardım ister. bunun üzerine doc araştırmalara başlar.

    bu arada anlatıcımız sortilege film boyunca olmadık yerlerde çıkıvermesiyle ve ortaya çıkıvermesinin yadırganmamasıyla gerçekliği sorgulanan ve doc'ın sağduyusuymuş gibi hareket eden bir ablamız.

    araştırma sırasında doc ilk aunt reed'i arar ve ona bu wolfmann'ın ne ayak olduğunu sorar. o da yahudi olmasına rağmen aryanmış, naziymiş gibi takılan birisi olduğunu söyler.

    sonra daha aksiyona geçmemişken doc'ı tarık halil diye bir siyahi arkadaş ziyaret eder ve ona wolfmann'ın yakın koruması glenn charlock adında birini bulmasını zira bu şahsın kendisine borçlu olduğunu söyler. bir de doğup büyüdüğü kasabanın bir anda wolfmann'ın bir emlak projesi nedeniyle tahliye edildiğini söyler.

    doc olay yerine gider orada bir genel ev tarzı mekanda araştırma yaparken kafasına yediği bir darbeyle bayılır. ayıldığında glenn charlock'ın cesedinin yanında uzanmaktadır ve polis bu cinayetten onu suçlar. eskiden doc ile epeyce bir hukuku bulunan christian bigfoot bjornsen adlı bir polis adını temize çıkarması için onu salıverir. shasta ve wolfmann'ın da kayıp olduğunu söyler. bu arada bigfoot'un doc'a yaptığı muhbirlik teklifini de doc reddeder.

    doc'ın yeni müşterisi hope harlingen onu, öldü olarak bildiği eşi saksafoncu coy harlingen'i bulması için tutar.

    sonra wolfmann'ın evine gider ve ardından arada bir takıldıkları avukat penny'nin yanına gider. penny onun güzel kafayla glenn charlock cinayetinden ve shasta-wolfmann çiftinin kayıplık durumundan sorumlu olabileceğini düşündüğünü itiraf eder ve bir şekilde durumu soruşturan fbi'ın eline teslim eder. sorgudan bir şey çıkmaz.

    sonra kafasına vurulan genel evde çalışan jade özür babından doc'ı bir yere çağırıp konuşur ve onu aranan koca coy harlingen ile görüştürür. coy doc'a "golden fang" denilen ve ülkenin büyük montanlı uyuşturucu nakliyatının yapıldığı gemiyi ve aynı adlı çeteyi anlatır. coy kendinin polisin de içinde bulunduğu bu ekip adına çalıştığını ve ailesini görmesinin yasak olduğunu söyler. ailesi konusunda da doc'tan bilgi talebinde bulunur. metaforik olarak sahne dumanlıdır. doc yolunu bulamaz.

    sonra doc avukatı sauncho ile mevzuyu konuşur. sauncho, golden fang organizasyonuna paravan patron olarak yıllar önce bir aktörün tutulduğunu şimdi de mickey wolfmann'ın paravan patron olduğunu belirtir. bu patronların ortak özellikleri beyinlerinin yıkanması ve kuzeyli beyaz amerikanlardan oluşmasıdır. bununla birlikte bir süredir kayıp olan shasta-wolfmann çiftinin de gemide olabileceğini söyler.

    doc sonra tv izlerken haberde coy harlingen'ı nixon'ın konuşmasını provoke ederken görür. sonra onunla gizli bir görüşme yapar ve coy'dan hükümetin ve çetenin kendisini her türlü işte kullandığını, tamamen tutsak ettiğini öğrenir. bir şekilde kurallarına uymaz ise polisin pis işlerini yapan vigilante california adlı çetenin kendisini temizleyeceğini de ilave eder. doc, bu durumu bigfoot'a söyler ve ondan bizzat konu ile ilgileneceği sözünü alır.

    sonraki sahnelerde doc kendisinin de cinayetiyle suçlandığı mefta glenn charlock'un kardeşinden kendisinin diğer bir badigard olan puck beaverton ile öldüğü gün vardiyaları değiştirdiğini öğrenir ve bu işte bir bit yeniği olduğunu düşünür.

