• yalniz ben birsey soylemek istiyorum (bkz: #5193647)

    okul yıllarımı hatırlıyorum. letrasetlerle başlamıştık bu yeni hayatımıza. milimetrik kağıtların üstünde zaman harcayarak ışıklı masalarda geçmişti bir dönemimiz...
    stajlarımızda tanıştık ilk mac'lerle. bilen, anlayan yoktu bu yeni teknolojinin dilinden.
    aradan yıllar geçti. hepimiz dijital dünyanın harika çocukları olduk. yer yer savrulduk saman ateşi gibi o ajanstan o ajansa. rüyalarımıza girdi bıçak paylarındaki milimetreler. montajlarla, pantone'lerle harcadık gençlik yıllarımızı... kah güldük, kah ağladık çöpe atılan kartvizitlere, broşürlere. sıkıştı kaldı hayatlarımız revolta, tumba montajlarda.
    kaytardık dekupe yaparken ilk içilen çaylarda. küfürler ettik hep bir ağızdan geçersiz bir işlem yürüttüğümüzde...
    paylaştık tüm sevgilerimizi, umutlarımızı parmak izli monitörlerimizle, klavyemizle. az mı sığındık ctrl+z'ye? bir an boş kalamadık hayellerimizle. uykusuz kaldık uzun mesai gecelerinde. sabahı karşıladık save as'le.
    bizler kimmiyiz?
    bizler işimizi seven, değeri olmayan isimsiz dijital çocuklarız.*

    (bkz: grafiker olmak icin gerekenler)
  • grafik tasarımcı ile grafik sanatçısı arasındaki farkları irdeleyen, ilhan bilge'nin kaleminden çıkma, 2008, grafik tasarım** dergisi'ne ait bir yazıdır.
    bülent fidan, 2014 (eylül-ekim) 61. sayı grafik tasarım dergisinde yazıyı tekrar alıntılamıştır.
    uzun olmasına rağmen yazının gayet sade bir dili vardır, grafik tasarım ile sanat arasındaki farklarla ilgilenenler okuyabilir. buyrunuz:

    ***

    ""1987 yılında, gösteri dergisinin hazırladığı bir soruşturma dosyasında grafikerlere ilk sorulan soru şuydu: sanatçı mısınız, zanaatkar mı?
    o günlerin tartışma konusu buydu. tasarımcı sözcüğü henüz kullanılmıyordu. 90'larda bu sözcüğün yaşamımıza girmesiyle sanatçı mı, tasarımcı mı olduğumuzu tartışmaya başladık. sonunda karar verdik ki, biz tasarımcıyız.
    bizim dışımızda grafik sanatçıları da vardı. onlar, kendilerine sipariş edilmemiş çalışmalar da yapıyorlardı. örneğin mengü ertel, tasarımcı şapkasını taktığında broşürler, amblemler, ambalajlar tasarlıyor; sanatçı şapkasını takınca da resim sergisi açıyordu.

    sanatçı kendi sözünü söyler; tasarımcı, başkaları adına konuşur.

    bu, sanatçı ile tasarımcı arasındaki en net ayrım. sanatçı, insanlara söyleyecek sözü olandır. çoğunlukla insanlara "gösterecek şeyi olan"la karıştırılır. herkesin beceremediği marifetlerinizi göstermek, sizi sanatçı yapmaz; herkesin yaşadığını yaşayıp, herkesin söylemediğini söylemek, sanatçı yapar.
    tasarımcı ise -özellikle grafik tasarımdan söz ediyorum- başkaları adına konuşan kişidir. üreticinin sözünü görsel dile tercüme edip, hedef kitlesine iletmekle görevlidir. bunu yaparken kendi kültürel ve mesleki birikiminden yararlanır elbette ama bu birikimi, kendini anlatmak için değil, ürünü anlatmak için kullanır.
    sanatçının kimliği, yaptığı işe yansır; yansımalıdır. tasarımcı ise işin kimliğine bürünmelidir.
    sanatçı ne söylerse söylesin, kendisi olarak kalır. tasarımcı ise, her zaman söylediği söze uygun kimlikler yansıtır. deterjandan söz ederken hamarat bir ev kadını, jiletten söz ederken kenar mahalle bıçkını olabilmelidir.

