• soyle bir okuma listesi vardır ve bunlar okunmadan mezun olunmus olunmamis önemli degildir, adam degilsinizdir onun gozunde:

    1. tevrat ve incil
    2. gılgamış destanı
    3. sofokles: tebai üçlemesi: kral oedipu, elektra, antigone
    4. homeros: ilyada, odisseus
    5. dante: ilahi komedya
    6. shakespeare: hamlet, macbeth, othello
    7. rousseau: itiraflar
    8. marquis de sade: sodom'un 120 günü, yatakodasında felsefe
    9. dostoyevski: karamazov kardeşler, suç ve ceza, ecinniler, budala
    10. kafka: dava, şato
    11. sartre: bulantı
    12. bataille: annem, gözün hikayesi, gökyüzünün mavisi
    13. siyasal düşünceler tarihi, mete tunçay
    14. çağdaş siyasal düşünceler 1850-1950, e.m. burns
    15. çağdaş siyaset felsefecileri, a.c. crespigny-k.r. minogue
    16. yeni düşün adamları, bryan magee
    17. blackwell'in siyasi düşünce ansiklopedisi
    18 platon: devlet
    19. aristo: politika
    20. makyavel: prens
    21. erasmus: deliliğe övgü
    22. descartes: metod üstüne söylev
    23. hobbes: leviathan
    24. john locke: hükümet üstüne iki layiha
    25. kant: aydınlanma nedir?
    26. david hume: din üstüne
    27. voltaire: felsefe sözlüğü
    28. rousseau: toplum sözleşmesi, eşitsizlik üstüne söylev
    29. marx: 1844 elyazmaları, grundrisse, komunist manifesto
    30. nietzsche: böyle buyurdu zerdüşt, iyinin ve kötünün ötesinde
    31. weber: protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu
    32. lenin: devlet ve ihtilal
    33. freud: psikanalize giriş dersleri, totem ve tabu
  • kendisinin princeton'da bir sene visiting profesörlük yaptığını unutuveren faniler olmasın diye aradan yüz yirmi yıl geçse de mecra ve bağlam fark etmeksizin bir şekilde konuyu princeton'da geçirdiği o yıla getirmeyi başarmasıyla alkışların en büyüğünü hak ediyor. demin bir pazar mülakatına denk geldim. memlekette kalitesiz roman, öykü yazımının hepten içinden çıkılamaz bir noktaya ulaştığından bahsediyordu başlarda ve her şey normal gidiyordu ama bir yandan da "acaba hangi noktada princeton gündeme gelecek" diye içim içimi yemeye başlamıştı. satırları su gibi yutup hala o aradığım noktanın çıkmamış olmasını görmekten hafif buruluyordum ki nihayet imdada yine yetişiverdi ve biz fanilerin gönlüne şöyle su serpti (toni morrison da bonus):

    "(muhabir)- ben de bazı yayıncılara ‘neden iyi kitap basmıyorsunuz” diye soruyorum, “satmıyor” diyorlar. bir arz-talep meselesi de söz konusu değil mi?

    (hbk): bu dünyada en çok satan kitaplar kişisel gelişim kitapları. stephan king, kendi içinde bir devlet yahu. milyonlarca kitap satan insanlardan bahsediyoruz. hiç küçümsemiyorum. princeton’da bildiğimiz taksiler yoktur. biriyle anlaşırsınız. gelir sizi alır. ben toni morrison’la çalışan adamla çalışıyordum. çok sevdiğim birisidir morrison. birbirimize taksici abdul’la selam gönderirdik. birbirimizi takip de ederdik. ne okuyor derdim. ‘stephan king’ okuyor derdi. morrison da beni sorar, okuduklarımı ‘sıkıcı’ bulurmuş. ne yapayım?... "
  • "...çocuklar bakın, bu böyle yürümez, genel kültür zayıflığı görüyorum sizde genel olarak ve bu beni inanın çok üzüyor. yahu bu gençlik nasıl bir gençlik? marx okumaz, rousseau okumaz, dante okumaz, ne okuyorsunuz yahu? söyleyin ben de merak ediyorum? bilelim yani.. bakın arkadaşlar, bunları okumazsanız burdan mezun olmuşsunuz olmamıssınız 5 para etmez. sizi adam yerine koymazlar bilesiniz. yahu elin adamı avrupa'da rousseau'nun itirafları ile yatıp kalkıyor ya, yani bu yeni gençlikteki bu okumama hastalığı beni üzmekten de öte çıldırtıyor, çıldırıyorum arkadaşlar. bakın okunacaklar listesi yollayacağım size bunların hepsi okunacak, başka şansınız yok, bunlar tek tek okunacak, başka türlü mezun olamazsınız..."
  • akademisyen. hasan bülent kahramanı ben seksenli yılların ortalarında (gençlik (ergenlik) yıllarıma tekabül eden yıllarda) gösteri dergisindeki yazılarıyla tanıdım. o zamanlar ağdalı/derinlikli bir öztürkçe ve marksist bir jargonla yazılar yazıyor, analizler yapıyordu. ve ben hiç bir şey anlamıyordum. anlamadığım için (gençlik işte) çok değerli yazılar yazıyormuş da ben anlıyamıyormuşum hissi uyanırdı bende. sonra "sabah" gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladı. ve ben hasan bülent kahraman'ı anlamaya başladım. keşke hiç anlamasaymışım.