    doc gece eve dönerken kapısında shasta ile yaşadığı muhteşem bir günü anımsatan bir kartpostal bulur. bu anıyı yaşadığı yere gidince de o günlerden farklı olarak oraya bir gökdelen yapıldığını görür. golden fang'in karargahını bulduğu düşüncesiyle içeri girdiğinde buranın bir diş hastanesi olduğunu öğrenir. burada edindiği hayati bilgi güneyde bir yerde, eski bir müşterisinin kızı japonica fenway'in de bir dönem kaldığı ve wolfmann'in orada tutulduğunu düşündüğü chryscylodon adlı bir tımarhanenin olduğudur.

    doc, anti komünist aryan propagandanın kalesi haline gelmiş bu tımarhaneye gider. burada mickey wolfmann'ı kafası tamamen gitmiş, pişman olmuş bir "mutlu üye" olarak görür. işler hakikaten medyaya onun kontrolündeymiş gibi yansımakta olmasına rağmen kendisi artık bir yönetilen haline gelmiştir.

    sonraki sahnede shasta hiçbir şey olmamış gibi doc'a geri döner. bu çok basit bir sahneymiş gibi görünse de çok hüzünlü bir sahne diye düşünüyorum. filme de adını veren deniz sigortacılığı terimi "inherent vice" ya da fıtri kusur shasta'dır. aşkına karşılık masumiyetini kaybetmiş ve illa ki hasar göreceği için sigortalanamayan bir durumda hasarını görmüş ve geri dönmüştür. bu hal doc'un da yüreğini sızlatır en azından başka bir yaşamı renklendirmek ister kendince.

    sonrasında doc, penny'nin yanına gider ona wolfmann'ı gördüğünü ve şahitlik yapabileceğini belirtir bir de ondan vigilante california'nın belalı herifleri tefeci adrian prussia ve onun adamı puck beaverton'ın dosyalarını ister. araştırması bu çetenin bigfoot'un ortağının cinayeti de dahil her türlü pis işe bulaştığını göstermektedir. prussia'nın mekanına yaptığı ziyarette çete tarafından zehirlenir ve kelepçelenir. tam kendisine eroin zerk edilecekken kurtulmayı başarır ve adrian'ı da puck'ı da öldürür. adrian'ın bodrumunda kendi arabasına kilolarca uyuşturucuyu yüklerken bigfoot'u görür ve bu tezgaha çok sinirlenmiş halde eve giderler. kısa bir süre sonra japonica'nın babası crocker fenway "golden fang" adına uyuşturucuyu doc'tan geri ister. doc'ta bunu kabul eder ancak karşılığında coy harlingen'in azledilmesini ister. bu çete için kolay bir taleptir ve yerine getirilir. coy eşine ve kızına kavuşur.

    son olarak saucho ve doc'ta sahilde golden fang gemisinin el değiştirmesini izlerler

    doc ile shasta da zor ve unutulmayacak bir süreç sonrası huzurlu günlerine kavuşmuştur.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---

