• sait faik'in insan kokulu sevdiğim hikayelerinden birisi. şimdi bulsam da okusam keşke.

    bir çarşaflı kadın betimlemesi vardı sait faik'in bu hikayesinde. sütlaç kokulu, ya da teni sütlaç gibi bir şey diyordu. aklımda değil tam olarak kelimeler ama öyle muazzam resmetmişti ki o sütlaç kokusun, o suratı gözümün önünde kusursuz bir şekilde canlandırdığımı hatırlarım. büyük öykücü velhasıl sait faik.
  • hissiyatına çok imrendiğim bir abasıyanık öyküsü.

    o uzun ve tedirgin bekleyişinin bir yerinde etrafındaki boş banklara bakıp “kimseler aşık değil mi bu şehirde? kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?” diyor.

    çok içime dokunuyor.

    herkesin kendiyle ve kendi dertleriyle meşgul olması yalnız, çok içime dokunuyor.
  • ...
    bir ara üçümüz de susuyoruz. mühim şeyler düşünüyor gibiyiz. hele ben neler düşünmüyorum: kapıdan çıkıyorsunuz. koşa koşa yanıma geliyorsunuz. kolunuza bile giriyorum.
    tam bu sırada adam:
    -kışın donar mı bu su?
    ne diyeyim ben şimdi? üzüntüm yine dağlıyor:
    -donar, diyorum, donar da çocuklar üstünde kayarlar.
    kadına dönüyor adam:
    -donarmış, çocuklar üstünde kayarlarmış, diyor.

    ne dersin, sevgilim. beyazıt havuzu kışın donar mı? murtaza çavuş'la karısı hacer ana'ya ben donar dedim.
    ...

    sevgiliye sorulmuş şu sorunun güzelliğine bakın hele. daha nasıl tarifi yapılsın bu sevginin, bilemiyorum.
  • sait faik'in bu hikayesinin yaşamadan yazılabileceğini pek sanmıyorum. o kadar özel ve gerçek ki yazdıkları, kendi hikayemi yazma isteği uyandırdı içimde.büyük bir cesaret verdi bana.

    "çimlerde oturmuştu. elinde çehovun seçme hikayelerinden derleme bir kitap tutuyordu. dün tanıştığı, büyük siyah gözlerine vurulduğu kızı bekliyordu. 13.30 da yanında, burada olacaktı. öyle sözleşmişlerdi. oysa geniş çim alanda kendisinden başka hiç kimse yoktu. geleceğini biliyordu. dün yaşadıkları o hızlı aşkın sahte olmadığına son derece emindi. nasıl sahte olabilirdi ki zaten? dakikalarca gözlerini birbirlerinden ayıramamışlardı. peki birbirlerine söyledikleri o güzel sözler? bunların hiçbiri sahte olamazdı, olmayacaktı da.