    sanatçı, kendine iş verir. tasarımcıya iş, bakaları tarafından verilir.

    sanatçıya sipariş verilmez. sipariş üzerine yapılan ürün, sanat ürünü değildir. sanatçı yapıtıyla neyi, kime nasıl anlatacak; işin tekniği, fiyatı ne olacak; kendi karar verir.
    tasarımcı ise kime ne söyleyeceği konusunda talimatı, işverenden alır. işe başlarken satış hedefleri, insanlarda hangi tutum ve davranışları değiştirmenin amaçlandığı ve bunun hangi bütçeyle yapılacağı bellidir. tasarımcı, bu bilgileri almadan işe başlayamaz.
    çoğu kez, kullanacağı renkler, yazı karakterleri, ölçüler, orantılar da eline tutuşturulan kurum kimliği dosyasında, en ince ayrıntılarına kadar tarif edilmiştir.
    sanatçı tümüyle özgür değilse, sanatçı değildir. tasarımcı tümüyle özgürse, tasarımcı değildir.
    sanatçı söylemek istediğini söyler; konuştuğu kitlenin kendisini anlamamasını göze alabilir, onlarla ters düşebilir ya da çatışmaya girebilir. tasarımcının böyle bir lüksü yoktur. o, seslendiği kitlenin beğenisini, beklentilerini, değer yargılarını öğrenip bunlara uygun konuşma refleksini geliştirmiştir.
    tasarımcı çoğunluğun fikirlerine karşı çıkıyorsa, o fikirlere karşı çıkan birilerine -örneğin doğaları gereği sisteme başkaldırma eğiliminde olan gençlere- bir şey satmak için yapıyordur.

    mayın tarlasında dans etmek

    tasarımcının da özgürlüğe ihtiyacı vardır ama bu, sanatçının özgürlüğüne benzemez.
    ona aynı konuda (rakip ürünler için) çalışan tasarımcılara verilen malzeme verilir, aynı sınırlar çizilir ve farklı bir şey üretmesi istenir.
    tasarımcının yaptığı mayın tarlasında yürümek gibidir. bu tarladan mayına basmadan -verili sınırları çiğnemeden- geçmek kolay değildir ama ondan beklenen biraz fazlasıdır: yürümesi değil, dansetmesi ve dansıyla izleyicileri etkilemesi istenmektedir. ve elbette izleyici, sahnenin altında mayın tarlası olduğunu hiçbir şekilde hissetmemelidir (bu, dansı çok sıkıcı bir gösteriye dönüştürebilir).
    tasarımcı çalışmaya başlarken, tüm mayınların yerini bilmelidir. önce gereksiz mayınları kaldırmak için işverenle tartışacak, sonra kalan mayınlara basmayacağı bir kareografi tasarlayacaktır. ve öyle dans eder ki, mayınları oraya koyanlar bile onların varlığını unutacak, sahnedekinin bir sanatçı olduğunu, o mayınlar orada olmasaydı da zaten öyle dans edeceğini düşünecektir.

    özgürlük nereden itibaren gerekli

    patlayıcıları yerleştirip sizi sahneye salanlar, bu noktadan sonra özgür bırakmalıdır. dans başladıktan sonra yapılacak her müdahale, tarlaya eklenen yeni bir mayındır. onlara da basmamak için, kareografide ufak değişiklikler yaparak, durumu kurtarmaya çalışırsınız. oldu galiba, derken, altınıza bir patlayıcı daha konur. artık, dans dans olmaktan çıkmış, ne dans edene, ne izleyene keyif vermez hale gelmiştir.
    bu noktadan sonra en uygun şey, geri dönüp her şeye yeniden başlamak, yeni mayın haritasına göre, yeni bir dans tasarlamaktır ama verilen süre dolmuştur. işin bütçesi yeni bir çalışmayı ödemez. sizin de yaptığınız işe inancınız ve şevkiniz kalmamıştır. son anda eklenen mayınlara da basmadan gösteriyi tamamlamaya çalışırsınız ama artık olanları izleyiciden gizlemek çok zordur. çektiğiniz sıkıntı hissedilir ve onlara da bulaşır.
    sonradan eklenen her engel, işe zarar verir. işverenin bunu yapmasına izin verirseniz, siz tasarımcı olarak kötü bir iş çıkarmış olursunuz ama asıl zararı kendisi görür. iletmek istediği mesaj okunmaz hale gelir. direnmeniz, sizden çok işvereni kurtaracaktır.
    tasarımcının ihtiyacı olan özgürlük, işte böyle bir özgürlüktür. zincirleriyle birlikte özgür olmalıdır.
    ve bu özgürlük de, bütün diğerleri gibi, savaşarak ve bedeli ödenerek elde edilir.