    netice olarak kendinizi sinemasever olarak tanımlıyorsanız bu güzel esere bir şans tanıyın derim efendim.
  • uzun süre bir romanın içinde yaşanabilir. ama enderdir bu anlar. hiç abartmıyorum: yüzlerce referansın film uyarlamasında kaybolup gitmesi kahredici. bazı romanlar asla filme uyarlanamaz, uyarlanmamalı. her şeye rağmen anderson'ı önemsediğim için filmdeki absürt konuşmaları, düş-imajlarını, tribal mizanseni severim. müziklerini de. kafası dumanlı hippi'yi de. zaten pynchon'da kafası dumanlı bir karakter muhakkak vardır ve aslında roman da tıpkı 49 numaralı parçanın nidası gibi uyuşturucu etkisinde yazılmış gibidir. görünüşte böyledir tabii. her parçası titizlikle kodlanmış romanlardır bunlar. seksek (cortazar) ya da kara kitap (pamuk) gibi. işte bu iki roman da tıpkı inherent vice gibi içinde uzun süre yaşanabilecek romanlar arasındadır. adeta romanın gölgesine dönüşürsünüz. ikiz-karakterlerin puslu aynalarda birbirlerini yansıtmaları gibi.
  • yarım saat olmuş hala ne izlediğimi anlamadığım film. ekşiyi okudum, reddite baktım, imdb yorumlarına baktım. herkes ya övmüş ya sövmüş. spoilera dahi razıydım ama ne izlediğim konusunda fikir sahibi olamadım. herhangi birinin hayatına orta yerden dalmış gibi hissediyorum. soramıyorum da adama bu kadın kim? noluyor? sen kimsin? izliyorum sadece. bitirebilirsem editlerim.
  • there will be blood'a zirve deyip, the master zirvenin hak olduğunu gösterdi diye sağda solda baş sallayan bana, zirve köpeğin olsun lan it dedirtmiş filmdir. sinematografisine, oyuncu seçimine, uyarlama senaryosuna vb. laf etmek hiç haddime değil zira yukarıdaki cümlelerim hissiyatımı beyan etmiştir. ama gelelim öyküye (kitabın türkçe versiyonu olmadığı için okuyamayan arkadaşlar, özellikle seyredin). bu kadar politik bir eser (sabrı olanlar için sebepler aşağıda) bu kadar mı güzel apolitik bir yaklaşımla, hiç göze sokmadan, esere bu kadar bağlı kalınarak anlatılabilir? anderson'ın ellerinden gözlerinden öperim, şahsi oscar'larımın tamamını veririm.
    dönem 70'lerin başı, abd vietnam'da boğulmuş, hem savaştan dönenleri yatıştıracak, hem de ortada dolananı şuursuzlaştıracak devlet politikalarıyla uyuşturucu meydanda kol geziyoruz. kafası hep çıkışta olan karakterimiz doc, hikayenin sonunda, sistemin en masum kurbanlarını kurtarmaya kalkışacak kadar cesurken, kafası normallere dönemediği için sistemin geldiği vaziyete de bir o kadar duyarsız. polis fbı'a takık, savcı fbı'ın peşinde, fbı'ın da dünya mikine minare dötüne.. ortam nefis, sistem kusursuz. devlet uyuşturucuyu salıyor, millete dişleri kaybettirip (şimdi başlı başına bir kolu ve fatura bedeli olan diş sigortasına yol açmıştır ki; bizim memlekette de tartışılıyor şu anda aynı sistem - tabi ki gelsin diye) avuç dolu parasıyla dişlerini geri veren hekimler türettiriyor. fbı uyuşturucuyu dayadığı mafya babasını koruma altına alıp delirdiğine inandırıyor; paraları yiyen hatun mutlu, çarkı çeviren devlet mutlu. neyse, harp oluyor darp oluyor.. anderson bunların hepsini depresif aşk hikayesi anlatır gibi anlatıyor. enfes..
  • harika olan fragmanında özellikle josh brolinin yardırdığı bir sahne var çok güldüm oraya.

    --- spoiler ---

    brolinin canlandırdığı karakterin saçma sapan kötü bir japoncayla japon aşçıya atarlanarak sıpariş vermesi.

    chotto, kinichiro, kinichiro dozo. motto penekeku! motto penekeku! motto penekeku! hai! hai! hai!

    --- spoiler ---?

    filmin tamamını izlemek için sabırsızlanıyorum.
  • filmin başından sonuna kadar her daim başrolümüz yükseklerde geziyor, çoğu olayı o da bizim kadar anlayamıyor sadece devam ediyor. geçtiği dönemi ve o neslin polis nefretini çok güzel anlatmış. ayrıca çok uzun bir film, sinemanın bu yönüne alışmamış ya da filmin havasına girememiş bünyeyi kanser eder büyük ihtimal.

    benim kanaatim baştan sona tam bir sinefil masturbasyonu. siz ne söylerseniz söyleyin amerikan sinemasının da dikkate almaya değer tadı var, biz de bişeyler yaşıyoruz burda diyor bağıra bağıra. mekanlar, kostümler çok güzel ince ince uğraşılmış çok belli.

    ya bi de son yıllarda çok az filme güldüm, o çok sevilen bütün komedi filmlerini de ısrarla izledim(dandirik gişe filmleri de dahil) en fazla tebessüm edebildim. ben de mi sıkıntı ne oluyor derken anderson abi elimden tuttu. abi sen benim yüzümü güldürdün allah da seni güldürsün.
  • türkçe altyazısı çıkmış. çevirenlerin eline sağlık.
  • kitabın ilk sayfalarının bir zamanlar yapmış olduğum çevirisi de aşağıdadır.