    onu aramak, neden geciktiğini sorma isteği doğdu içine. bunu yapamazdı. ona ne kadar merakla beklediğini göstermek istemiyordu ama lanet olsun ki onu o kadar büyük bir heyecanla bekliyordu ki bir an kalbinin yerinden çıkacağını düşündü. bu yüzden yakın bir arkadaşını aradı. vaktin geçmesini, dün yaşadıklarının sahte olduğu düşüncesini kafasından ötelemesini sağladı arkadaşıyla konuşması, biraz da olsa. denemiş olsa da bu fikri kafasından silme konusunda muvaffak olamıyordu bir türlü. kafasını dağıtmak için elindeki kitabı okumaya başladı. ancak kafasının içindeki bu dağdağa bir türlü susmuyordu. sabah birbirlerine günaydın mesajları atmamışlar mıydı? yoksa ona dediği bir şey mi buluşmalarına engel olmuştu? bu düşünceyi yine aklından silmeye çabaladı. sonuçta bu saatte buluşmalarını ayarlayan kişi oydu. elbet gelecekti. bu düşüncelerin içindeyken, ağaçların arasından oturduğu yere birinin yaklaştığını gördü. kıvırcık saçları ve büyük siyah gözleriyle onu görmeyi bekliyordu. ancak ağaçların arasından çıkan kişi o değildi. zor bela okuduğu birkaç çehov hikayesinden sonra saate yeniden baktı. saat 14.00 dı. şimdiye çoktan gelmiş olması gerekiyordu. gece gülmekten ağrıyan yanaklarını yastığa koyduğunda, belki de hayatı boyunca ilk defa yakaladığı huzurla uykuya dalarken bu saatlerde böyle bir duruma düşeceğini tahayyül etmemişti. etrafta hiç kimse yoktu. sanki yaşadığı utanç verici durumu görmekten herkes çekiniyordu. oysa kasım'ın ankara soğuğundan dolayı kimse çimlere oturmaya gelmemişti. zaten o yüzden orayı seçmemiş miydi kendisi? şu soğukta baş başa sarılmış olduklarını düşündü. ne kadar mutluluk verici bir andı ve bir o kadar da uzak. hiçbir şey yapmadan çimde yatmaya karar verdi. kafasındaki dağdağayı bir şekilde durdurmasının en anlamlı yolu buydu. saatler içinde birilerinin hayatında böylesine yer kaplamış olmasına anlam veremiyordu. 30 saat öncesinde onu tanımıyordu ama şimdi onun için neler yapmazdı kim bilir? şu an tek yapabileceği beklemekti. beklerken de yaşadıkları üstüne düşünmeliydi. biraz hızlı olmamış mıydı bütün olanlar? bu kadar çabuk bir insana güvenmek acaba büyük bir hata mıydı? bir çift yakınına oturduğunda artık saat 14.25 i gösteriyordu. onları izledikçe kaçırdıklarını düşündü. beklemekten bu kadarcasına nefret eden kendisini bekleten sevgi ve özleme gerçekten çok muhtaçtı. yalnız muhtaç olmasının bir önemi yoktu. onu bu halde yalnız bırakanın geleceği yoktu. artık yaşadıklarının sahte olduğuna inanabilirdi. yine de beklemekten kendini alamıyordu. gitmeye karar verdiğinde saat 15.00 dı. eşyalarını toplayarak kalktı. oturduğu yeri üzüntüyle izledikten sonra oradan ayrıldı. sanki hiçbir şey yaşamamışçasına hayatına devam edecekti. aklındaki buydu."
  • sait faik'in öykülerinin derlendiği bütün eserleri serisinin altıncı kitabının isimlerinden birisi. diğeri son kuşlar.

    havuz başı başlığı altında yer alan öyküler:

    havuz başı
    kumarbaz hayri efendi
    çatışma
    iyilik unutulmaz
    bir sonbahar akşamı
    bir ev sahibi
    bayan gülseren
    yüksekkaldırım
    on milyonerle on metresi
    jimnastik yapan adam
    insan gibi bir şey: huy
    su basması
    mektup
    sur dışında hayat
    serseri çocukla köpek
    sonbahar
    insanlar, türküler, masallar
    parkların sabahı, akşamı, gecesi
    cezayir mahallesi
    simitle çay
    şehrin sabahları ve adamlarından biri
    şehrayin
    göğüm

    bir yaz günü, havuz başında bir gün geçirmiş gibi hissettiren öyküler hepsi. bir tanesi bunaltır ise, bir tanesi mutlaka serinletiyor.
  • iş sanat tarafından 17 aralık 2018 tarihinde düzenlenen şehir amber kokacak isimli hikaye dinletisinde; metin belgin, bülent emin yarar ve tilbe saran'ın anlatımlarıyla canlandırılan ve pek keyif aldığım bir sait faik abasıyanık öyküsü.

    bu öykü üzerinde okuma denemeleri yapıyorum, hissederek. kendi hikayeni yazabilmek önemli ama yaşanmış bir hikayeyi hissedebilmek, o yürünmüş yollarda kendi ayak izlerine rastlamak pek keyifli, değerli.

    hikayenin tamamını ekliyorum aşağıya. her ne kadar copy paste olsa dahi, tamamında imla kontrol edildi.

