• kendisine şurada bir soru yöneltmiştim. bugün beni kendi cep numarasından arayıp "şu an setteyim. 5-6 dakika bir vaktim var, o esnada arayıp konuşmak istedim." dedi. sıfır ego. mütevazı da... benim için büyük sürpriz oldu. gönlü yüce insan. aşağı yukarı şöyle konuştu:

    "oradaki terbiyevi veya terbiye edici özellik, toplumu bir salt terbiye etme özelliğinin dizilere yüklenmesi doğru değildir. ben, mesela godfather'a bayılıyorum. canım sıkıldıkça da açar izlerim. herkes birbirini vuruyor orada. elimize keleşi alalım sağa sola sıkalım o zaman. orada anlatılan başka bir şey.

    kameranın yerinin fiziksel olup olmadığını anlamadım ama mesela ilhan arakon türk sineması için bir mercek getiriyor. uzak çekimden yakın çekim yapabiliyorsun. zoom yapıyor anlayacağın. bunu kabul etmiyor lütfi akad. ışıkla karanlık arasında kitabında geçer bu. (burada araya giriyorum: sanırım kameranın fiziksel yerinden bahsetmiyor. yazıyı yazan yazar da tek cümlelik bir alıntı yapmış ama benim anladığım fiziksel yeri değil.) ha öyleyse biraz da ne anladığımız meselesi. bir de bu toplum çok mu hassas da dizilerdeki aldatmaları, adam öldürmeleri örnek alacak. ben buna inanmıyorum."

    beş altı dakika dedi ama şimdi baktım 10 dakika konuşmuşuz. sadece arayıp geçiştirebilirdi ama gerçekten her cümlesinde samimiydi. beni ziyadesiyle mutlu etti. çok teşekkür ettim kendisine. buradan da teşekkür ediyorum. "seni nasıl aradı ki?" diye soracak olanlara kendisine urladam üzerinden eriştim. bu konuda da şunu söyledi: "nihavent kardeşim, biz urladam'a çok önem veriyoruz. bu konuda çok hassassız. kimsenin gönlünün kalmaması için uğraşıyoruz. arkadaşlara da söyledim beni hiçbir şeyden bihaber bırakmıyorlar. tüm bilgi akışından haberim var."

    sen nasıl güzel bir insansın ercan abi. sağ ol, var ol.
  • geçen gün can sıkıntısından yeniden üç maymun'u izlerken nasipse adayız'ın da etkisiyle fark ettim ki bir filmde seçim kaybedilecekse onu en iyi ercan kesal kaybeder. sonra ufak ufak düşünürken birden dank etti! bu adam bir zamanlar anadolu'da muhtardı, hem de 3. dönem adaylığı için gasilhaneli bir morg yaptırmak isteyen vizyoner bir muhtar...

    dedim bu iş böyle olmaz oturdum tüm filmlerini taradım, dizileri dikkate almadım. 16 farklı filmde oynamış, bunların birinde aday olup kazanamamış, diğerinde aday adaylığından öteye gidememiş, bir diğerinde muhtar (2 kere kazanmış), hükümet kadın filmlerinde ise 2 kere belediye başkanı seçilmiş. yani aslında politika kulvarında 8 kere kendini göstermiş ve altısında başarılı olmuş rollerde görüyoruz kendisini, yayım yasım film izlerken "ver ercan'a kaybetsin" tespitim resmen tarih oldu. meraklısı için tabloyu paylaşalım; iki günlük emeğimiz kayda geçsin.

    beni çok sev (2021) - gardiyan
    nasipse adayız (2020) - belediye başkanı aday adayı
    görülmüştür (2019) - cezaevi hocası
    kelebekler (2018) - çoban
    cehennem (die hölle – ınferno)(2017) - gökhan (gurbetçi işçi olduğunu düşünüyorum)
    ben o değilim (2014) - mutfak çalışanı
    hükümet kadın 2 (2013) - belediye başkanı
    sen aydınlatırsın geceyi (2013) - doktor
    yozgat blues (2013) - müzisyen
    hükümet kadın (2012) - belediye başkanı
    küf (2012) - yol bekçisi
    bir zamanlar anadolu'da (2011) - muhtar
    albatrosun yolculuğu (2010) - maruf şükrü (eski yazar çizer olabilir)
    vavien (2009) - süleyman (galiba esnaf ama bence müteahhit çünkü elektrikçi engin günaydın'ın dengi olmadığını biliyoruz)
    üç maymun (2008) - belediye başkan adayı
    uzak (2002) - bara giren adam (rol çok kısa ama bence müdür)
  • doktor, yazar, oyuncu.
    taciz, tecavüz ve cinsel istismar hakkında anılarını kaleme aldığı bir yazısına denk geldim. noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum.