    --- spoiler ---

    bölüm 1

    âdeti olduğu üzere ara sokaktan gelip basamakları çıktı kadın. doc bir yılı aşkın süredir kendisini görmemişti. kimse görmemişti. eskiden ayaklarında terlikler, üzerinde de çiçek resimli bir bikini altı ve rengi solmuş bir country joe & the fish’li tişört olurdu daima. bu akşamsa arazi kıyafetleri içindeydi, saçı doc’ın hatırladığından çok daha kısaydı ve asla bürünmeyeceğine söz verdiği bir tipe bürünmüştü.
    “shasta, bu sen misin?”
    “halüsinasyon gördüğünü sanıyor.”
    “kendini baştan yaratmış gibisin.”
    perde asmaya hiç lüzum görmedikleri ve yokuşun aşağısındaki dalgaların kıyıya vurmasını dinledikleri mutfak penceresinden içeri sızan sokak ışığı altında dikildiler. bazı geceler, rüzgâr uygun olduğu vakit, dalgaların sesini şehrin her yerinden duyabilirdiniz.
    “yardımına ihtiyacım var, doc.”
    “artık bir bürom olduğunun farkındasındır herhalde? düzenli bir işim falan yani?”
    “telefon rehberine baktım, tam da oraya gidiyordum aslında. bunu gizli bir randevu şeklinde halledersek ikimizin de hayrına olur diye düşündüm sonra.”
    n’apalım, bu akşam duygusal yakınlaşmadan umut yok. tüh. ama yine de cebine para girecek türden bir iş çıkabilirdi. “birisini takip ediyor olabilir misin?”
    “durumu çaktırmamak için ara sokaklarda dolaşıp durdum bir saat boyunca.”
    “bira içer miydin?” doc buzdolabının yanına gitti, dolapta tuttuğu bir kasa biradan iki tanesini çıkartıp birini shasta’ya uzattı.
    “bir tane herif var,” diye başladı söze kadın.
    olabilir vardır, da niye duygusallığı tutmuştu ki? söze böyle başladığını duyduğu her müşterisinden beş sent alacak olsa, şu an hawaii’de olur, gece gündüz zilzurna sarhoş halde, waimea’daki dalgaları izler, ya da en olmadı dalgaları izlemesi için birini kiralardı. “namuslu toplum itikadından gelme bir beyefendi,” diyerek sırıttı.
    “orda dur, doc. evli kendisi.”
    “desene... para meselesi.”
    kadın var olmayan sırt kıllarını silkti ve n’olmuş yani dercesine şaşkınlıkla baktı.
    doc’un keyifler yerindeydi. “ya karısı—senden haberi var mı?”
    shasta başıyla onayladı. “ama kadının da görüştüğü biri var. alışıldık bir görüşme değil, orası ayrı—can sıkıcı adi bir dolap çeviriyorlar birlikte.”
    “kocanın servetini alıp kaçacaklar işte, aynen, l.a. taraflarında aynı olayın bir iki kez vuku bulduğunu duymuştum. peki ... ne yapmamı istiyorsun tam olarak?” eve içinde akşam yemeğini getirdiği kâğıt torbayı bulup üzerine bir şeyler karalar gibi yapmaya yoğunlaştı, hetero hatun kıyafetinden dolayı yüzünde makyaj varsa da makyajsızmış gibi görünmesi gerekiyordu, ünlü baş belası yılların shasta’sı er ya da geç de olsa geri dönerdi hep. hiç bitmeyecek mi bu, diye merak etti. tabii ki bitecekti. bitmişti de.
    ön odaya geçtiler ve doc kanepeye uzandı, shasta ise ayakta dikilmeye devam etti ve evi dolaştı.
    “şöyle ki, beni de çevirdikleri dolaba dâhil etmek istiyorlar,” dedi shasta. “savunmasız olduğunda, ya da mümkün olduğunca savunmasız olduğunda falan, kendisine ulaşabilecek yegâne kişi benmişim.”
    “anadan üryan halde uyurken.”
    “anlayacağını biliyordum.”
    “hâlâ yaptığının doğru olup olmadığını mı anlamaya çalışıyorsun, shasta?”
