aynı isimdeki diğer başlıklar:
  • "a year had passed, since those same spires and roofs had faded from their eyes. it seemed to them, a dozen years. some trifling changes, here and there, they called to mind; and wondered that they were so few and slight. in health and fortune, prospect and resource, they came back poorer men than they had gone away. but it was home. and though home is a name, a word, it is a strong one; stronger than magician ever spoke, or spirit answered to, in strongest conjuration." * *

    evin kesinlikle basit bir açıklaması yok. ev yatağınız, 2. raftaki fincanınız, her gün baktığınız sokak, koltukta içeri göçerttiğiniz yer, karanlıkta hiçbir yere çarpmadan ve el yordamı olmadan tuvaletin yolunu bulma kabiliyetinizin verdiği güvenden ibaret değil. ev bir uzuv gibi, aura gibi, kapıyı çekip çıktığınızda siz evin içinden çıksanız da ev sizin içinizden çıkmıyor. evimden 1200 km uzakta, 58 gündür bana elinden geldiğince ev taklidi yapan bir otel odasında gözlerimin beyazı bile ateşten yanarken ve ne yesem takriben 3 dakika içinde kusarak yatarken evi düşündüm. keşke evimde kusuyor olsaydım. ev insana hasta olmamayı değil, içinde hasta olmayı dileten bir habitat.
  • (bkz: mutsuz bir evde büyümek) başlığının bu geceki entry'sini okuyunca, çocukluğumun yanı sıra 'ev'in varlığını da sorguladım. evin sadece odalardan ve bölmelerden ibaret olmadığını, içindeki insanların enerjisiyle yaşayan bir ruha büründüğünü ve aydınlanabilmesi için bir ışıktan daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu düşündüm.

    bir çocuk için "ev" demek "aile" demektir. ve aile ne kadar mutluysa ev de o kadar mutlu ve aydınlık görünür. fakat ev, içindeki aile ile mutlu değilse huzursuz bir karanlık yayar. bütün odalar hüzünlenir ve etrafına tuhaf bir tedirginlik saçar. bu yüzden, anne ve baba olmak bir çocuğa sadece ev ve yiyecek sunmak değil, aynı zamanda da karanlıkta hissetmeyeceği bir aile ve yuva sunmaktır. ve çocuk ne kadar aydınlıkta hissederse, evi de o kadar yuvası bilir. çünkü bir ev'i güzelleştiren ve yaşanılır kılan asıl şey, ev'in estetiğinden çok içindeki ruhların ve yaşanılan duyguların estetiğidir. bu da ancak sevgiyle mümkün olur.
  • son 20 dakikadır izlemeye çalıştığım film.

    o değil de filmdeki evde herkes kafayı yedi ağlayıp zırlayanlar, ayılanlar bayılanlar, lakin içerdeki kameraman çok delikanlı adammış. tık yok, görevini yapmaya devam ediyor.
  • behçet necatigil'e soruluyor; evler, hep evler, neden evler, niçin evler?

    —ev, yani aile, hayatımızdır. bizi bir biçeme, bir kalıba sokan ev ve ailedir. ancak önce içine doğduğumuz bir mekân ve oradaki insanlar var. bu insan halkası zamanla genişler, ama merkezden kopamayız. ne kadar kopmak istesek de içimizde, beynimizde bir kıymık gibi sürer hatırası, acısı. merkezkaç bir kuvvet bizi uzaklara atsa bile, ince lastiğe takılı yoyo gibi dar çevremizin yönetimine bağlıyız. evler, eşler, çocuklar, yakın akrabalar. çok şey evlerde olur. insanı saran her hacim, her mekân her barınak bir evdir. evsizler ev peşindedir, evliler evi ayakta tutabilme çabasında. ‘’

    *behçet necatigil

    17 ağustos 1999’ da meydana gelen deprem ile yüz binlerce kişi behçet necatigil’ in sözünü ettiği merkezden koptu. evi ayakta tutabilme çabasındayken, bir anda evsiz, bundan uzunca bir süre sonra da ev peşinde oldular.

    biz, ben ve 2 ağabeyim, buna çok yakından şahit olduk. çünkü bu yüz binlerce insandan biri annemiz, biri komşumuz, biri arkadaşımız, bir diğeri tanıdığımızdı.
    deprem esnasında her birimiz bir başka şehirdeydik. depremden bir ay sonra evimize döndüğümüzde soğukkanlılıkla binanın etrafında dolaşıp çökme var mı diye baktık. binanın içine girip kolon, kiriş ve merdivenleri inceledik. hasar yoktu. bizi izleyen ve bahçede kendilerine kurdukları küçük çadır kente yerleşmiş olan tüm komşularımızın şaşkın bakışlarına şaşırarak evimize çıktık.