    galiba sekiz dokuz yaşlarındaydım. bir orta anadolu kasabasında büyüyordum. babam gazozcuydu. bir gün tüm kasaba çarşı meydanındaki kahvenin önünde toplandı. her gün kapısının önüne gazoz bıraktığım kahvenin sahibi, yaşlı hoş sohbet amca yanında çırak olarak çalışan, benim yaşlarımda esmer yetim bir çocuğa, ihsan’a iki yıldır tecavüz ediyormuş. çocuğun bu durumunu, kasabaya yeni tayin olmuş, nüfus müdürlüğündeki memur fark etmiş ve iş onun gayretiyle açığa çıkmış.
    kahveci, kalabalığın arasından elleri kelepçeli polis otosuna doğru giderken, akrabamız rahmetli ismail abi söktüğü kaldırım taşını bağırarak kahveciye fırlattı. başını yana eğmezse kafasını parçalayacak iri taş gitti kahvenin su oluğuna çarptı ve ezdi. her sabah gazoz dağıtmak için dolaştığım çarşı içinde, çocuk kafamda hiç unutamadığım görüntülerden biridir, ezilmiş su oluğu.
    kahveci nedense bir süre sonra işinin başına döndü. artık bu dünyada yerinin olamayacağını düşündüğüm kahveci yine çay yapıyor, dağıtıyor, oturanlara laf atıyor, şakalaşıyordu. ona taş atan ismail abi de hiçbir şey olmamış gibi kahvede okey oynamaya devam ediyor, arada sırada kahveciyle laflıyordu.
    ihsan’ı bir daha hiç görmedim. istanbul’a, akrabalarından bir terzinin yanına çırak olarak gittiğini söylediler. bir daha o kahvenin önüne gazoz bırakmadım.
    orta okula gidiyordum. sabah annemin kirkit sesleriyle uyanır, onunla birlikte güne başlar, yatağın içerisinde o günkü derslere bir kez daha bakardım. annem sabah namazı için kalkmış, abdest almış, mırıl mırıl dualarla odada geziniyordu. bir ara pencereye yanaştı ve dikkatlice dışarı baktı. sabahın o ıssız sessizliğinde, belli ki annemin tanıdığı bir kadın ayağında terlikler telaşlı telaşlı bir yerlerden geliyor. annem bir süre merak ve kaygıyla dışarıyı izledi. “bunun ne işi var bu saatte” dediğini duyar gibi oldum.
    öğleye doğru kasabanın biraz dışındaki bir üzüm bağının kenarında, bir asmanın dibinde kundağa sarılmış yeni doğmuş bir çocuk cesedi buldular. o sabahla ilgili annemle hiçbir zaman konuşmadım.
    büyüdüm! doktor oldum. mecburi hizmet yılları! 23 yaşında bir çocuğum. 1984 yılının puslu, soğuk bir ankara kasımında, sıhhiye’de sağlık bakanlığı’nın kasvetli geniş salonunda heyecanla torbadan çıkacak köyün ya da kasabanın ismini bekliyordum.
    mecburi hizmet için çekilen kurada arkadaşlarımın çoğu doğu ve güneydoğudaki sağlık ocaklarına giderken benim bahtıma da ankara yakınlarındaki bir köyün sağlık ocağı çıkmıştı.
    hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları! ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkansızın farkında olmadığım yıllar.
