• türk siyasi tarihini alternatif bir üslupla anlatan martin scorsese filmi.

    --- spoiler ---

    daniel day-lewis'in hayat verdiği reyiz "butcher" önderliğindeki ülkücüler, liam neeson'un canlandırdığı "priest" yoldaş önderliğindeki solcu kürt hareketine karşı yaptıkları sokak savaşını kazanırlar ve new york'un o dönemdeki en pis yeri,ama aynı zamanda kalbi olan "five points'i ele geçirirler. artık new york'da kürtçe konuşmak yasaklanmış,kürt lafı ağza bile alınmaz olmuştur.halihazırda toplum içinde bulunan kürtler de asimile olmuş,hepsi sistemin devamlılığı için çalışan çarkların birer dişlisi olmuşlardır.bunların birisi polis olmuştur mesela,birisi reyiz butcher'ın yancısı olmuştur,sisteme yandaş olmayı reddedenler de ortamlardan uzaklarda yaşayıp gitmektedirler.

    derken bir gün şehre priest yoldaş'ın oğlu vallon (leonardo di caprio) çıkıp gelir.sonraki olayları özet geçeyim:önce ülkücü taklidi yapıp butcher reyiz'in ekibine girer,hatta onun hayatını kurtarır,belki butcher'dan sonra yeni başbuğ olacak adam konumuna yükselmiştir artık. ama o intikamını unutmamıştır, babasının öldürüldüğü sokak savaşının yıldönümünde butcher reyiz'i indirmek ister,ama ayrılıkçı kürt idealini idrak edememiş şuursuz arkadaşının ispiyonlaması yüzünden indiremez,üstelik butcher tarafından taşakları sıkılıp istikal marşı'nı tersten okumak zorunda kalır.sonra da bir güzel dayak yer tabi. dövülmüş ve aşağılanmış yoldaş vallon bir süre inzivaya çekilir.sonra demokratik ortamı kullanmak üzere harekete geçer.kürtleri örgütleyen vallon,seçim barajına takılmamak için bağımsız milletvekili adayı gösterir ve milletvekilleri seçilir.ama demirden ergenekon dağını eritip çıkan ırkın evladı butcher reyiz demokrasi filan dinlemez tabi,parlamentoyu basıp hepsinin anasını siker.

    artık vallon yoldaş için yapacak bir şey kalmamıştır,butcher reyiz'e meydan okur;buna dünden razı olan butcher reyiz de zevkle kabul eder. vallon hummalı bir çalışmaya girişir;molotof kokteylleri hazırlanır,biji pkk bayrakları dokunur,ayrılıkçı kürt hareketi yıllar sonra tekrar eski günlerine dönmüştür.

    12 eylül sabahı iki taraf da tam karşı karşı geldiği vakit olan olur: kenan evren liderliğindeki türk silahlı kuvvetleri kontrolü eline alır ve askeri sıkıyönetim ilan edilir.sokaklardaki karışıklıkları bahane edip başa gelen ordunun ilk yapacağı iş de tabi ki bu karışıklıkları önlemek olacaktır.sokak savaşının olacağı bölge top bombardımanına tutulur,binlerce ülkücü ve pkk'lı birkaç saat içinde paradise meydanında telef olurlar.telef olurlar diyorum çünkü tek bir bıçak/kılıç/satır darbesi sallayamadan üstlerine basılan böcekler gibi geberip gider hepsi.ama vallon yoldaş bala göte bu bombardımandan kurtulur ve yanıbaşında zaten ölmek üzere olan butcher reyize bir bıçak da o sallar.zaten önceden onu gizlice öldürmeye çalışarak yavşaklığını ispat eden vallon,filmin sonunda bu yavşaklığını tekrar tesciller.artık madalyalı bir yavşaktır.ama hayatta kalan o olmuştur.film amerikan'nın,aman türkiye'nin gerçek tarihinin işte bu olduğu,atalarımızın işte böyle insanlar oldukları vurgusuyla biter.velhasılkelam; aslen kayserili bir ermeni tüccarın oğlu olan martin scorsese'den memketemizin şanlı tarihini hakkıyla anlatan bir başyapıttır bu film.izlenmeli,izletilmelidir.
    --- spoiler ---
  • "bill -the butcher- poole" rolünde ki yaşayan efsanelerden daniel day-lewis'ın, jenny everdeane rolünde ki cameron diaz ile sahnede sergilediği mükemmel bıçak şovuna kadar soluksuz izlenen, sonrasında ise -yine yaşayan efsanelerden- martin scorsese "hadi bitirek şu filmi..!" dercesine bir anda olayları hızlı çekime sardığı güzel ama birazcık uzun film.