    “daha da kötüsü.” shasta’nın o hiç unutamadığı bakışları adamı delip geçtiler. o bakışları hatırlayınca. “ona ne kadar sadakat borcum var ki?”
    “umarım bana sormuyorsundur.
    “sağ ol ya, dear abby de aynı şeyi söyledi.”
    “fevkalade. o halde duyguları bir kenara bırakıp, paraya odaklanalım. kiranın ne kadarını kendisi alıyor?”
    “hepsini.” bir anlık da olsa, o yüzde kısık-gözlü küstah sırıtışı yakalamıştı.
    “epey de yüksektir kirası?”
    “hancock park’a göre.”
    doc kadının yüzüne bakmaktan kaçınarak, ıslıkla “can’t buy me love”ın nakaratındaki notaları çaldı. “bir şey olsa hemen adama seçose diyo’sundur, eminim.”
    “piç kurusuna bak, hâlâ bu kadar acımasız olduğunu bilseydim—”
    “ben mi? profesyonelliğimi kaybetmemeye çalışıyorum, hepsi bu yani. karıcığı ve e.a.’sı sana ne kadar pay vermeyi teklif ettiler?”
    shasta bir meblağ söyledi. doc zamanında pasadena otoyolunda, sisin içinde yüzle giderek ve kötü tasarlanmış virajlardan geçerek, içerlemiş koko satıcılarıyla dolu modifiye motorlu rolls’ları arkada bırakmış, şalvar pantolonundaki ödünç afro saç tarağı hariç yanında kendini koruyacak hiçbir şey olmaksızın l.a. nehrinin doğusundaki arka sokaklarda yürümüş, üzerinde küçük bir servet değeri olan vietnam esrarıyla emniyet müdürlüğü’ne girip çıkmıştı, ve bu günlerde ise bütün o tedbirsiz dönemin bittiğine kendini neredeyse inandırmışken, şimdi yine yoğun bir gerginlik hissetmeye başlamıştı. “demek...” şimdi dikkatli ol bakalım, “demek bir iki müstehcen şipşak fotodan bahsetmiyoruz. uyuşturucu torpido gözüne yerleştirilmiş, hiç böylesini...”
    o zamanlar, somurtmak dışında herhangi bir karmaşık tepkide bulunmaksızın haftalarca çekip giderdi. şimdiyse hiç anlamlandıramadığı yüz ifadesi bileşenlerinden oluşan bir karışım sunuyordu ona. belki de oyunculuk okulunda kaptığı bir şeydi. “düşündüğün şeyle alakası yok, doc.”
    “merak etme sen, düşünme işini sonra halledeceğiz. başka ne var?”
    “emin değilim ama onu tımarhaneye kapatmak ister gibi bir halleri var.”
    “yasal olarak mı yani? yoksa bir taklaya getirip mi kapatacaklar?”
    “kimse bir şey söylemiyor bana, doc, ben yalnızca yemim.” şöyle bir düşünmüştü de, sesinin bu kadar kederli çıktığını hiç hatırlamıyordu. “şehirden biriyle görüştüğünü duydum?”
    görüşmek. nasıl demeli, “ah, penny’yi mi diyorsun? arazici hoş bir hatun, açıkçası hippi aşklarının gizemli heyecanı peşinde—”
    “bir de evelle younger’ın dükkânında bölge savcısının astı mı neymiş?”
    doc bunu bir düşündü. “oradan birilerinin bunların yaşanmasını engelleyebileceğini mi düşünüyorsun?”
    “bu bildiklerimi götürebileceğim pek yer yok, doc.”
    “tamam, penny’yle konuşurum, ne yapabileceğimize bir bakarız. senin şu mutlu çiftinin—adları, adresleri nedir?”
    kadının yaşlı beyefendisinin ismini duyunca, “gazetelere çıkıp duran mickey wolfmann’la aynı kişi mi bu? hani şu emlak kodamanı?”
    “bundan kimseye bahsetmemelisin, doc.”
    “sağır ve dilsizim, işimin bir parçası. vermek istediğin herhangi bir telefon numarası var mı?”
    kadın omuz silkti, kaşlarını çatarak ona bir telefon numarası verdi. “hiç aramamaya çalış.”
    “fevkalade, ya sana nasıl ulaşacağım?”
    “ulaşmayacaksın. eski yerimden taşındım, neresi müsaitse orada kalıyorum artık, sorma nerdesin diye.”

