• iliklerimize kadar üşürken kışın orta yerinde, kenarda unutulmuş, eskiliği mazide kalmış her ne varsa içimizde hatırlatan, ahşap mobilyalarının kokusunu içimize çektiğimizde ayağımızın takılıp çocukluğumuza düştüğümüz, küçük bir sokak kahvesinde dudağımıza değen sıcak çaya duyduğumuz özlem gibi gelsin isteriz. gelir. yüzünü görme şansı yoktur, sadece sesini hatırlama imkanı.

    babaannem umulmadık anlarda, beklenmedik cümleleri ve kelimeleriyle hepimizi şaşırtandı. kimbilir belki dedemi erken yaşta kaybedip hayatının ve çocuklarının tüm sorumluluğunu üzerine alan bir güçlü kadın olmak, o'na kendinden beklenmeyen bir özgüven ve vurdumduymazlık hediye etmişti. çocukluğumun bitmek bilmeyen umutlarının sarmaşık gibi hayatımı ördüğü, örselenmemiş yıllarda her anlattığı, tadı kendinden gelen masallar gibiydi. evvel, zamanı çoktan içine aldı. biz büyüdük, babaannem yıllarca yatağa mahkum yaşadıktan sonra soğuk bir ocak ayında öldü. öldüğü odanın kapısından uzunca süre içeri girip yüzünü örten o sarıya dönmüş beyaz örtüyü açamadım. oysa son bir kez yüzünü görme isteği, terleyen ellerimin arasındaki korkuyla birleşiyordu. her daim, o'nu sinir etmek ve ağzının kenarına yerleştirdiği anaç gülüşünü görmek için başının kenarından çekip kaçtığımız yemenisinin arasındaki beyaz saçları yastığın üzerinde cansız olacaktı. örtüyü açtığımda gülmeyecekti. "güzel gözlüm, yüzü özünde kızım" demeyecekti. aklımda hep söylediği "yüzün, özündür". ömrüm boyunca, çocukluğumdan beri kulağımda olan bu cümle için yaşadım, yaşıyorum. hayatta her ne yaşadıysam, kırılıp döküldüğümde, yüzüne en ağır cümleleri söylemek istediğim insanlar olduğunda, örselendiğimde, heyecanlandığımda, sevindiğimde, önemli başarılar kazandığımda arkamda hep bir ses fısıldadı: yüzün, özündür.

    hayatımıza bir şekilde giren arkadaşlar oluyor, bir diğer insanın elleriyle taşıyarak getirip hediye ettiği. dün, ülke aşırı, kilometrelerce öteden sesime dokunmak isteyen bir güzel kadınla konuştukça, hayata dair aldığımız ve yoğunlukla “iyiliğe” çalan ortak hayat mücadelemizin kesiştiği yerleri hissettikçe, dedik ki hâlâ insandan yana umudumuz var bizim. bahar, dün gece bana hep babaannemin sözünü hatırlatan oldu, “yüzü, yüreği, gülüşü güzel kadın” derken bana, başarabildim dedim, ömrümden eksilen koca bir çınarın bana vasiyet gibi yıllar yılı söylediği sözü tuttum, bizi altında birleştirdiği ağacın dallarından biri olabildim. ses kesildi, bağlantı koptu ara sıra. yağmur yağarken parmak ucuyla dokunulan pencere gibi birbirimize döndükçe sesimiz, elindekilerin kıymetini bilen insanlar olma uğraşımızın sustuğumuz cümleler gibi uzun olduğunu farkettik. o kıymeti hiç farkedemeyecek olanlar için üşüyen ellerimizin arasında tuttuğumuz sıcağın orta yerini açık tuttuk. umut, yarenlik etti geceye tüm hoyratlıklara karşın.

    kış geçer. bahar gelir. bir türkü dolanır dile. ellerimiz buluşur, gözlerimiz değer birbirine. kocaman bir ateş yanarken içimizde, başımızın üstünden bir yıldız düşer, önce dağa, sonra taşa ve nihayetinde toprağa. belki de bu yüzden bir var olan bir yok olmaz. bir varmış, bir yokmuş denmez. iç’imin narları dağılır. kırmızı sesini duyarım: önce kışsa sonra bahar...

    işte, sırf bu duygu için bile hayat güzeldir!
  • hakan günday'ı akla getirir. "belki de hayat yanlış anlayınca güzeldi. sadece yanlış anlayınca. ama herşeyi..." (bkz: az)
  • uzun hikayelerden, menekşeli mektuplardan, mavi kuşlardan, tahir sami bey'in özel hayatından ve daha nicesinden sonra mustafa kutlu'nun bizlere bergüzarıdır.

    hasbelkader bir kayısı ağacının altında ve menekşeler eşliğinde, bir solukta okunursa "hakkaten lan hayat güzel galiba" gülümsemesini simaya yerleştiren kitapmış bir de.

    hayat güzeldir 'i okuyunuz, okutunuz, içiniz açılsın.
  • "nesnelerin çekiciliği bize dokunmadıkları ölçüdedir. hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece" *
  • ne film ama..
    joshua'ya aşık eden, roberto benigni'ye de..

    her saniye ölme tehlikesiyle karşı karşıya en olumsuz şartlarla dolu bi hayatı yaşarken bile nasıl pozitif olunacağını gösteren.

    oğlu bir yahudi kampında olduklarını anlamasın diye herşeyi oyun gibi gösteren bir baba..