    ''beyazıt havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş, sizi bekliyorum. yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşamış ne demektir, diye düşünüyorum: belki bir, geç olma hadisesi. belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma temayülü. ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil. kış müthiş olacak, kar yolları kapayacak, bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek... sizi bekliyorum. sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. siz görmeden geçeceksiniz. ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim aleme. dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım. herkes geçti, siz geçmediniz. yüzünüzü göremedim. bayramım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu. soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi, bilmem.

    havuzun suyu bulanık. kapının saatleri 12'yi geçmiş. kanepelerde kimseler yok. tramvay ne fena gıcırdadı! tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? ne diye öyle dönüp dönüp baktı?... yoksa kimselerin oturmadığı kanepelerde bu saatlerde yalnız pek başıboşlar mı oturur? kimseler aşık değil mi bu şehirde? kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?

    önce yanımdaki kanepeye oturdular. biri kadın, öteki erkekti. erkek bana gülümsedi. halim yok gülmeye; yoksa tatlı tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi. bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? sizi bekliyordum. hala sizi bekliyordum. belki de, bugün, bu saatte buradan çıkmayacaktınız... yoksa hasta mıydınız? bir ara bir başkasında saçlarınızı, yürüyüşünüzü seyreder gibi olmuş, siz olmadığınızı görünce yeniden merak etmiş, üzülmüş; sonra, belki de benim burada oturduğumu tahmin etmiştir de öteki kapıdan çıkmıştır şüphesine düşmüştüm. bu şüpheden çabucak caydım. o kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?

    ya hasta iseniz!... sanki hasta idiniz. koşup yatağınızın başucuna gelmiştim. gözlerinizi açtınız. alnınız terli idi. iki açık sarı tel terli alnınızın üstüne yapışmıştı. "ateşim düşmüyor" demiştiniz. şehre küsmüştüm. karaborsalardan ilaçlar getirmiştim. iyileşmiştiniz. rıhtım boyunca yürümüştük. taze, kırmızı idiniz. alnınız terli idi. gülüyordunuz. alay ediyordunuz. koşuyordunuz, yakalayamıyordum. allah esirgesin! hasta olmayın!

    dört beş saniye içinde bunları düşündüğümden adamın selamına karşılık vermemiştim. dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de güldüm. bunun üzerine adam yerinden kalktı, yanıma geldi:

    - bu caminin ismi ne?

    bir türlü bulamadım caminin ismini, dersem, inanır mısınız? hala sizinle beraberdim. hayır, hasta filan değildiniz, çok şükür! beni görmemek için arka yollardan gidişinizi görür gibi oldum. içimi mütevekkil bir sıkıntı sardı. kızamıyorum size... dünyaya kızıyorum. en iyi arkadaşıma kızıyorum.

    -yok a...- bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum. size kızamıyorum. arka sokaklardan beni görmemek için kaçtı ise, beni düşünerek gitmiştir, diyorum. hatırladım caminin ismini:

    -beyazıt camii, canım!

    kadın da yerinden kalktı. adamın mühim bir sual sorduğunu, cevabının bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir yüzle yanımıza geldi. yanına oturdu adamın. bu sefer o sordu:

    - ali sofya hangisi?
    -şu tarafta... bir işaretle sol tarafı gösterdim. anlayamadılar ne taraftadır ali sofya... elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. gösterdiğim yerde kocaman binalar, birbirini kesen, biçen yollar, dükkanlar vardı. oradan ayasofya'yı nasıl bulacaklar? ama ne yapsınlar, çaresiz kabullendiler. zahir oralardadır, diye akıllarından geçmiş gibi yüzüme baktılar. son bir defa daha:
    “-herhalde ıraktır.” dediler.
    “-yok, pek ırak değil.” dedim.

    adam ellisini asmıştı. toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı.