    tasarımcı kendini sanatçı zannederse ne olur?

    mayına basar. bastığı mayının büyüklüğüne göre işin bir bölümü ya da tamamı havaya uçar.
    dansçı, olayı yara almadan atlatabilir, hatta ekipmanlarından daha rahat dans ettiği için, nelerin havaya uçtuğunu görmeyen bir kitlenin gözünde puan kazanabilir, tasarım yarışmalarında ödüller alabilir. çünkü bastığı aslında mayın değil, fünyedir. o, sahnedeki fünyeye basıp ateşler; mayın başka yerde patlar: fabrikalarda, depolarda, süpermarketlerde, bankalarda.
    hele mucize eseri hiçbir fünyeye basmamış ve iyi bir sonuç sağlamışsa, bir anda bir iletişim ilahına dönüşebilir.
    bu, kazanma şansı çok düşük olan bir kumardır ve başkalarının paralarıyla oynanmaktadır. masaya sürdüğü para, bir ürünün ortaya çıkarılıp tüketiciye ulaşması için ona emanet edilmiş paradır. yalnız işveren değil, o ürün için çalışan tedarikçiler, nakliyeciler, işçiler, bakkallar onun çalışmasının sonucuna göre hayatlarını kazanmaya devam edecek ya da işsiz kalacaklardır.

    şimdi seçme şansınız var:

    az önce sanatla tasarımı birbirinden kesin çizgilerle ayırdık. ama bu çizgiler sonsuza kadar değişmeden kalmıyor. sanat-tasarım ayrımının yeniden bulanıklaşmaya başladığı bir döneme giriyoruz. bu, içindeki sanatçıyı zaptetmekte zorlanan tasarımcılar için iyi bir haber sayılabilir.

    tasarımcıdan sanat istemek

    sanayici, kitleler için üretip yapmaya başlayıp da yaptığı işi onlara anlatmak durumunda kalınca -hitabet yeteneğinin olmadığını bildiğinden- kendi adına konuşmaları için sanatçılara başvurdu (o sırada başka kimse yoktu). sanatçılar insanlara mesaj iletebiliyorlardı; öyleyse sanayicinin mesajını da iletebilirlerdi. ressamlardan afiş, şairlerden metin yazarı olmalarını istediler.
    bu elbette geçici bir çözümdü. kalıcı çözüm için tasarım iletişim okulları kuruldu. buralardan yetişenler, başkaları adına konuşma eğitimi almışlardı ve işlerini iyi yapıyorlardı.
    çok uzun süre hepimiz hayatımızdan memnunduk ama yirminci yüzyılın son çeyreğinde yeni bir sorun başgösterdi: herkes üretim yapıyor, herkes ürettiğini anlatıyordu ama birbirine çok benzeyen şeyler söylüyorlardı. çünkü, söyleyecek farklı şeyler kalmamıştı. teknoloji öyle bir aşamaya gelmişti ki, bütün detejanlar beyaz yıkıyor, bütün otomobiller az yakıt tüketiyor, bütün şampuanlar saçlarınızı ahenkle dans ettiriyordu. aralarında bazı farklılıklar vardı elbette ama bunlar tüketicinin algılayabileceği, algılasa da umursayacağı farklılıklar değildi artık.
    tüketiciye ürün hakkında söylenecek yeni söz kalmayınca, ondan olabildiğince az söz etmenin, hatta hiç söz etmemenin daha iyi olabileceği fark edildi. tasarımcıya dönüp "sen de bir şeyler söyle" demeye başladılar.
    o zamana kadar kendinden söz etmesi kusur sayılan tasarımcı, birden kendi adına da konuşabilme olanağına kavuştu. yüz elli yıl önce sanatçının içindeki tasarımcıyı bulup çıkaran ekonomik sistem, bugün de tasarımcının içindeki sanatçıyı serbest bırakıyordu.
    artık, bazı grafik sanatçıları, tasarım da yapsalar, üreticinin mesajını iletmekle yetinmiyor, onun üzerine kendi mesajlarını da ekliyordu. onlardan istenen de buydu.
    mesajlar arasındaki fark sözlerde değil, söylenenlerdeydi. 18 yıl boyunca benetton'un rakiplerinden en önemli farkı, ürettiği giysiler değildi; afişlerini tasarlayan oliviero toscani'ydi.