    eşyalar nasılda dağılmış. çoğu da parçalanmış. annem titriyor —anne iyi misin? sakin ol lütfen. yavaş yavaş alışmak gerek. bizim apartman iyi durumda. bir sorun olmayacak emin ol. bu depremden bile hasar almadan çıktı. artçı depremlere hayli hayli dayanır. endişe etme ne olur.
    baksanıza bu dolap yerde böyle durduğuna göre üç takla atmış olmalı. inanılır gibi değil! mutfakta yerle bir olmuş çok kötü kokuyor üstelik. buzdolabı uzunca bir süre çalışmadığından olacak. elektrikler ne zamandır var acaba? annem titriyor hala. evi ve mutfağı toparlarsak belki geçer heyecanı biraz. hadi su taşıyalım aşağıdan...

    neden titrediğini anlayamadık. bizim için kırık televizyonu tamir ettirdiğimizde, devrilmiş dolapları iyi ki üzerine düşmemiş diyerek kaldırdığımızda veya sular yeniden çeşmelerden akmaya başladığında burası yine ‘ evimiz’ olacaktı. neden titriyordu ki biz çok şanslıydık. evimiz yıkılmamıştı. bir şey yitirmemiştik.. öyle sanıyorduk… gece artık minareleri olmayan bu şehire baktığımızda hissettik biraz bunun böyle olmadığını. şehrin en tanıdık yüzü, gece ışıkları ve silueti bize artık bildiğimiz, tanıdığımız gibi olmadığını söylüyordu. çocukluğumuzdan beri baktığımız bu manzara sanki önemli parçaları kaybolmuş kırık dökük bir yapboza dönüşmüştü. sonra ya o evler, karanlıklar içindeki apartmanlar. elektrik vardı oysa. terkedilmiş evler, apartmanlar gecenin kucağında belli belirsiz ve ıssız kalmıştı. kederle baktık tüm bunlara, henüz kaybettiğimizi bile bilmediğimiz eşimiz dostumuzun haberlerinin fısıltısını bıraktı bu buruk siluet bize. annemin titremesini durduramadık. onun için tıpkı deprem anını evinde geçiren herkes gibi ‘ ev ’ in anlamı değişmişti. geçen yıllarınız, çocuklarınız eşiniz dostunuzla, her biri başka bir hatırayla satın alındığı bilinen eşyalarınız, duvarlara asılmış fotoğraflarınızla zaman içinde ruhunuzun bir uzvu gibi biçimlenen, dünya üzerinde en rahat ettiğiniz bu mekan, eviniz, onlar içini tanımını yitirmişti. güvenilmez bir yer olmuştu artık. güveni kaybedince tanıdıklık hissi de peşi sıra yok olup gitmişti. söz gelimi 12 ay taksitle çok beğenerek aldığınız o kitaplık artık her an üzerinize devriliverecek bir yüktü artık gözünüzde. tüm eşyalar, özenerek boyadığınız tüm duvarlar birer tehlikeden başka bir şey ifade etmiyordu depremi yaşayanlara. biz anlayamadık hiçbirini. herkes çadırlara yerleşmişti ve annem bizi terk etti. o da bahçede, komşuların çadırları arasında kendi küçük çadırını kurdu. böylece ‘ ev’ ilk çağlardaki anlamına döndü onlar için; barınak. sadece barınak.
    emirdağ’daki ilk çadır kenti gördüğümüzde bu dönüşümün izlerini taşıyan pek çok şey gördük; askerler çadırları yerleştirmek için tıpkı priene’ deki gibi yolların birbirini dik kestiği grid (ızgara) sistemi kullanmışlardı. bu sisteme tarihte ilk konut yerleşkelerinde rastlanır sıklıkla. herkese eşit hak ve koşullar sağlayan bu düzen yerleşimde süreklilik ve kararlılık getirir. konutun, evin ilk çağlardaki anlamına dönüştüğünün bir diğer izini çadırların biçiminde gözlemledik. çadırlar en az çevreyle en çok alan tanımlayan daire şeklindeydiler.