    --- spoiler ---
  • fragmanı da geldiğine göre, ithaki yayınları artık üç maymunu bıraksa da, şu kitabın türkçesini yayınlasa. ben söyleyeyim ocak'ta basarsanız hiç satamazsınız o kitabı. bari kitap fuarına yetiştirin lan, millete her türlü itelersiniz ilk baskıyı.
  • spagetti westernlerle büyük bir yıldıza dönüşen clint eastwood'un 92 yılında çektiği western şahikası unforgiven , sinema tarihine western türünü yıllar sonra revize eden film olarak geçmiştir.

    türün en önemli filmlerinde oynamış büyük bir yıldız olarak, türe fazlasıyla hakim olan eastwood bir bakıma oynadığı filmlerin antitezi olan böyle cesur bir film çekerek (sonrasında çektiği sağcı, liberal boktan filmleri biliyoruz elbet) bir meydan okuma ve hesaplaşmaya girişmiştir. ve bu hesaplaşmadan alnının akıyla çıkmıştır.

    o filmlerde soğukkanlı, korkusuz, planlı, zeki, kurnaz, cool, hızlı, karizmatik gibi etiketler taşıyan eastwood yıllar sonra çektiği filmle oynadığı o karakterlerin gerçekle uyuşmazlıklarını, tekinsiz bir kayıtsızlıkla yarattığı karakterlerin inandırıcılıkla bağdaşmayan tavır ve eylemlerini sorgulamaya girişmişti bir bakıma.

    kısacası western türünün ipliğini pazara çıkaran filmi yapan yine western filmleriyle şöhrete kavuşan bir adamdı.

    tam da bu noktada inherent vice'da tıpkı unfogiven gibi türün ipliğini pazara çıkaran bir anti-noir olarak sinema tarihindeki özel yerini alıyor.

    postmodern edebiyatın en çok tanınan yazarlarından thomas pynchon'ın uyarlanamaz denen romanından böyle bir film çıkarmak hem bir cüret hem de arayış meselesi. paul thomas anderson'da tam sinemasal arayışlarının karşılığı olabileceğini düşünerek romana sarılmış ve ortaya her açıdan epey dumanlı bir film çıkmış.

    pta her filminde farklı arayışları olan enfes bir yönetmen. bir bakıma şu an amerikan sinemasının en özel 2-3 yönetmeninden biri. hem biçim hem içerik arayışı bitmeyen bir yönetmen olarak gerek görsel açıdan gerek dil ve anlatım tekniği açısından bir kalıba, ifadeye sığdırılamayacak bir sinemasal macera içinde. muadillerinin aksine (fincher, nolan vs) güvenli sulara yanaşmak, orada kalmak, benimsenmiş, ezbere bir dili ve izlence anlayışını, klişeleri elden geçirerek ısıtıp seyircinin önüne koymak gibi bir derdi yok. kolaylıkla hem izleyici, hem akademi nezdinde büyük bir itibara sahip olup (spielberg gibi) her sene oscar heykelciklerini kucaklayabileceği konvansiyonel sinemanın efendisi olabilecekken arayışının menzilini gerek biçim gerek içerikle genişletmeye çalışan bir anlayışa sahip.

    tabi bu seçimi yaparken terrence malick gibi bir tavır takınmaması, bir bakıma izleyicisine de (en azından has sinemasa severleri) tümden boşvermemesi onu özel kılan taraflardan biri.

    inherent vice saf kan bir yönetmen filmi olarak önemli bir film. filmin özenli sinematografisinde bunu hissetmemek mümkün değil. filmin her anına sirayet eden bir arayışın sahne sahne, replik replik, kadraj kadraj işlendiği, tek bir anın, durumun, görüntünün, replik ve mizansenin boşlanmadı, bedavaya katmerli bir sinema dersi adeta.

    evet zor bir film inherent vice. izleyicisinden talepleri olan bir film. değerini de bu taleplerinin izleyici tarafında bulacağı karşılıkla pekiştiren bir film.

    eğer filmden nefret etmek isterseniz sizi kesinlikle üzmeyecek bir sinemasal ifadeye sahip. hatta size bu konuda yardımcı olma hususunda fazlasıyla istekli. eğer sevmek isterseniz de kesinlikle cömert bir tavrı var filmin.

    kısacası konvansiyonel sinemanın beğenilme ve gişe gayesiyle yarattığı matematiğin bir hayli uzağında, sinemasal ifadesini izleyiciye dayatan, izleyiciyle ortaklığını ezbere bir katharsis duygusundan ziyade daha simgesel/sezgisel bir perspektifte buluşturmayı arzulayan ve izleyicisine sevimli görünmeye çalışmayan bir film karşımızdaki. kaçak dövüşmüyor pta kısacası.