    dediğim sahneye kadar gayet güzel ilerledi film. ama sonra ne olduysa ortalık karıştı... amerikan tarihine pek meraklı değilim ama ufak bir araştırmayla bir şeyler öğrendim. sanırım filmin son bir saatinde geçen olaylar gerçek bir isyanı (bkz: draft riots) konu alıyormuş... amerikan tarihinde ki en büyük isyanlardan biriymiş meğer... aslına bakarsanız bill -the butcher- pole karakteri de gerçekte var olan bir karaktermiş sanırım.

    filmin bir sahnesinde usta yönetmen güzel bir foreshadowing tekniği de uygulamış... bu sahne, filmin sonunu henüz izlemeden çok etkilemişti beni zaten. film bitince u sahnenin önemini daha iyi anladım. bahsettiğim sahnede, irlandalılar gemilerden iniyor, indikleri anda limanda birileri onlara bir kağıt imzalatıyor ve bir anda amerikan vatandaşı oluyorlar, "günde üç öğün yemek" vurgusu ile bu insanlar "vatanınızı savunun"(!) denilerek askere alınıyor, imzalar atıldıktan sonra biraz ilerde bu insanlara askeri üniforma giydiriliyor ve bir anda kendilerini ellerinde tüfeklerle başka bir gemiye binerken buluyorlar, aynı sahnelerde ise ölen askerlerin tabutlarının limana serildiğini ve yeni tabutların indirildiğini görüyoruz. muazzam bir sahne... üstelik martin scorsese bunu tek bir kamera çekiminde kayda alıyor. harika bir sahne gerçekten... şuradan izleyiniz.

    bu sahnede yönetmen olayların kızışacağı noktanın sinyallerini veriyor aslında. ve mükemmel bir eleştiri sahneliyor. kısaca güzel ama biraz uzun bir film. sırf ustaların saygısına izlenmesi gerek. özellikle daniel day-lewis... olağan üstü.
  • koca bir şehrin çetelerinden çok, bit kadar mahallede* kimin hükmü geçecek gibi küçük insanların küçücük sıkıntılarını, koca bir ülkenin kurulmasındaki sancılar şeklinde yansıtan film.
    filmin konusunu kısır bulanların, basit bir öykü içinde ne kadar detay verildiğinin farkına varamamış olması ihtimaline karşı:
    - dead rabbits üyelerini yeni göçmen ve istilacı olarak niteleyen bill the butcher ekibinin de aslen sadece 2 nesildir yeni dünyalı olduğunu, william cutting'in dedesinin irlanda'da öldüğünü, buna rağmen kraldan çok kralcı olduğunu,
    - sözde demokrat geçindikleri için zenci ırkın özgürlüğü için savaştıklarını söyleyen new yorklu'ların yangın ve isyan haberlerinde görüldüğü gibi bu ırkın çocuklarıyla kendilerininkileri aynı okullara veya yetimhanelere göndermediklerini,
    - sözde özgür ve yerli sayılan zenci ırkın kendileri gibi ezik göçmenlerle takıldıklarını, ve ilk fırsatta telef edildiklerini,
    - politikacı ve işadamlarının her yerde her çağda aynı kaba sıçtıklarını,
    - oy pusulası sahteciliğinin ve oy satın alma işlerinin çook eskilere dayandığını,
    - p t barnum gibi bir başka irlandalı'nın eğlence dünyasında getirdiğ yeniliklerin amerika'nın girişimci özgür ruhunu sembolize ettiğini,
    - gemiden indikleri gibi ilk masada ellerine vatandaşlık belgesinin, ikinci masada ise askerlik celbinin verildiği göçmenlerin, "evet artık vatandaşsın şimdi git ve ülken için savaş" denilerek, lejyonerleştirildiğini,
    - 70 küsur mahalle çetesinin adını ezberleyene kadar ülkede neler olup bittiği hakkında en ufak fikir sahibi olmayan "yerliler" ile "savaş brooklyn'de, bizim semte kadar nasıl olsa halledilir" diyebilecek kadar ileri görüşlü zenginlerin her toplumda hala var olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum.
    not: leonardo babasının intikamını almak için new york'a gelmemiştir, o zaten orada otururken, babasının ölümüyle sonuçlanan kavgadan sonra islah evine kapatılmıştır, orada 16 yıl kaldıktan sonra mahallesine geri dönmüştür.
    bu arada çinliler gibi ırkı, dini, dili farklı toplumların da göçmenlik ortak paydası altında irlandalılar'la bütünleşebileceği gösterilmiştir, yani olay tamamen etnik değildir.
  • sam amca'nın kasap bill* karakteriyle adeta dile geldiği film. özellikle şu replikle:

    --- spoiler ---

    bu kadar uzun süre nasıl hayatta kalabildim biliyor musun?
    bunca yıl?

    korku...
    korkunç gösteriler sahneleyerek...
    biri benden çalarsa, ellerini keserim.
    beni rencide ederse, dilini keserim.
    bana kafa tutarsa, kafasını kesip bir mızrağa geçiririm.
    ...ve sokaklardaki herkes görebilsin diye olabildiğince yükseğe kaldırırım.
    işlerin yolunda gitmesini sağlayan budur: korku...

    --- spoiler ---
  • sürükleyici, güzel bir film.. müzikleriyle de etkileyici..

    aslında özeti; ''seçimi oy pusulaları belirlemez, sayımı yapanlar belirler.''
  • gangs of new york filminde daniel day-lewis, abraham lincoln'ın portresine bıçak fırlatır. aynı daniel day-lewis 10 yıl sonra lincoln'ı canlandıracak ve bu rolüyle oscar heykelciklerini üçe tamamlayacaktır. *
    bill the butcher
  • filmin en sert sahnesi; hiçbir savaş, dövüş, kan yahut şiddet içermez. ve işin trajik döngüsünü vurgulamak için scorsese tüm sahneyi tek planda çekmiştir. aşağıdaki betimlemeyi okurken lütfen bu detayı düşünerek okuyunuz.

    amerika kıyısına irlanda'dan bir gemi gelmiştir. gemiden aylarca yolculuk yapmış, yorgun, aç irlandalıların tek sıra indiğini görürüz. gemiden iner inmez yan yana kurulu iki tane masa karşılar onları. bunların ilkinde amerikan vatandaşı olurlar, ikincisinde ise amerikan askeri olarak orduya "kabul" edilirler.

    hırpani giysileriyle gelmiş olan irlandalıların sırasını takip eden kamera, onların askerlik belgelerini imzaladıktan sonra askeri kıyafet alırken görüntüler. kamera biraz daha ilerledikten sonra artık irlandalılar askeri üniformalıdır ve geldikleri gibi gerisin geriye bir başka gemiye elleri tüfeklerle bindirilirler. binerlerken irlanda'dan birlikte getirdikleri aileleri ile vedalaşırlar.

    artık amerikan vatandaşı olan asker irlandalılar gemiye binerlerken, kamera biraz yükselir ve aynı gemiden indirilen tabutları bize göstermeye başlar. gemideki basit mekanik bir vinçle indirilen tabutu izleyen kamera, tabutun indirildiği yerde düzinelerce tabutun sıralı olduğu bir alanı gösterir bize... ve eşlerini askere uğurlayan kadınlar bu kez onların tabutlarına sarılırlar.

    işte dünyanın bir ucundan yeni bir hayatın hayalleriyle yola çıkan bir millettin, aslında tabutlarının içinde gelmekte olduklarından habersiz oluşlarının trajik hikayesi, bizlere böyle anlatılır...
  • daniel day lewis'in her zamanki gibi oyunculuğunu konuşturduğu film.

    ayrıca "remember the first rule of politics. the ballots don’t make the results, the counters make the results. the counters. keep counting" gibi güzel bir repliğe sahiptir.
  • daniel day lewis abimizin tip olarak hüseyin baradan'ı andırdığı filmdir ve bu açıdan kıymetlidir.
  • çete ve devlet arasındaki konum farkını da içine alacak şekilde, babalığın hayali ve sembolik konumlarına dair birkaç şey düşündürdü new york çeteleri bana.

    (bkz: spoiler)
    filmin başında oğulun gözleri önünde öldürülen bir baba var. filmin sonuna kadar oğulun tek amacı babasının kanını yerde bırakmamak. bu haliyle bizdeki kan davalarını andırıyor çete savaşları. ortalıkta irili ufaklı bir sürü çete ve bu çeteler arasında amorf ilişkiler ağı var. devletin etki alanının dışında kalan parsellenmiş alanlara, girilemez bölgelere hükmeden çete liderlerinin ikili güç savaşları ve bu liderlerin gölgesine sığınarak kendi parsasını toplamaya çalışan yığınla insan söz konusu.