    edit: fark ettim de -siz de fark etmişsinizdir aptal değilsiniz- ne kadar da fransız filozof michel foucault'ya benziyor, karakter ve sima olarak. şükür ki ingilizce ve türkçe biliyoz da foucault'yu ingilizcesinden/türkçesinden okuyabiliyopruz.

    h.b. kahraman

    m. foucault
  • isviçre çakısı gibi entellektüel-akademisyen. bol falsolu bir üçüncü dünya akademisyeni. üçüncü dünyada yaşayıp, çalışan ama birinci dünya kalitesindeki akademisyenlerden ayrı tutulması gerekir. türkiye'deki ilişkilerle kotarılabilecek ahmet ertegün visiting professor'ligiyla princeton'a gitmiş. hasan bülent kahraman her konunun uzmanı.

    hasan bülent kahraman'ın ingilizce kitabı yok henüz. ingilizce makaleleri de hep edited volume'larda yayınlanmış. edited volume'da yayın yapmak ile büyük bir mecmua arasında dağlar kadar fark vardır. ilki genelde tanıdıklıklar ya da ortak akademik sorular etrafinda bir araya gelen isimlerin (genelde bir konferans'ta) sunumlarının yayınıdır. dergilerin eleme ve edit süreci ise cok farklidir. hasan bülent kahraman'in bir tane uluslararası hakemli dergide yazısı çıkmamış... ferda keskin'in hakem raporunu gözardı adan birinin, uluslararasi prestijli bir mecmuanın eleme ve edit sürecine tahammülü olamazdı zaten.

    sanat sosyolojisi yapan bir bourdieu bir kendisi kaldigini gerçekten 2010'da söylemiş mi bu adam? (çünkü bourdieu 2002'de öldü de). ayrıca kendisini bourdieu ile kıyaslaması çok komik. bourdieu'nin teorileri tüm dünyada kullanılıyor, farklı bağlamlardaki verileri açıklamak için yeterli mi deneniyor. hasan bülent kahraman'ın hangi yazısı (teorik ya da veri analizi) türkiye dışında kimin tarafından ne şekilde kullanılmış?

    sabancı üniversitesi'nde siyaset bilimi bölüm içi çatışmalarındaki rolünü doktora yapan arkadaşlarımızdan dinledik. şimdi aynı hırsla kadir has'a rektör yardımcısı ve görsel iletişim tasarımı bölüm başkanı olmuş. eminim bu konuda da çok iddialıdır. bir janet vakası ama giyimi o kadar iyi değil, fiziksel güzelliği de (http://vimeo.com/25103409) kürkü de yok, olsa başına takardı herhalde. dövmeci desem, dövmeci değil. ama inanın çok zevklidir bu konuda da.

    son yazılarından muhfazakarlık istanbul'u kurtarır teranesiyle de ne şehir, ne kent sosyolojisi, ne de ideoloji hakkında söylediklerini çok da ciddiye almaması gerektiğini göstermiştir. gözlemlenebilir gerçeklerle ilişki kurmadan teori üretebilse de, data toplayıp bunun üzerine düşünme, teoriye somut olan veriden yürüme (ki foucault'nun bir tane herkesin örnek alması gereken özelliği varsa o da concrete case'den teori inşasıdır) konusunda hiç bir adım atmayandır.

    mete tunçay'a gönderme yapma biçimleri de otoriteyi isim zikrederek kendine çeken/bağlayan ortaçağ yazarlarını çağrıştırıyor.