    ilk yarım saatiyle güldüren, son yarım saatiyle hüngür hüngür ağlatan. bittiğinde insanın kanını donduran; kazanılan koskoca bir tanka bile sevindiremeyen..

    mutlu uyandığım her sabaha buongiorno principessa diye başlıyorsam, umuyorum ki ben de filmin ilk yarısı gibi bir hayat yaşayabilirim.
    ve yine umuyorum ki, artık hayattan filmin son yarısındaki sahneler yok olur. onlar anı olmak için bile çok çirkin..
  • yutkunarak izlediğim film.

    italyan yönetmenroberto benigni'in yönettiği dilm ii. dünya savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte yahudi kamplarına götürülen yahudi bir babanın ve peşinden giden italyan bir annenin, çocuğunu korumak için yaptığı sayısız özveriyi anlatıyor. film 1998cannes film festivali'nde büyük ödül'ü kazandı. 1999'da 7 dalda oscar'a aday olan film, en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında bu ödülü kazandı.

    --- spoiler ---

    filmin ilk yarısı romantik ve slapstick türde olup, ii. dünya savaşından birkaç yıl öncesinde geçmektedir. guido orefice (roberto benigni), arezzo'dan gelen genç bir italyan yahudisidir, amcasının çalıştığı otelde garson olarak işe başlayıp kitap evi açmayı planlamaktadır. guido neşeli ve karizmatiktir, yerel bir okulda öğretmen olan dora (gerçek hayatta eşi olannicoletta braschi) adında birine âşık olmuştur. dora zengin, aristokratik ve yahudi olmayan bir ailenden gelmektedir. dora'nın annesi kendisini hali vakti yerinde biriyle evlendirmek istemektedir. fakat dora nişan töreninde kibirli ve zengin nişanlısını terk edip guido ile atın üzerinde kaçmıştır. birkaç yıl geçer guido ve dora evlenir ve giosuè (giorgio cantarini) adında bir de çocukları olur. dora ve annesi (marisa paredes) arası bu evlilikten dolayı açılmıştır. geçen zaman içinde giosue'nin dördüncü doğum gününde tekrar birleşirler.
    filmin ikinci yarısında ise, ii. dünya savaşı başlamıştır. guido, eliseo amca ve giosue zorla trene bindirilip giosue'nin doğum gününde toplama kampına götürülür. yahudi olmamasına rağmen dora ailesiyle birlikte aynı trene binmek ister ve farklı vagonlarda toplama kampına götürülürler. kampta, guido oğlunu alman askerlerinden saklar ve ona gizlice yemekler verir. oğluna kampta olup bitenleri oyun olduğunu, eğer oyunu kazanırlarsa ödül olarak doğum gününde almasını istediği tankı vereceklerini söyler. oyunun şartlarını, almanca bilmemesine rağmen alman nazi subayının kamptaki talimatları söylemek için "almanca bilen var mı?" sorusuna "almanca biliyorum" diyerek alman subayının söylediklerini oğluna italyanca olarak çevirir, ancak kamptaki talimatları değil kendi uydurduğu şeyleri oğluna anlatır. savaş bitip amerikan askerleri kampı ele geçirince giosue babasına söz verdiği gibi saklandığı dolaptan çıkar. tank ile kampa gelen amerikan askeri giosue'yi kurtarır. dora hayattadır fakat guido bir alman askeri tarafından vurularak öldürülmüştür. giosue 4,5 yaşında iken kurtulur. film biterken yaşlı giosue sesinde konuşup, film için ailesi için çok fedakarlık yapan bir babanın hikâyesidir. der.
    --- spoiler ---
    görsel
    görsel
  • kendimizi manasiz ve yararsiz buldugumuz zamanlar vardir. degersiz oldugumuzu, sevilmedigimizi dusunuruz. hayal kirikliklariyla dolu hayatimizda neden istediklerimizin hic gerceklesmedigini merak ederiz. cevaplar arariz. bulamayiz genellikle. cevaplar vardir aslinda.

    kendimizi yararsiz buldugumuzda cok yararli isler yapmisizdir, sevilmedigimizi sandigimizda sevilmisizdir, degersiz oldugumuzu dusundugumuzde degerimizi bilenler cikmistir. bircok hayati ayni anda kimildatan o sihirli ruzgari yaratmakta bizim de farkina varmadigimiz buyuk bir rolumuz olmustur. eger tanri meleklerinden birini bize gonderse ve bizsiz bir hayatin nasil olacagini gosterseydi, sanirim hepimiz kendimize de hayata da baska turlu bakardik. hatta, o melek bize istediklerimiz gerceklestiginde nasil bir hayatimiz olabilecegini gosterseydi belki istediklerimizin gerceklesmemesi icin dua ederdik.

    bu muhtesem bir hayattir. cevabi ve sirri kendi icinde saklidir ve o hayati hep birlikte yapariz. bazen rolumuzden sikayet ediyorsak, bu da rolumuzun kiymetini bilemememizdendir.
  • ancak inanildiginda gerçeklesen söz
  • mustafa kutlu'nun kitabı değişik yaşamlardan küçük küçük kesitler sunduğundan olsa gerek, paris je t'aime'i hatırlattı bana.

    her gün mutlu sonla biten ne çok hikayeye şahit olduğumuzu gösterir, diliyle coşturur kutlu yazar.
hesabın var mı? giriş yap