    grafik sanatçıları çağına mı gidiyoruz?

    henüz değil. rekabetin şiddetli, ürünler arasındaki farkın az olduğu bazı üretim alanlarında uygulamalar başladı ve zamanla artacak. ama modernist (işlevi izleyen) tasarım bitmeyecek. ürününde fark edilebilir bir yenilik yapabilen üreticiler bunu tüketiciye doğrudan söylemek isteyecekler. ürünler arasındaki farklar azaldığında, tekrar, sanatçı kişiliği ağır basan tasarımcılar aranacak.
    her iki çalışma biçimi, bundan sonra beraber yaşayacak gibi görünüyor. bu durumda, tasarımcıların kendi seçimlerini ilan etmeleri gerekiyor. grafik sanatçısı olmayı seçerlerse artık onlardan standart tasarımlar istenmeyecektir. tasarımcı olarak kalmayı seçenler bile, her zaman, kendilerine söyleneni aynen tekrarlamayacaklardır.
    önümüzdeki günlerde eskisinden daha hoş, daha etkileyici ve heyecan verici tasarımlar göreceğiz. bunları yapamayan tasarımcılar da artık suçu müşterilerine atamayacaklardır."

    bazılarının "tüm yazı yerine belli bir kısmını alıntı yapsaydı" dediğini duyar gibiyim. aslında konuyla ilgili bundan çok daha uzun bir yazı yazmıştım. ancak, yazının girişinde de belirttiğim üzere, amacım çözüm üretmek değil, bir durumu aktarmak, gündemde tutmak. sayın bilge'nin yukarıdaki yazısı bu nedenle bütünüyle burada yerini aldı."

    edit: grafik tasarım dergisinin konuyla ilgili facebook sayfasındaki paylaşımı ** olarak eklenmiştir.

    ***

    ekleme: sanat, yaratılır ve paylaşılır; sanatçı, sanatın üretilen ve tüketilen bir şey haline gelmesine hizmet etmez. hizmet ederse, o kişi sanatçı değil, çalışandır.
    sanatın içindeki kişi başkalarıyla yarışmaz, kurumların piyonu olmaz; yarışmalara ve reklam kampanyalarına katılmayı göze almaz yaratıcı. best-seller gibi bir arzu gütmez.

    yaratıcı insan yoğun bir biçimde yaşar. evrenin ağırlığı, sonsuzluğun derinliği onun düşünce ve duygularıyla iç içedir. söyleyecek bir şeyi olmasının ötesinde, söylemenin yeni bir yolunu bulmanın peşindedir sanatçı. yeni bir dil arayışı içindedir. hayal gücü vardır. dil ve hayal gücü sonsuz biçimlerde bir araya gelir ve dış alemi olduğu kadar, onun iç alemini de ifade eder. yaratıcı, acı çeker. yaşayabilmek için yaratmak zorundadır.

    (işbu ekleme gündüz vassaf'ın cehenneme övgü kitabının "sanatçıdan sakının!" bölümünden, grafik tasarımcıyla ilgili düşüncelerime eklenip derlenmiştir.)
  • guzel turkçemizde yanlis kullanılan bircok tanımlamadan biri, lakin grafik tasarimcisi diye bir insan olamaz, bizzat kendim bir grafik tasarimci olarak "grafik tasarımcı" satmadıgim icin bi turlu kabul edemedigim tanimlama.
  • iyisine "art direktör" de denir. güzel insanlardır. çoğu oldukça zeki ve eğlencelidir. örneğin bir tanesi bugün artistlik yapan fotoğrafçı arkadaşımıza "sen sadrazamın sol denklanşörü müsün?" cümlesiyle ayar vererek adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır.
  • yaptığı işin çok kolay olduğunu zanneden yurdum piyasasında önemli görünmeyen iş dalı.