    romanda ona sunulan olanakları bir hollywood terbiyecesi gibi terbiyeleyip, budayıp klasik, arkaik bir çerçece yaratmıyor pta. seyircinin ezbere, formülize memnuniyetini önemsemeden (elbet seyirciye tümden boşvermeyerek ) yapılması gerekeni yapıyor yönetmen olarak.

    sinema tarihinde izler bırakmış bazı büyük filmlerin bile içine düştüğü ''bak şimdi sana çok acayip şeyler göstereceğim ve sen bunlara hayranlık duyacaksın'' tarzında bir yaklaşımı yok filmin. fazlasıyla kişisel bir romandan fazlasıyla kişisel bir yönetmen filmi çıkarmayı başarıyor.

    film klasik stürüktürü neredeyse tek karakter merkezli öznel bir bakışa oturtup izleme ve gösterme halinin anlama anlamlandırma arzusunun kolaycılığına sırtını dönerek, merceğini dilin ve tekniğin tüm imkanlarına gezdirmeyi yeğliyor. ama bunu biçimci, şekilci bir yönetmenlik şovuyla gerçekleştirmiyor. ortada bir şov varsa o da hikayesini anlatmak adına deneysellik ve gelenekle harman edilmiş bir tavrın ortaya çıkardığı pirüpaklık.

    yani pta'nın sinemasal ifadesi bir taraftan çok ama çok tanıdıkken bir taraftan zorlayıcı ve baş döndürücü. bir taraftan çok basit bir taraftan çok zor. hikaye bir taraftan alabildiğine primitif bir dokuya sahip, bir taraftan bu tanıdıklığın derinliğine prizma tutan bir heybeti var.

    aslında filmde gayet lineer bir hikaye akışı var. üstte istanbul beyefendisi nickli arkadaş filmin olay-durum- aksiyon planını çıkarmış zaten. dikatli izleyen her göz zaten olayları kabaca anlayabilir. anlaşılamayan ve seyirciyi zorlayan şey ise nedensellik ilkesi. yani bir bakıma neden- sonuç ilişkisinin bir doğrusallık taşımaması. vuku bulan tüm olayların bir sıra/dizi ve mantık çerçevesinde perdeye yansımaması.

    yer- zaman- mekan- karakter- durum derken her şey fazlasıyla ortada. ama basit kurgunun giriş-gelişme- sonuç, neden/sonuç formülü işlemiyor. hatta teknik dilin en temel işlevlerinden biri olan açı/ karşı açı kuralı bile yok sayılıyor. çünkü bütün kurgu karakterin var ettiği sisli bir dünyanın gerçekliğine tekabül ediyor.

    ama tüm bunlar farklı olmak adına değil. tüm bunlar yeni bir sinemasal ifade bulmak için girişilen çiğ, ilkel, dayatmacı bir tavırdan ziyade bir sanat yapıtı olarak, yapıtın kendini ifadesine dönüşüyor.

    bu noktada pta klasik anlatının dışına çıkıyor. devlet, mafya, tröst, polis derken sistemin absürtleşen otoriterliğini, bu otoriterliğin dayandığı ve dayattığı bir tür kuralcı, merkeziyetçi, milliyetçi, cinsiyetçi, erkek egemen vs görünmez makro iradeyi, merkeze aldığı karakterin gayriciddi arayışının hesaplanamayan, 'kaderci'' tesadüfi ya da sıralı olmayan sisli/ dumanlı macerasının arka planı haline getiriyor.

    ele aldığı hikaye, karakterler, durumlar bir bakıma hem önemli bir bakıma kesinikle değil. çünkü pta bütün bu dünyayla derdini ''doc'' karakteri üzerinden özetliyor. yani bir bakıma ''doc'' tek başına anlatının kendisi. burada pta çok özel bir şey yapıyor. sinema tarihinde çok az yönetmenin yapabildiği ölçüde karakterle özdeşletiriyor yönetmen olarak kendini. yani doc karakterini salt iyi bir film, özel bir film, bir ifade, bir yönetmen tavrı ortaya koymak için yaratmıyor. romana duyduğu sadakat ve hayranlıkla anlatının kurmacasını öyle benimsemiş ki doc karakteriyle özelleşen, doc karakterinin öznel bakışıyla gerçek ve özel olan bir yapı inşaa etmiş görsel, işitsel olarak. gördüğümüz her şeyin yönetmeden ziyade, yönetmenin doc'u ifade etme biçiminden teşekkül ortaya çıktığını hissediyoruz (ya da ben öyle hissediyorum).