    yine de akademisyen olmak, bir yandan daha popüler mecralarda kitlelere seslenmek isteyen gençlerin izlemesinde yarar var kendisini. çünkü tam olunmaması gereken insan tiplemesidir, ucuncu dunyanın hırs küpü olmamış akademisyeni olmamak için dikkatle incelenmelidir.
  • kariyerine fuko cakmasi olarak baslayip, basit bir aktrol olarak bitirmistir. ederi de budur zaten.
  • http://www.sabah.com.tr/…nlerin-kabagi-solun-basina
    trump'ın elit yönetici sınıfın kibirli tavrına tepki olarak hareket ettiğini söylemiş. tüm meseleleri kültürel boyutlu olarak inceleyip çok önemli bir mevzu olan sermaye ilişkilerini (bakın hocam "altında yatan" diyerek hardcore marxist deterministlik yapmıyorum, çok önemli diyorum) tamamiyle ve tamamiyle es geçiyor. argümanının gerekçesi de obama'nın trump konuşurken küçümseyici mimik hareketleri yapması. hasan hocam, trump'ın hayatı bu elitist zümreyle geçti, geçiyor. kabinesinin alayını bu adamlarla doldurdu. ayrıca argümanda şöyle bir anlam bütünsüzlüğü var. meseleyi önce kültürel yaşayış biçimiyle tanımlayıp sonra zevk-ü sefa kavramına bulayıp ekonomik duruma getiriyorsun ama trump ve ailesinin zevk-ü sefanın önde bayrak taşıyanı olduğunu gözden kaçırıyorsun.

    çok mu zor trump'ın sermayenin bir kesimini temsil ettiğini, diğer kesimle yaşadığı ayrışmayı iyi sevk ve idare ederek başkan olduğunu söylemek. çok zor. çünkü senin derdin başka. böylelikle bu hikaye ile kasımpaşa'nın varoşlarından doğan öfke siyaseti arasında bir ilişkilendirme yapıp bu akımın kitlelerin temsilcisi olduğunu söyleyebiliyorsun. popülizmin söylemde kaldığı, rantçı-inşaatçı sermaye sınıfın politikalarının ezilenleri lime lime yaptığı çok da umrunda değil. bunun dışında kalan her şeyi elitizm olarak tanımladın mı bir köşe yazısı yazmış oluyorsun.
  • bugün taraf'taki röportajinda "referandum'da hayir diyenler bürokrat aydın"dır buyurmuş ve hayir diyen herkesi geç kalmiş ulus devletin bürokrat aydınları olarak etiketlemişler. http://www.taraf.com.tr/…ayir-diyenler-burokrat.htm

    ayhan ışık'ın cingöz recai filmlerinde attığı bir kahkaha var. böyle durup durup, kendi kendine konuşup tiradi tırmandırarak kreşendo olarak kafasını yukari kaldırıp attiği bir kahkaha. "ama onlar cingöz recai'yi henüz tanımıyorlar (es).. göstereceğim onlara cingözü. (es) hahahahaha" şeklinde bir kahkaha. çok seviyorum. böyle işte hasan bülent'in bu tür tiradlarını görünce onun yerine kahkahayı ben atiyorum kusura bakmasin. hmmmm "vay sizi gidi bürokrat aydınlar! göstereceğim size cingöz recai kimmiş (es) hahahaha"... (es) (kahkahadan sonra ciddiyetle devam eder tirada)

    hani kahve muhabbeti klasmanından devam edeyim, taraf'ta cemil ertem ya da radikal'de cengiz çandar doğru argümanlardan yanlış sonuçlar çıkarmak konusunda ne kadar başarılıysa, hasan bülent kahraman da siyaset sözkonusu olduğunda benzer bir başarıya sahip. ama onun ayirdedici yönü sanırım kavramları kafaya tokuşturup, alakasız meseleleri biraraya getirip soğuk bir çorba olarak servis etmekte gösterdiği hüner. aslinda çok hüner değil, bildiğin ve onun da eleştirir göründüğü "bürokrat aydın" hastalığıdır bu ama ukalalık etmek istemem ve doğru argümanlardan yanlış sonuçlar çıkarma konusundaki bu başarıda kaynağı belirsiz bir özgüvenle, gündem belirleme arzusuyla dolu tatli cingözlükler peşinde koşmanın, "ben farklıyım, ben derin düşünüyorum" şeklinde bir pozisyon kurmaya çalışmanın da küçümsenmeyecek bir payı var. ki sempatik bile buluyorum bazen bunu. ama kendi görüşleri dışındaki tüm değerlendirmeleri "bürokratik, gerici ve otoriter" olmakla suçlayan bu agresif liberalizmin "demokrat" görünüşünün ardındaki çirkinliği pazara çikarmak bakimindan gayet öğretici olan şu kisacik röportajda bile ilk elden göze çarpan ve neresinden tutsan elde kalacak şu düşünceler hiç de sevimli değil:

    "anayasa referandumu 12 eylül anayasası'nın ruhunu değiştirecek", "faşizm sokak ve devlet faşizmi olarak ikiye ayrilir", "mhp devlete sonradan ortak olmuş", "akp kürtlerin çoğu isteğini yerine getirdi", "gerçek aydinlar evet, sahte aydinlar hayir diyecek", "evet'ten sonra türkiye daha demokratik bir ülke olacak", vs. vs. hahahaha! şeklinde bir cingöz recai kahkahasiyla devam eden bu tezler kümesine en fazla "yahu kuzum, siz nerede yaşiyorsunuz ve bu kadar cingözlüğü nerede öğrendiniz" diye yanıt verilebilir.
    hadi sol taraftaki "yetmez ama evet"çilerin bir bölümü biraz ingiliz troçkizmi mecrasindan memleketle irtibat kurabildikleri için olan biten biraz geç dank ediyor, bir kisim kafasi karışık "gerçek aydın" da hala 1980'lerin politik koşullarında yaşadığımızı varsayıyor ve kimi de 30 yildir bir türlü tamamlanamayan şu burjuva demokratik devrimi "akp ile ittifak halinde" tamamlamaya çalışıyor ama hasan bülent kahraman yine her zamanki gibi bütün bunlarin dişinda gayet orijinal bir kulvarda, tarihi referanslara! dayanarak, bir idris küçükömer, bir cemil meriç edasi takinarak kuleden sesleniyor: " “evet” oyunu aldıktan sonra ak parti’nin işi zorlaşacak. eğer ben bu değişikliği yetersiz buluyor ve buna rağmen “evet” diyorsam, bu referandumdan sonra ak parti’nin yakasına, “ben seninle referandumda bir uzlaşmaya gittim. şimdi bana 2011 seçimlerinden sonra anayasa’yı daha kapsamlı değiştireceğini taahhüt et bakalım” diye yapışacağım demektir."

    e birader, madem yeni bir anayasa için akp'nin yakasina yapişacaksin neden referandumdan önce yapişmiyorsun, neden yillardir yapişmiyorsun, neden referandum sonrasina bekliyorsun, neden kendi kendine gelin güvey ittifaklar kuruyorsun diye sorarlar. ama neyse biliyoruz artik, sürekli hatalı çıkış, böyle tuhaf fodeparlar, bir türlü koşamiyor hasan bülent bey, bir türlü başlayamiyor şu yakaya yapışma yarişı. yoksa biraksan demokrasinin kisa ve orta ve uzun ve tüm atlamalı firlatmali sporlarinda olimpiyat rekortmeni olacak. ama olmuyor, olamiyor, geçmiyor geçemiyor. hasan bülent konuşuyor: "referandumdan sonra göstereceğim onlara cingöz recai'nin kim olduğunu (es) hahahah..."

    böyleyken böyle...
  • odasından cıkmanız gereken anı size "hadi" diyerek bildiren ulu insan
    (bkz: bi siktir git anlamına gelen laflar)
  • "gençliğimde de sosyalizme inandım şimdi de. bunun burada açıklanamayacak sayısız nedeni var. hem bilimsel-ideolojik-objektif hem de sübjektif-varoluşsal bir seçimdi."

    bu ne la. yanımda biri böyle bi laf etse yemin ediyorum kafa göz girmek isterim ki ben. gençliğimde de sosyalizme inandım şimdi de. şimdi de. de de de, remiksi yapılacak cinsten bu cümle de sanki. gençliğimde de sosyalizme inandım şimdi de. şimdi de ne? türkçenizi düzeltiniz sosyalist ülkelere giydirme modasına katılmadan önce. "devrim iyi ama arkadaşları kötü", "benim de sosyalist sübjektif varoluşsal bilimsel mikrobiyolojik hassasiyetlerim var"la başlayıp nerden açık yakalasam da yersem, üstün sosyalist toplum idealimle mevzilensem (ama ideal gerçekleşemeyeceği için de akpli liberal yazar olarak kalsam) kaygılarınızı gözümüze sokarak çok akıllı filan göründüğünüzü mü sanıyorsunuz acaba? kıçımı silmeyeceğim bir gastenin köşesinde akıllı taklidi yapmak zor oluyor eminim. anlamalıyız sizleri de.
hesabın var mı? giriş yap