    emirdağ’daki bu çadır kent ve sanırım onunla beraber tüm çadırdan kentler, konutun yüzyıllarda geçirdiği gelişim sürecini yaşadılar bir yıl içinde; geçicilik hissi çadırdan kentlerde yaşayan bu insanları birlik içinde bir yaşamaya yöneltti önceleri. birbirini buraya gelene kadar hiç tanımamış, bilmemiş insanlar çadır kentlerde, bu yokluk, acı ve belirsizlikler diyarında birbirlerine kenetlendiler. birbirlerine tutunarak, hikâyelerini, acılarını, battaniyelerini paylaşarak yeniden başlamaya gayret ettiler. geçicilik, kalıcılığın gölgesi altında kalmaya başladığında ise beklentileri artmaya başladı. daha büyük ve dikdörtgen çadırlar geldi çadır kentlere bu beklentiye karşılık. guruplar halinde kuruldu bunlar, içlerine yerleşildi ve birazcık daha rahat edildi. annemse elektrik çektiğimiz çadırına televizyonu götürmekle yetindi. bir süre daha her şey yolunda gitti ancak havalar soğuyup kış bastırınca bir bez parçasının ne kadar geçirgen olabileceğini gördük hep beraber. bu sefer yalıtım malzemeleri geldi çadırdan kentlere. tahtadan ikinci odalar, kaçak sobalar eklemlenmeye başladı çadırlara. biz küçük çadırımızı muşambalarla kapladık ve aşağıya birkaç battaniye daha indirdik.

    artık bir evi olmayanlar da, olanlar da ne olacağını kestiremez bir haldeydi. soğuk dayanılır gibi değildi. ‘ev’ içinde kalması olanaksız görünen bir mekândı. herkes artık ne olacağını, ne yapacağını bilemez olmuşken 12 kasım düzce depremi ile yeni bir döngü başladı. belleğin arkalarına henüz yeni yeni atılmaya başlanmış korkular tekrar ön saflarda yerini aldılar. birinci katı çıkmayı başarmış ayaklar yeniden çadırlara döndüler pişmanlıkla. işte bu evrede sanırım gayret etmek zorunda olduklarını kabullediler. her an deprem olabilirdi, durum geçici değil tamamen kalıcıydı ve ‘ eve’ dönüşler başladı tüm korkulara rağmen. tabii ki fiziksel olarak bir evi olanlar için. diğerleri içinse prefabrikler yapıldı. yine ızgara sistemli, herkese eşit koşullar sağlama amaçlı, eski şehrin dışında yeni ve güvenli bir şehir olarak. ‘kalıcı konutlara geçene kadar’ lık yeni bir geçici dönem başladı onlar için.

    ama bazıları hiç sahip olamayacak o konutlara ve onlar bir deprem esnasında ilkellikle gelişmişlik, kalıcılıkla geçicilik, evi ayakta tutabilmekle ev peşinde olmak arasında bir eşiğe sıkışmış olarak, bu ülkede inşaat şektörünün çıkmazlarında kalacaklar ne yazık ki. mezarlarında bayram günlerini beklerken sonsuza kadar...
  • bir ev tutarken aradığımız çeşitli parametreler var. iyi ısınsın, ışık alsın, ev sahibi üst katta oturmasın, kombisi dandik olmasın, badanası yeni, banyosu temiz, mutfağı kullanışlı olsun.. olsun etsin bitsin takılsın yapılsın... ama en önemlisini ben yeni öğrendim hocam: evin seni sevmesi gerek.

    oh başladı gene kızsal kızsal yazacak diyenler hemen buradan odatv web sitesine yönlenebilir. ben size bunu nasıl öğrendiğimi anlatayım.

    geçen yıl sonu taşınmamız gerekti. taşınacağımız semt -taşınma gerekçemizden ötürü- belliydi. geriye sadece o semtte bizim aradığımız kriterlerde daire bakıp birini seçmek kalıyordu. yaptık da. 2 ay her hafta sonu, her akşam.. ama karar vermemiz gereken süre bittiğinde bir daire seçememiştik ve sonunda şimdi oturduğumuz evi tuttuk. canavar evi.

