• five easy pieces tek başına büyük bir film veya başyapıt sayılmaz ama 70'lerde amerika'da yapılan pek çok film gibi, onlarla beraber bir corpus'un parçası olarak daha anlam kazanıyor; ve bir karakter filmi olduğundan kelli robert dupea da aha şu şu etkilerin altında, gördüğümüz kimliğe sahip olmuştur gibi kolayca analiz edilemez gibi görünüyor. zaten dupea şu siyasi olaylar ve şöyle bir toplumsal yapı yüzünden bu hale gelmiştir denebilseydi film çok şematik, bunu söylerken biz de pek bir ukala olurduk. ya da biri çıkıp bu film alenen yabancılaşmayı anlatıyor dese gülünç olurdu. çünkü five easy pieces ne her sahnesi manayla dolu ve kesin bir meali olan, ne de hiç bir şey anlatmayan bir film. seyirciye ihtiyaç duyan, yorumlanıp üzerinde biraz kafa patlatmak isteyen, yer yer dupea'nın içinde olduğu boğuculuğu hissettiren garabet bir film.

    peki bu corpus nedir ve amerikan sineması için 70'ler neden bu kadar büyük bir san'at çağıdır? hemen dönemin diğer filmleriyle köprü kurmaya çalışırsak yaşanan iç boğuculuk biraz aralanabilir belki: one flew over the cuckoo's nest, taxi driver, the conversation, apocalypse now, the deer hunter, dog day afternoon, dirty harry... diye devam eden bir dizi filmde vietnam savaşı, watergate'in yarattığı daha önce benzeri görülmemiş bir siyasete güvensizlik atmosferi, çok alttan alta hissedilen bir ekonomik refah zemininde 68 kuşağı'nın özgürlük dalgasıyla buna tepki olarak doğan muhafazakarlığın yükselişi gibi artık dillere pelesenk olan pek çok toplumsal olayın etkisinde karakterler bir çıkışsızlık, robert dupea'nın jim carrey misali ara ara çıldırarak dışa vurduğu bir ruh anarşisi, yolda arabasına aldığı kadının her saniye pislik'ten bahsetmesine yol açacak raddede bir şeyler yığılması, bir ahlak sorgulaması, sorgulamaması, bir memleket nasıl kurtulur havası, bu ülkeden bir sik olmaz feryadı, bireysel kurtuluş için uzun tefekkürler gibi çeşitli ruhsal durumlara girip girip çıkarlar ve kendileri derin bir azap içindeyken kazanan sinema olur.

    five easy pieces da bu ahvalin de üstüne, mujik'in biraz abartarak çizdiği bir sınıfsal kriz içindeki robert dupea'nın ne baba ocağında ne yar kucağında, ne kendi evinde, ne müzük yaparken, ne işte ne alışverişte buhranından kurtulamayışından söz ediyor ve professione reporter'e orta yaparcasına öyle mahzun bir finalle bitiyor ki, yönetmen olun olmayın keselim diyorsunuz. öyle de güzel bir kare, öyle de bir hüzün.
  • sonda söylemem gereken şeyi başta söylüyorum (elimden gelenin en iyisi bu dostum, kızma) ben açıkçası bu filmin sınıfsal bir derdinin olduğuna inanamıyorum. inançsızlığımın temelinde sonlara doğru robert'in suskun babasına günah çıkardığı ve özür dilediği sahnede yer alan "ben çok dolaşırım bir şey aradığımdan değil, bir yerde uzunca bir süre kalınca bozulan durumlardan dolayı." deyişi yatıyor. bu öyle bir deyiş ki, 1969 yapımı easy rider'ı da dahil ediniz, 70'lerdeki neredeyse tüm jack nicholson filmlerine sirayet eden "küçük adamın, insanlık için küçük kendisi için büyük kayboluşu" şeklinde adlandırabileceğim o müthiş yalnızlığın tam ortasına kazığı yerleştiriveriyor. bu yüzden grapes of butcher'ın sınıfsal sıkıntının dile getirilişi ile stalker'ın kahramanın tabiata isyanı temalı tespitlerinden taşıp, bireyin kendisinin de anlamlandıramadığı yalnızlık durumunun ne denli "tek kişilik" olduğuna vurgu yapıldığını söylemek istiyorum.