    ikili ilişkilerin doğası prestij savaşı veren iki efendinin güç mücadelesi gibi, ölesiye. öldürülen babanın oğlunun tek amacı da yegane düşmanını öldürerek babasının onurunu kurtararak kendini yüceltmek. düşmanının yanında olmaktan zevk almadığını söyleyemeyiz çünkü onun etki alanının büyüklüğünü hissederek kendi hırsını kamçılıyor, ağzı sulanıyor tabiri caizse. kafasında kurduğu ve incelikle işlediği intikam planını mükemmelleştiğini görüyor kasap bill'i tanıdıkça.

    babanın zamanıyla oğulun zamanı arasında bir fark var. amsterdam'ın babası olan rahip vallon bill'in karşısına çıkıp yüzyüze savaşmış ve mağlup oluşunun bedelini canıyla ödemişti. onun onurlu bir savaşçı olduğunu, adı anılmaya değer tek kişi olduğunu anlatır bill. oysa amsterdam babası kadar "güçlü" değil, bill'in karşısına çıkmak yerine dolaplar çevirerek zaafını kollama ve işini bitirme peşinde. amsterdam'ı bill'in nezdinde soytarıya dönüştüren, babasının onurunu lekelemekle suçlamasına yol açan şey bu dolaplar. efendilerin prestij savaşının ardından köle-efendi mücadelesi geliyor. kendi kümesinde bir efendi olan bill için böylesine kölece bir dolap çevirme affedilir şey değil.

    amsterdam'ı bir köle gibi damgalıyor. "babandan utanmalısın" ın işareti sayılabilecek bir damga. bir damga az şey değildir, kimliğini belli eder insanın. artık gizlenemez amsterdam, o vallon'un oğludur ve saklayacak birşeyi de kalmamıştır. babasının kanını yerde bırakmak istemiyorsa yüzyüze savaşmalıdır.

    tam bu savaş gerçekleşecekken son derece hegelci bir moment ortaya çıkar: topuyla tüfeğiyle devlet konuşmaya başlar ve kim hangi gruptanmış, kimin çıkarı kiminle örtüşmüyormuş demeden dümdüz eder ortalığı. çete savaşlarının şiddetinin yanında çocuksu kaldığı bir güçle bu amorf yapıyı dağıtır ve new york şehrine düzen getirir. artık oğul vallon ile kasap bill arasındaki mücadelenin bir önemi kalmamıştır çünkü iki taraf da gerçek gücün kimde olduğuna, gerçek babanın kim olduğuna, zamanın değişiminin sonucuna tanıklık ederler. son sahnede tozun toprağın içinde debelenmeleri sadece adet yerini bulsun diyedir. bir piyesin kapanış perdesi gibidir. önemi kalmamıştır kazanmanın. kazanan devlettir.

    efendiler arasındaki prestij mücadelesinden köle-efendi arasındaki savaşa ve oradan da gücünü şiddetle dayatan devlete uzanan son derece hegelci bir film bence new york çeteleri. ilişkilerin her aşamasında öteki tarafından tanınma, kabul görme arzusu söz konusu. döngünün içine devletin gücü girdiğindeyse o gücü tanımamak gibi birşey söz konusu olamaz.
    (bkz: spoiler)

    bağlantılar kurmaya yatkın bir kafa yapım var, çoğu zaman saplantılı işleyen. new york çeteleri'ndeki baba ve oğulu düşünürken there will be blood filminin baba ve oğulu geldi gözümün önüne. söz konusu babalıksa p.t. anderson ve tarantino'yla scorsese arasında bir baba oğul ilişkisi var bence. new york çeteleri'ndeki scorsese ve daniel day lewis'in there will be blood filmine bir şeyler katmış olabileceğini düşünüyorum. bill the butcher oğlunu terkedebilecek karakterde biri.

    çeteyle devlet arasındaki fark deleuze ve hegel arasındaki fark gibi biraz. göçebeliğin amorf yapıdaki karmaşasına şiddetiyle son vererek herkesin yerini yurdunu belli eden, yer tahsisini sembolik gücüyle belirleyen devlettir. bir çetenin yaşam alanı scorsese'nin bu filmindeki kadar ya da kusturica filmlerindeki kadar renkli olsa da, sonunda semboliğin gücü karşısında hayali ilişkilerin bu karnavalı son bulur.

    semboliğin gücünü gösterebildiği için de çok seviyorum scorsese filmlerini. the wolf of wall street filminde de aynı karnaval ve neredeyse aynı son var. eğlenceyi ve bunun bitişini gösterebilen sinemanın babalarından biri o ve filmlerini keyifle seyrettiğim en az iki oğula sahip.
hesabın var mı? giriş yap