    karakterini bu denli fetiş bir şekilde merkeze alıp onu bu denli ''dumanlar'' içinde bırakmak büyük bir cesaret ve entelektüel kibir gerektirir. bunlar ziyadesiyle var pta'da. ve bu durum belki de koca hollywood'da en çok ona yakışıyor (evet lync ve cronenberg'den bile fazla ).

    kısacası ''doc'' birçok yorumun aksine (kafası güzel, işe yaramaz, sakar) gördüğümüz her şeyin yaratıcısı ve üstünde. vuku bulan tüm olayların sıra ve biçimi doc'un onları anlama, anlamlandırma, var etme haliyle örtüşüyor. işte bu yüzden dumanlı bri aklın iradesi şaşırtıcı derecede karmaşık ama bir o kadar da net bir bağlama oturuyor film çerçevesinde.

    batılı insanlığın teknoloji, devlet ve savaş buhranı arasında bulanıklaşan bilincinin püriten, arkaik otoritesini yıkmaya çalışan neredeyse nihilist, eylemsizliğiyle rahatsız edici, bir tür hermetik aydınlanma işgali altında dumanlanan bir ortamın tanrısı doc. her haliyle otorite/iktidar/ yetke kalıpları için tehlikeli, anlaşılmaz, uzlaşılmaz ve ürkütücü. hırpalanması, sözde ciddiye alınmaması erkinci iradenin denetlenemeyene karşı duyduğu korkudan ileri geliyor.

    tabi bu noktada (değişmez bir iddiadır bu benim için) jkendi kuşağının ve şimdiden ve tüm zamanların en iyi oyuncusu sıfatını fazlasıyla hak eden joaquin phoenix'in unutulmaz performansını es geçmemek lazım. doc'u ondan daha iyi yorumlayabilecek başka bir oyuncu olmazdı muhtemel.

    film boyunca yaratılan renk paletinden, ışıklara, sokakların buhranlı, terli, rüzgarlı siluetine, sisler içinde belirip yok olan, sis metaforuyla gerçekleşen ve düşselleşen olaylara kadar enfes bir atmosfer filmi aynı zamanda inherent vice.

    kurum ve toplulukların kayıp bir içgüdüyle kendilerini gerçek kılma arayışlarının özellkle tarihsel izdüşümünü görmeden hikayenin kurgulandığı zaman diliminin her açıdan çatışmacı (kimisi için savaş, kimisi için savaş karşıtlığı,kimisi için gizli örgütler, hippiler, uyuşturucu, seks,) gerçeğini hissetmeden bu filmi anlamak zor bir bakıma.

    kendini bir şekilde gerçekleştirme duygusuyla neredeyse absürt /grotesk bir tutumun (fiziksel olarak) bir bakıma avangard ve kitsch arası bir estetik duyguyla (duygusal olarak)kendini var ettiği sözde fazlasıyla politik ama bir o kadar da politik olanın yasa ve kuramından uzak kalkışmasının metaforu gibi filmin tonu. ve bu metaforu kuvvetlendiren, bu metaforun değindiği, kapladığı her şeyi somutlaştıran yegane şey ironik bir şekilde sis ya da duman.

    hani film ya da kitaplarda ve elbet dolaylama yoluyla habercilikte fazlasıyla kullanılan ''esrar perdesi'' kalıbının vücut bulmuş hali bizatihi doc. esrar ve duman doc'un yani filmin biricik silahları. ama filmin akışını bu kadar esrarlı hale getiren doc'u ve yöntemlerini anlamanın tek yolu da bu esrara bırakmak kendini.

    bir anti-noir olarak noir dokusuna giydirdiği tüm bu gayriciddi tavır filmi özel kılan şeylerden sadece biri. bir tarafıyla fazlasıyla ciddiyetsiz, manasız duran, bir tarafıyla neredeyse kusursuz bir sinematografiyle ölümsüzleşen filmlerden inherent vice.

    ve açıkçası değerli ya da değersiz bir film oluşunu ortak kanaatlerdan ziyade tıpkı anlattığı hikayenin kendisi gibi kişisel deneyimlerin izanına ve izahına bırakan, benim için çok özel bir sinemasal deneyim inherent vice.
hesabın var mı? giriş yap