    tamam, h. m. benshoff ve s. griffin'in america on film: representing race, class, gender, and sexuality at the movies adlı eserinde (p.187, wiley-blackwell, 2004) bu film, kapitalizminin işe yaramazlığına ve amerikan rüyasına kapılıp giden insanların ne denli sıkıntılı durumlara düştüğüne ilişkin eleştirel yapımlar arasında sayılmış (filmleri kitaplardaki özetlere ve açıklamalara bakıp yorumlamak da ne pis bir şeymiş; alın işte filmdeki sevişme sahnelerini eşcinsellik açısından değerlendiren bile çıkmış: http://books.google.com/…_4zqepk0iqw6vf4aps3q&w=800). ama yine de aslolan, amerikan rüyasının ya da kapitalizmin içi boşluğundan ziyade, insanın "artık susmuş olan" (eski idealist) babası karşısındaki hezimete uğramış/uğratmış oğulluğudur. bu film bunu yüze tokat vurur gibi değil, hayalara tekme atar gibi veriyor. haya diyorum bakın, yine eril. çünkü bahsi geçen ikili, baba ve oğul. anneye neredeyse hiç vurgu yok, o kadar sevişme ya da kadın-erkek ilişkisi üzerine başka türden sahne var idiyse de. temelde yalnızlıksa konu edilen, o da erkeğin yalnızlığı olmuş filmde.

    aslına bakarsanız buradaki yalnızlık teması, robert'i merkez edinmiş gibi dursa da, her biri yaşam bataklığına farklı farklı imkânlar dahilinde "kendince" batmış karakterleri sarıyor. rayette dipesto'yu o alt sınıf bataklığından alıp, biraz yukarı çıkardığınızda en entelektüel saldırganlığın ortasında "burada televizyon var mı? bazen televizyonda güzel şeyler gösteriliyor" deyiveriyor. bataklık değişiyor ama bireyin iç kazıntısı devam ediyor. altta ya da üstte olmak fark etmiyor, yanlış insanla sevişiyorsanız. yanlış insanla sevişiyorsanız, yanlış insanla sevişmiş oluyorsunuz. filmin sınıfsal iç huzursuzluklarla ilgili bir derdinin olmadığını, neredeyse her karaktere bir cehennem hayatı atamasından anlıyorum. bu cehennem hayatının herbirinin kendince nedenleri elbette vardır ama film bize bu nedenlere dair en ufak bir ipucu vermiyor, verse de bunu kısık sesle dile getirdiği için, onu daha da belirli kılacak eklemeleri biz yapmak durumunda kalıyoruz. bu sefer yorumlarımız sırıtmaya başlıyor. o sırıtan yorumlardan birini yapayım; örneğin ben robert'in, yol-üstü lokantasında önceden hazırlanmış olan/deterministik menünün dışına çıkamayan garson karşısındaki hak arayışını ve belirli/işe yarar katı kuralların dışına çıkmak isteyişini one flew over the cuckoo's nest'in (1975) tümüne sızmış olan, işe yarar kuralların da pörsüyebildiğine, bu yüzden esne(til)mek zorunda kalabildiğine dair yapılmış eleştiriyi yeniden gördüm. ama bu eleştiri sadece o sahnedeydi, sonra biz hayatın pisliklerle dolu olduğuna ve bu yüzden en temiz yer olduğunu düşündüğü alaska'ya gitmek isteyen saplantılı karakterin aktivist söylemlerine geri döndük.

    kamera öylesine robert'in penceresinden bakıyor ki, o da bir yalnız olan aktivist bayanımız konuştukça, hiçbirimiz onun derdine yanmadık. aksine onu yolda bıraktığımızda bile, "acaba gerçekten de aradığı mutluluğu/temizliği alaska'da bulabilecek mi?" diye düşünmedik. filmin sonunda, hamile olduğu söylenen rayette dipesto'nun robert olmadan ne bok yiyeceğini aklımıza getirmedik. partita dupea, acaba piyano tınılarının eksik olmadığı bu akıl hastanesinde tümüyle aklî yetilerini kaybeder mi diye tasalanmadık. herkesin müthiş yalnızlığında kahrolmaya yani çürümeye bırakıldığı bir yaşama alanında, robert'in cekedini bile almadan nereye gittiğini bile bilmediği bir kamyona atlayıp, yersizliğe yurtsuzluğa yelken açışını önemsediğimiz anda film bitti. klâsik bir söz ama tekrarı iyi gelir: ben ormana değil, ormanı oluşturan ağaçlara bakıyorum. the last detail'i (1973) izleyenler bilir, üç adamlık küçük bir film iken, büyük yalnızlığımıza ilişkin önemli tüyolar verir. bu filmde de böyle; her karakter öbüründen daha beter durumda; jack nicholson'ın 70'lerdeki filmlerinde bulunan neredeyse her karakter bir şekilde çıldırmaya bırakılmış gibidir. ya suçludur, ya kurbandır, ya akıl hastasıdır, ya ezilmiştir, ya aşırı fakirdir, ya kimsesizdir, ya alkoliktir, ya cinsî sapkınlıkları vardır. liste uzayıp gider. herbiri farklı kimlikler altında olmasına rağmen, felâket ölçüde tek kişiliği yaşamaya bırakılmıştır. umut deseniz yoktur. five easy pieces, işte olmayan bu umudun en sağlam itiraflarından biri gibi duruyor; sonunda o kamyona atlayıp, bir şey aramadan ortalıktan kaybolmayı marifet bilmeniz gerekiyor.