    “-bunu getirdim köyden” dedi.
    çarşaflı kadını gösterdi: sütlaç gibi buruşuk, ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri bembeyaz, yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oldum. bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel bir kan akıyordu kimbilir...

    -hiç istanbul görmedi bu. bakıyor, hoşlanıyor da gülügülüveriyor. hoşlanıyor pek. biz lüleburgaz'lıyız. ben geldim birkaç defa istanbul'a. bu gelmemişti. camileri gezdiriyordum.
    - taksim'e de bir gidin.
    - gideceğiz. beyoğlu'nu da görürüz ha? o da, taksim'e ulaşmadan değil mi?
    - evet.
    - tramvayla mı gidelim?
    - tramvayla gidin, ya!
    - ama biz, tünel'den geçmek istiyoruz.
    - tünel işlemiyor, kapalı.
    yaa, tünel kapalı demek... tünel'in kapalı olmasına beraberce üzülüyoruz. kadın, elinde gazete kağıdına sarılmış bir şeyi bana gösteriyor:
    - bakır ucuzlamış, ucuza aldık.
    - kaça aldınız?
    - kilosuna... ne verdikti?.. 450 kuruştan verdiler. te, bak şuna, 310 kuruş verdik. pahalı değil, değil mi?
    -325 kuruş verdik. 700 gram geldi.
    -sen beş lira verdin. ne geri verdi sana bakırcı?

    hesap ettiler. önce anlaşamadılar. sonra anlaştılar. 310 kuruşa almışlardı tencereyi. ben senin gelme ihtimalin olan yola gözlerimi dikmiştim. onlar, hesaplarını yapmış, havuzu seyrediyorlar. ben geçmenizden ümidi kesmişim. sizi nerede bulabileceğimi: "bana bakın! beni dinleyin, nolur? bırakın da bir gün samimi olayım. söyleyeceklerimi söyletmiyorsunuz. dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz. bırakın anlatayım..."

    -bu, dibinden mi kaynar?
    -yok canım? babacığım, bu pınar mı? boruyla içine terkos gelir.
    adam yanındakine dönüyor:
    -borularla doldururlarmış. dibine boru döşemişler, senin anlayacağın.
    bana:
    -pekii, hani bu, suları fışkırtırmış?..
    -bayramlarda, sıcak havalarda... hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar.
    adam, kadına:
    -hava soğuk soğuk da ondan fışkırtmıyorlar, anladın mı? sıcak havalarda fışkırtırlar da insanları serinletir...
    bana da dönüyor:
    - peki... -diyor-. hani üstüne top korlar da sular lastik topu havaya fırlatır, oynatır durur; öyle de yaparlar mı?

    elli yaşında adam, ellisine yakın kadın.. fıskiyeler, toplar... onlar, benden de çocuk. seni görememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum. kadın eğilip beni dinliyor. taksim'den, öteki camilerden, meydanlardan, boğaziçi'nden, kızkulesi'nden söz açıyoruz. sonunda lakırdılarımız bitiyor. konuşmuyoruz bir zaman. ben, size bir mısra bulup söylemek istiyorum. yağmurlu havalardan, dağ yollarından, katırlardan, çıngıraklardan bahseder mısralar yok mu yeryüzünde?

    bu sırada adam, kadınına kızkulesi'ni, haydarpaşa'yı, selimiye kışlası'nı anlatıyor... bir ara üçümüz de susuyoruz. mühim şeyler düşünüyor gibiyiz. hele ben, neler düşünmüyorum: kapıdan çıkıyorsunuz. koşa koşa yanıma geliyorsunuz. kolunuza bile giriyorum. tam bu sırada adam:

    -kışın donar mı bu su?
    ne diyeyim ben şimdi? üzüntüm yine dağılıyor:
    -donar -diyorum, donar da çocuklar üstünde kayarlar.
    kadına dönüyor adam:
    -donarmış; çocuklar üstünde kayarlarmış -diyor.

    ne dersin sevgilim, beyazıt havuzu kışın donar mı? murtaza çavuşla karısı hacer anaya ben, donar, dedim.''
  • yazlik sitelerde, genelde turkce pop calan, sosisli sandvic hamburger tarzi yiyecekler satan, genc kiz ve erkeklerin tanismalarina vesile olan, geceleri okey tavla kagit vs oynanan mekan
  • sevmedim.

    havuz başı, çatışma, su basması, mektup. bu dört öykü tamam yalnız diğer öyküleri ben yazsam ve bir siteye koysam bir allah' ın kulu da gelip altına çok güzel yazmışsın demez, bu kadar da iddialıyım ama sait faik yazınca kimse bir şey anlamasa bile olsun lan sait faik sonuçta diye öyküyü övmeye kalkıyor. sait faik' in türk edebiyatı' na katkılarını sırf iki üç güzel kıza şekil olsun diye wikiden filan araklayıp yazacak değilim, oralarda yazıyor girin okuyun. o katkıyı bu hikayelerle yapmışsa eğer, keşke ben o dönemde yaşasaydım diyorum, kim bilir ne katkılar yapardım türk edebiyatı' na. bir tane hikaye var mesela 10 kadın ve 10 erkeği bir çiftlik evinde bir araya getiriyor, hah dedim türkiye' nin sade' ını buldum, şimdi müthiş bir ahlaki sorgulama le karşılaşacağım ama nerede... gereksiz bir sürü ayrıntıdan sonra cüzamdan gitti bizimkiler. son derece sıradan ve basit hikayeler. bana hiçbir şey vermedi, hiç de keyif almadım okurken. dil sade, karakterler sade, her şey sade zaten. paragrafın başında yazdığım 4 hikayeye gelirsek onlar gerçekten muazzam işte, öyle bir hikayeyi ben yazamam. onun dışında kitaptaki her hikayeyi yazarım. tabii kitapları yazıldıkları döneme, o dönemin şartlarına göre de değerlendirmek gerek kaldı ki öykü yazmak roman yazmaktan da daha zordur. sonunda okuyucuyu ters köşeye yatıramazsanız ne yazarsanız yazın pek de kıymeti olmayacaktır okuyucunun gözünde. hatta tüm öykü zaten son paragraf için okunur bir bakıma. ya da ben öykü deyince o. henry' i hatırladığımdan böyle sanıyor da olabilirim. dört muazzam öykü hariç diğer öykülerin ne sonunda ne de anlatımında benim açımdan ilgi çekici hiçbir şey yoktu.

    müzik konuşmaktan nefret ederim, bana müzikle ilgili bir şey söylenmesinden de ama bir cümle söyleyip geçeceğim; gitarı bulmak demek dünyanın en iyi gitaristi olmak demek değildir. gitarda bir tekniği yaratmak demek de o teknikte en iyi olduğunuzu göstermez ama yaratımınızla elbetteki saygı duyulan biri olursunuz her zaman o ayrı. chuck berry' den daha iyi gitar çalan sayısız adam vardır ama bu sayısız adamın gitar çalma nedeni chuck berry' dir. aslında söylemek istediğim isim chuck değildi de işte yurdumun yağız rockcılarıyla sidik yarıştırmak istemediğim için chuck dedim.

    sait faik öykücülüğüyle bir çığır açmış olabilir, bu öyküler de o dönem için muazzam eserler olabilirler belki ama örneğin simitle çay isimli öykü biraz kitap okumuş herkes tarafından yazılabilir.
  • sait faik abasıyanık öyküsü.

    “sizi bekliyorum. sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. siz görmeden geçeceksiniz. ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim aleme. dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında,
    her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım.”
hesabın var mı? giriş yap