    bir gün, her sabah olduğu gibi 100-150 kişilik bir hasta kalabalığı muayene odamın önünde bekleşiyordu. bir ara, deneyimli hemşirem mesude hanım kapıyı açarak bağırdı. “rapor için bekleyen” onca insanın arasından orta yaşlı sakallı bir adam ve yanındaki 7-8 yaşlarında başı önünde bir çocuk. remzi oğlu bektaş. kalabalığı yararak odama girdiler. adam çocuğun babasıymış, akrabalarından biri bektaş’a tecavüz etmiş, jandarma adamı yakalamış, bektaş için fiili livata raporu hazırlayacakmışım. anüs muayenesi yapmam gerekiyordu. sağ el bileğinin iç kısmındaki soluk adliye mühürü ile başı önünde sessizce bekleyen o çocuğu hasta muayene masasına çıkartıp, diz dirsek pozisyonunda muayene etmeye çalışırken, çocuğun başını kaldırıp korkuyla yüzüme bakmasıyla içim ezilmiş, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilememiştim. onun başına gelenle benim muayene usulüm birbirine o kadar benziyordu ki. işimiz bitti, onlar geldikleri gibi gittiler. içimde kalan, bektaş’ın sağ el bileğindeki mor adliye mührü.
    mecburi hizmet yılları! her seferinde içimi sızlatan, ama bir o kadar da beni büyüten anılar. bir başka gün de, merkeze epey uzaklıkta bir köye, kendini asarak intihar eden genç bir kadının otopsisi için gitmiştik.
    savcıyla yolda giderken hemen öğrenivermiştim bütün hikayeyi. yeni evli genç kadının (adı reyhan’dı.) kocası askere gidiyor. kayınpeder tecavüz ediyor ve genç kadın hamile kalıyor. kaynana her şeyin farkında, ama suskun. genç kadın için bir tek çözüm kalıyor. evin kilerindeki seren direğine asıyor kendini.
    savcının “biz gelinceye kadar hiçbir şeye dokunmayın” talimatına harfiyen uymuşlar. kilere girdiğimde ilk gördüğüm şey, koca seren direğinde sallanan ayağı şalvarlı, çenesi bağlı küçücük genç bir kadının cesedi, yerde yuvarlanmış bir sandalye, hemen onun yanında bir bohça, içinde kefen bezi, sabun ve lif, bir entari, birkaç küçük takı. genç kadın sanki bir yolculuğa çıkar gibi hazırlanmıştı.
    cesedin yanında bir başka şey daha sallanıyordu. bir teker sızgıt. yazdan hazırlanıp, kışa saklanan ve genellikle tavana iple asılarak bekletilen kavrulmuş et tekeri. yarısı yenmiş. yanında genç kadın. dışarıda genç kadını yıkayacak kazanın yanında sessizce bekleşen köylüler.
    uyuyamamıştım gece lojmana döndüğümde.
    aradan 25 yıl geçti. şimdi istanbul’dayım. 1 aralık tarihli gazetelerde şöyle bir haber var: “urfa’ da berdel verilen şahe fidan kocasıyla kavga edip, daha fazla dayanamayarak sığındığı baba evinden geri gönderilince, 1,5 yaşındaki bebeğini sırtına bağlayıp, evin banyosunda kendini astı.” şahe’nin yakınları “bizde evlenen kadının koca evinden ancak cesedi çıkar” demişler. onlar haklı çıkmış yani. şahe kızım, sana ipin ucundan başka bir çare bırakmayan ülkemde hala neler gündemde bir bilsen. 1,5 yaşındaki kara gözlü oğlun seni çıktığın yolculukta yalnız bıraktı. artık onu hırsızların ve üç kağıtçıların saygı gördüğü, soytarıların alkışlandığı, alçakların ve hainlerin baş tacı edildiği bir ülke bekliyor. dilerim bir gün sağ salim büyüdüğünde bir büyük kentin kara duvarlı sefil bir mahallesinde umutsuzluk ve acılar içinde kaybolmaz.
    hekimliğimin yirmi beş yılı yetmedi kendisini ipe vermekten başka çare bilmeyen kız kardeşlerimin yarasına merhem olmaya. ihsan’ın yalnızlığına derman olmaya. bektaş’ın bileğindeki mührü silmeye. reyhan’ı bir kez olsun dinlemeye. yetmedi. bundan sonra yeter mi bilmem. dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hâla.