    benim için de tam cuk oturdu bu film. neden derseniz, detaylarını veremem. o kamyona binip gitmek ya da bir sabah sahil kenarında yerde yatarken uyanmak, üşümek, feribotla yalova'ya geçmek, belki geri dönmek belki dönmemek... bütün bunlar benim şu an için ne kadar anlamlı olduğunu tam ölçemediğim, karar veremediğim şeyler. robert'in de aynı şekilde karışık bir zihinle uzaklara kaçmak istediğini düşünüyorum. film bunu o jack nicholson deliliğiyle veriyor. ama vermeseydi de, olurdu; ama verdi, iyi oldu; bu konuda verebileceğimiz bir örneğimiz, ukalalık yaparken adını zikredeceğimiz bir filmimiz oldu. okumadığım için bir ahbabımın bahsettiği kadarıyla bildiğim, salman rushdie'nin öfke'sinde de benzer bir "erkek kaçışı" konusu işleniyormuş; onu bunu, her şeyi bırak kaç. arkanda bıraktıkların mutlu bir yaşama atılmış gibi düşünerek bırak kaç, bırak git; arkanda bıraktığın her şeydeki bozulmanın sorumlusu senmişsin, beyindeki ur senmişsin gibi bırak kaç. catherine van oost'un önem verdiği ne varsa, hepsini bırak kaç. çünkü bulunduğun her nokta, bir süre sonra tımarhaneye, eşin dostun da en büyük hücre arkadaşına dönüşüyor. çözüm mü? günah çıkaracağınız idealist kişinin susması, artık konuşamayacak ölçüde susması. işte film bunu veriyor.

    ben bu filme 10 üzerinden bir puan veremeyeceğim, kusura bakmayın. izlemeyen izlesin, kaçmadan önce izlesin, kaçmayı düşünüyorsa ama yapamıyorsa yine izlesin. yerinden memnunsa yine izlesin.
  • 98 dakikalık, 1970 yapımı film.

    "the wanderer ?"

    jack nicholson filmografisinden benim izlediklerim arasında sanırım bence en içsel olanı buydu. filmin kolay bir yapısı yok, işin aslı ağır, akıcı da değil ama derdini hissettirmekte başarılı. final sahnesi nedenini bilmediğim bir şekilde hiç aklımdan çıkmaz.

    diğer yandan, jack nicholson'un güzel oyuncululuğu dışında bence yapımda az onun kadar etkili olan isim karen black'dir. harika bir profil! 4 akademi ödülü adaylığı bulunan filmin 1 adaylık kalemi zaten kendisine.

    her sinefile önerilemeyebilir ( bir pazar "seyirliği" değil ) ama görmezden de gelinmemesi gereken bir film. henüz görmediyseniz ve "derdi" olan bir film arıyorsanız 70'lerden yağmurlu retro iş sizi bekliyor.

    7 / 10.

    her eve imdb
  • 70'ler sinemasına damga vuran karakter dramlarının enfes örneklerinden. şimdilerde böylesi filmleri pek görmüyoruz.. aslından seksenli yıllarla birlikte devreye alınan neoliberal küresel doktrin, janrı öyle bir bitirdi ki, aslında son 30 yıldır düzgün karakter dramı filmi pek hatırlamıyorum ta ki 2019 yapımı joker filmine kadar..janrdan ufak da olsa esintiler sunan joker filmine gösterilen muazzam ilgi belki ilerisi için sinema adına bir umut olur diye umalım..

    ayrıca,

    (bkz: sinema tarihinin en iyi on yılı)
  • adını başlangıç düzeyi bi piyano kitabından alan nicholson filmi. yani en azından ben nicholson filmi olduğundan seyrettim; ama filmin kendisi ön planda olmayı hak ediyor aslında. düşününce sırf yeterince ünlü insanlar oynamadığı için neleri kaçırıyorum kim bilir.
    filmin mesajını falan sorgulamaya hiç kalkışmıyorum. sadece diyebilirim ki filmi izlemekten çok abimizin içine düştüğü boşluğa gözlerimi diktim.
  • güzel film, de, ayrıcalıklı bir aileden gelen, gayet donanımlı bir gencin bilerek zorlu ve sefil bir yaşamı tercih etmesi şablonu bende böyle filmlere karşı bir önyargı, bir perde oluşturuyor...