    bir tasarımcı ile, logo, kapak, afiş konusunda anlaşıp, işin wip dosyasını alarak kayıplara karışan nice iş veren vardır.

    genelde, tasarımcının istediği fiyata burun kıvırıp, bunu yapmakta ne var yahu, fotoşok'u aç, iki çizgi at. çok pahalı diyen binlerce beyinsiz bulabilirsiniz.

    neyse ki, after effects vb programlar için aynı cins konuşmalara maruz kalmıyorsunuz ama para ödememe veya tam ödememe mevzusu şiddetle devam ediyor.

    %99'un müslüman olduğu iddia edilen bir ülkede, alnının teri ile iş yapanların, ücretlerinin verilmemesi, daha doğrusu hırsızlıkları bu alanda epey popüler.
  • güzide ülkemde, kendi göz zevkini müşteriye beğendirmek olması gerekirken, müşterinin göz zevkine göre çalışılan meslek dalı. türkiye’de ederi olmayan, istanbul piyasasında sağlam 3-5 ajans dışında ayaklar altında olan meslek dalıdır ayrıyaten. hiç öyle hayalleriniz, mezun olup herb lubalin, susan kare, milton glaser edalarıyla gezerim kafasında olmasın.

    ajansların çoğu hızlı olmanıza bakar, ne kadar hızlı iş bitiriyorsan oranın biricik çalışanı olursun. işe girdikten sonra kimse senin ne okulu okuduğunu, bir logoya haftalarca eskiz çıkarmanı falan da siklemez. bunu yapan ajanslar yok mu tabii ki var ama türkiye’de çok çok az. müşteri en kısa sürede o işi teslim almak ister. daha hayatımda deadline süremiz geniş denildiğini bir ya da iki defa duydum duymadım. her gelen mailin sonu “acele” yazısıyla biter.

    ha birde akşam fazla mesai saatleri, bu mesai saatlerinin karşılığını alamamak gibi durumlara girmiyorum. bir de bunun müşterinin ajansa gelip yanına oturup şunu şunu şöyle yapalım diye sipariş verenleri var. adam sarı renk üstüne beyaz renkte yazı ister bu okunmaz dersin öyle istiyorum der. arkadan patron yapalım der. neden? çünkü ay sonu gelir ve artık maddi kaygıların, estetik kaygılarına göre daha ağır basar. parası olup gözü olmayan sikik bir ton insanın ağız kokusunu çekmek zorunda kalırsınız. ben ne mi yaptım peki?

    12 senelik ajans sürünmelerimden sonra gittim kendi ajansımı kurdum. karışanım yok edenim yok mesai saatimi ben belirliyorum müşterimi ben seçiyorum. türkiye’de vizyonu ve ekonomik olarak rahat olmayan bir patronla çalışıyorsanız işiniz zor bir çalışan olarak.
  • hakkıyla yapan kişilerine kendimden daha çok saygı duyabileceğim meslek grubu.

    hayal gücü, yetenek, çok çalışma..
    her parametreyi bir arada bulunduran, bulunması gereken ender kollardan.

    eğer içlerinde bana ufak bir yardımda bulunabilecek var ise minnet duyacağım kişilerdir.
  • zor ve hayal gücü gerektiren bir işi yapan insanların sahip olduğu meslek.

    aranızda var ise ufak bir soru sormak isterim. istediğiniz gibi yeşillendirebilirsiniz.
  • merhabalar 8 yıldır ambalaj geliştirme ve grafik tasarımcı olarak çalışmaktayım ulaşabilirsiniz :)
  • alaylı yetişmiş merdiven altı özalitlerde çalışan çakma grafik tasarımcıların, üniversite mezunlarını ezmeye çalıştığı, yukardan baktığı meslek. tabelacı orospu çocuklarına kendinizi ezdirmeyin, siz 4 sene sanat eğitimi aldınız, sadece tecrübesizsiniz.
hesabın var mı? giriş yap