    canavar diyorum ama ev dört dörtlük. büyüklüğü nefis, kirası ideal, ev sahibesi efendi, ısınması harika, cephesi güzel bi de üstüne manzaralı, iki tane eşek gibi balkonu var, planı alman işi, odaların hepsinin her bir köşesi 90º, bir odada olsun bir kolon çıkıntısı, bir yamuk duvar yok. temiz kullanılmış olmayı bırak ev sıfır, mutfak eşyaları pırıl pırıl, zemin ışıl ışıl yani ne desem az. eve bok atacak zerre başlık yok. gel gelelim daha ilk görmeye gittiğimizde eve ayağımı atar atmaz zone değiştirmiş gibi bir şeyin içinden geçtim. evi geziyorum, odaları dolaşıyorum ama adını koyamadığım öyle bir sıkıntı var ki evde, hava yerine su soluyorum sanki, duramıyorum içeride. yok dedim burası olmaz. niye? bişi var adını koyamıyorum, ev değil devasa bir banyo gibi hissettiriyor bana burası, ya da mcdonaldsın içi gibi, otobüs garlarındaki bekleme odaları gibi, havaalanlarındaki sigara içme odaları gibi... sevmedim burayı. iyi dedik, birkaç hafta daha aradık ama üzerinde konsensusa vardığımız bir daire çıkmadı. mecbur hissedip tamam dedim, bir kez daha gidelim o eve, niye sevemedim belki anlarım. 2. defa görmeye geldik. ı-ıh. kapıdan giriyorum sıkıntı basıyor, çıkıyorum ferahlıyorum. ev beni boğuyor. mecaz falan değil, bildiğin sözlük anlamıyla görünmez kollarını uzatıp boğazıma geçiriyor ev. lan delirecem ne bu?

    keşke başka bir ev seçebilseydik de tutmak zorunda kalmasaydık bu evi. bulamadık. öngördüğümüz süre bitti. elimizdeki tek müspet yer bu kaldı ve karşı kefesinde de benim adını koyamadığım sıkıntım. rasyonel akıl her zamanki gibi çözümlenememiş duyguları bastırdı, ve tamam dedim, eşya falan koyunca geçer heralde bu hal nabalım. taşındık.

    kendi ellerimle seçtiğim, bazısını kendim yaptığım, acayip de sevdiğim eşyalarım hepsi. ama içeri koyar koymaz onlar da evin safına geçtiler, pis pis bakar oldular bana. yuh artık dedim kendi kendime, galiba ben çok taktım bu eve, söylenip durdum, şartladım kendimi ondan böyle geliyor. "peki" dedim eve, elimi uzattım, "sana hediyeler alayım barışalım hm?" diye gülümsedim. en suratsız duvarına asmalık huzur veren sakin bir resim aldım koskocaman. çok beğenip de parasına kıyamadığım için almadığım avizeleri de aldım acımadan. bazı odasına halı, bazı odasına perde aldım sempatik sempatik. hep gülümseyerek, hep hevesle. sırf iyi niyetimi görsün de bitsin bu hasımlık diye. ama bırak takdiri, o koca tabloyu açgözlü bi çocuk gibi hırsla yaladı yaladı emdi o duvar, şimdi yerinde mi değil mi farkında bile değilim. avizelerimi sıcakta kalmış çikolata gibi eritti, damla damla yere akıp bitti görünmez oldu o güzelim avizeler. en sevdiğim baltamı televizyonun üstüne asmıştım gene, eski evimde her gün izlerdim biraz muhakkak. bu evde o bile görünmez oldu, evin duvarları onu bile yuttu.

    benden başka kimsenin şikayeti yok evden. bir tek benim sesim yankılanıyor misal. sonra evde sürekli toz kokusu alan da bir tek benim. ne evin toz kokması mümkün, ne benim o kokuyu almam. eski evinde kapalı camlarla günde 1 paket sigara içip çıkıp giden, gelince evi havasız bulmayan ben, o evi haftada on beş günde bir süpüren yine ben, koku alamadığı için bozuk süt bile içmişliği olan ben, artık her gün bir yardımcı tarafından tepe tırnak süpürülüp, buharlı aletlerle falan sterilize edilen bu evde toz kokusu alıyorum:)

    bilen bilir, müspet ilme saygı duyan biriyim. tekrarlı deneyle ispatlanmamış şeylere az biraz önyargılı bir şüpheyle yaklaşsam da, veriyle gelirsen dünyanın çekirdeğinde çilek reçeli olduğuna hemen ikna olabilirim. hal böyleyken taiçi, reiki, atsiki tipi uzak doğu öğretilerini de dangalak batılıların 20. yüzyılda keşfedip hele hele diye saldırdığı folklorik inançlar olarak görmüş ve hiç ciddiye almamıştım. ama sanırım feng shui türevi bir şey harbiden var. enerjidir, rezonans frekansıdır, ottur boktur bilemem, ama mekanların böyle bir olayı var. siz siz olun, ilk görüşte size gülümsememiş bir eve asla taşınmayın. çünkü sizin badanası düzgün mü diyerek belki şöyle bir bakıp geçtiğiniz duvar, siz geçip gittikten sonra arkanızdan hala sizi izliyor oluyor.
  • mahremiyetinizin uzayda kapladığı alan.
    misafirin geldiği yer.
    dışarının ablukasındaki.
  • (bkz: #63169824)