    hiç leğende çimmemiş bir çocuk olsa idim belki, o ne baş kaldırış öyle filan diyebilir, üstteki uzun satırları çözümlemeye kalkabilirdim, ama maalesef bu güzelim sanat eserinden pek de etkilenemedim...
  • jack nicholson'in enteresan bir karakteri oynadigi filmdir.. soz konusu karakter, gecmisiyle baglarini koparmis biridir..
    --- spoiler ---
    muzisyen bir aileden gelmektedir, fakat bu yasantisindan sıkıldıgından vakti zamaninda ailesinin malikasini terk etmistir.. gelin gorun ki bir zaman sonra babasinin hasta oldugunu ogrenir ve ailesinin yanina doner.. burada gecmisiyle hesaplasir, felcli babasindan ozur diler.. bu arada, kardesi carl'in sevgilisi catherine'e tutulur.. kisa sureli yasak bir ask da yasarlar.. velakin, catherine, nicholson tarafindan vucut bulan robert'a guvenmediginden bir iliskileri olamayacagini soyler.. ardindan da robert eski sevgilisiyle beraber yola dusurler.. bir benzin istasyonunda ara verdiklerinde, robert sessiz sedasiz yoluna devam edecek olan bir kamyona biner.. ve tabii ki yeni bir hayata baslar.. fakat dikkat edilmesi gereken bir nokta, robert'in kamyona binmeden once ceketini (mazisini?) mola verdigi yerde unutmasi (birakmasi?) ve cuzdanini (kimligini, gecmisini???) eski sevgilisine vermesidir..
    --- spoiler ---

    kisisel not: film, ankara'da bir cumartesi ogleden sonrasini hatirlatmaktadir*..
  • --- spoiler ---
    "seninle gelemem ve bu carl yüzünden değil, senin yüzünden... ilginç bir insansın robert. söylesene, bunun sonu nereye varır? arkadaşlarını, aileni, işini sevmeyi bırak, kendini bile sevmeyen ve de saygı duymayan bir insansın. böyle biri nasıl olur da aşk isteyebilir? daha doğrusu, neden istesin ki?"
    --- spoiler ---

    sinema tarihinin gelmiş geçmiş en underrated filmlerinden biridir. hakkında bahsetmek istediğim o kadar çok detay var ki, iyisi mi hiçbirinden bahsetmemek. aksi takdirde bütün filmden bahsetmem gerekecek ve bu, saçma sapan bir entry haline gelecek. eğer ki filmin izlenip izlenmeyeceği ile ilgili bir karara varmak adına buradaki entryleri okuyorsanız, sözüm size: muhakkak, ama muhakkak izleyin bu filmi. ama berrak kafayla izleyin; şahane diyaloglar vardır ve pür dikkat dinlenip, izlenmediği sürece dikkatlerden kaçabilir. filmin baş kahramanı bir sahnede her ne kadar dolaysız konuşmayı sevdiğini söylese de, film boyunca hemen hemen bütün diyaloglar dolaylı anlatımlarla doludur ve bu sebeple birçoğu akıl doludur.

    ve ekstra olarak şunu da belirtmeliyim ki; bu filmin, jack nicholson'u benim gözümde efsaneleştiren bir diğer filmi* ile arasında, daha doğrusu bu filmdeki ana karakter ile o filmdeki ana karakter* arasında inanılmaz bir karakter benzerliği vardır. ikisi de insanların neden bilerek ve de isteyerek kendisini akıl hastanesine(ya da benzeri bir yaşantıya) mahkum ettiklerini bir türlü anlayamaz ve insanlarından gittikçe uzaklaşır, uzaklaşır, uzaklaşır...

    --- spoiler ---
    "ben çok dolaşırım. ama bir şey aradığımdan değil... sadece bir yerde uzun süre kaldığımda, gittikçe kötüleşmeye başlayan durumlardan uzaklaşıyorum. hayırlı başlangıçlar... anlıyorsun, değil mi?"
    --- spoiler ---
  • jack nicholson'ın rahatsız edici iyi oyunculuğu, yönetmenin devamlılık hatalarına rağmen yarattığı müthiş robert eroica dupea karakteri, dupea'nın "beni seviyor musun?" sorusundan benim gibi nefret etmesi ve dupea'nın babası rolünü ilber ortaylı'nın oynaması ile zihnime kazınan film.
hesabın var mı? giriş yap