    3 sene evvel demisim ki "ama sevgiliyle yarattigimiz buyulu baloncugu birakip gidecegim bir yandan. dilini bilmedigim bir ulkede, anadilini konusamadigim bir insanla kurdugumuz evi hayatim boyunca ev kavramina en cok yakinsadigim anda, ardimda buruk bir sevgili ve hasta bir kedicik birakarak, yeni bir ev kurmaya yol alacagim."

    o yeni evi kurdum, bozdum, baska bir sehirde bir ev daha kurdum.
    onu da bozdum sonra.
    o ardimda biraktigim buruk sevgilinin yanina dondum, yakin zamanda evlendik.
    o dunya guzeli hasta kedicigimizi kaybettik. acisi hala icimi yaksa da aylar sonra baska bir kedicige yuva olmaya karar verdik, baska bir tuylu bebegin ev arkadaslariyiz bir suredir.
    o bilmedigim dili ogrenmeye basladim, epey ilerledim.

    bugun itibariyle ev kavrami cisimlesti. sevgilimle kok salacagimiz bir yerimiz var artik.

    ama ev tanimim hala ayni.
    agiz dolusu gulebildigim ve sebepsizce aglayabildigim her yer.
  • güzel ve güvenli. insanlarla arasına özenle duvar ören insanların en sevdiği yer.
    bazen dört duvar insanlardan daha sıcak gelir insana.
  • son yıllarda gidip de verdiğim paranın hakkını verdiğini düşündüğüm 1-2 türk filminden biri olmuştur. esas oğlan olan x* karakteri gelene kadar nedense bana tüm oyunculuklar yapmacık gelirken, o geldikten sonra birden film gözümde farklı bir boyuta geçti. büyüledi mi naptıysa artık? gerçekten x harika bir oyunculuk sergilemiş. etkiliyor izleyenleri. film izleyeni gerçekten geriyor. bazı anlar oldu ki sanki o evdeydim, korkuyordum. türk fimleri açısından özgün bir yapım olduğunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. gidin, görün derim. sonu da oldukça güzeldi.

    --- filmden notlar spoiler içerebilir ---
    :: şükran ovalı'dan sağlam bir sevişme sahnesi beklerdik ama olmadı.*
    :: bazı yerlerdeki diyaloglar oldukça güzeldi. güldürebildi zaman zaman. başta biraz gereksiz küfürler olduysa da sonradan tatlıya bağladılar.
    :: melda gür az daha zorlasa sadece izleyenleri değil, setteki ekibi de şaşı edebilirmiş.
    :: genco'dan hatırladığımız alpay atalan'ı bu filmde hiç beğenmedim.
    :: son olarak, bazı haber kanallarına bağlanmalar, disko kralı'ndan görüntüler falan oldukça hoş düşünülmüştü. sanki hikayeyi daha da bir gerçeğe yaklaştıran detaylardı.
    --- filmden notlar spoiler içerebilir ---
  • 4 seneden sonra şu an kızımla kendi evimizdeyiz. o içeride ders çalışıyor ben bir dizi açtım seyrediyorum. eksiklerimiz çok; mesela sıcak suyumuz nedense akmıyor, ocak bir türlü gelemedi, elektrik bağlantıları henüz eksik, bir odamız tamamen perdesiz. sabah duş alamayacağımız ve kahvaltımızı da yapamayacağımız için gece de burada kalamayacağız, yine annemin evine ineceğiz (aynı apartmandayız da).

    olsun.

    piknik tüpü buldum bir yerden, çay demledim. yaseminli oda kokusunu yanıbaşıma getirdim, televizyon olmadığından neredeyse kızımın ders çalışırken kullandığı kaleminin sesini duyacağım, o derece sessiz ev. buzdolabının mırıltısı ve duvara hâlâ asamadığımız saatin tiktakları geçen gün beni korkutmuştu. şimdi ise çok tanıdık geliyor.

    galiba ev bu demek biraz, kendin olabildiğin ve tanıdığın yer.
    tanıdık kokular.
    sesler.
hesabın var mı? giriş yap