    imza: ercan kesal
  • naçizane teşekkür ettiğim aktördür..yarım saat önceye kadar "muhtar" ın gerçekten muhtar olduğunu sanıyordum,ercan kesal miş..
  • bir zamanlar anadolu'da filminin çekim öyküsünü anlattığı evvel zaman kitabında yer alan meşhur muhtar sahnesinin çekildiği günlere ait notlardan:

    - köylüler beni gerçekten muhtar zannedip ara sıra laflıyorlar.
    - traktörcü mustafa benim için settekilere "muhtar olmasına muhtar da, hangi köyden bilemedim," diyormuş.
  • bu adam enteresandır. doktor olup da sevilebilecek yegane insandır. bir kez karşılaşmıştık kendisiyle, küçük de bir iş yapmıştık hatta. aklımda kalan, mütvazı ve insancıl bir adem olduğudur.

    okmeydanı hastanesinin sahibiydi de aynı zamanda ve bu hastanenin yoksullara ücretsiz hizmet verdiğiyle ilgili çok şey duymuşuzdur.

    kesal bir kere de beyoğlundan belediye başkanı aday adayı olmuştu. ama chp kendisini değil, başkasını aday göstermişti. işte o seçimde misbah başa geldi.

    sonra yok masalar, yok sandalyeler, bıkbık da bıkbık.
  • gerçekten muhtar sanmıştım dün izlediğim bir zamanlar anadoluda filminde.adam hem oyuncu,hem senarist,hem de doktormuş!
    vay anasını sayın seyirciler..
  • rte'nin muhtar toplantılarından birine mockumentary tadında katılsa efsane bir olay olur.
  • çocukken çuvaldan bozma, şeker fabrikası mühürlü külotlar giyen yakın arkadaşım. kendisi bilmez arkadaş olduğumuzu ama cidden iyi arkadaşım. hani herkesin hapishanede, askerde öğütlerini dinlediği bir arkadaşı, bir abisi olur. heh benim de ercan kesal'dı bu arkadaş. pazar günleri çarşı iznine çıktığımda bir radikal alıp kahvaltı yapmaya giderdim, çay içerken onu okurdum. öğlen bir kafeye gidip tekrar aynı yazıyı okurdum, internet kafeye gidip aynı yazıyı bir kere daha okurdum. tek başıma içki içmeye giderdim komutangillerin uğramadığı bir yere, yine aynı yazısını okurdum. herkes ya kerhaneye ya da nargileciye giderdi. benim ne kerhaneye gidecek kadar midem vardı, ne de nargileciye gidecek kadar büyük ciğerim vardı. bölüğe geri dönerdim ''bitecek bu askerlik'' diyerek, yatağa uzanıp yazısını tekrar tekrar okurdum. bir sonraki pazara kadar aynı yazıyı okurdum. diğer pazar tatlı tatlı dinlerdim çarşı iznine birlikte çıktığım ercan kesal'ı.

    çok sağ olsun kendisi, umarım aynı yer sofrasında yemek yemek nasip olur bana. gasilaneli bir morg talebini de sık sık dile getirir; gasilanenin mermerleri de benden. çocukluğum onun çocukluğu kadar naif ve köydendi. geleceğim de onun kadar naif, iyi aile babalı ve başarılı olur umarım.
  • istanbul'da sinema okurken, hastanesini kullanmak için utana sıkıla özel telefonunu aramıştım. 'film çekeceksen hastane emrinde, doktorlara haber gönderiyorum, müsait olursam ben de oynamak isterim' demişti. oracıkta ilyas salman gibi çömüvermiştim. senelerdir aklıma geldikçe dua ederim. var ol ercan kesal.

    edit: bu konuyla ilgili çok mesaj aldım. ercan kesal'ın seveni çokmuş. çok sevindim. mesajlaştığım insanlarla ortak olduğumuz nokta şu ki; zaten ercan kesal, ercan kesal olduğu için bir zamanlar anadolu filminin en güzel sahnesi muhtar sahnesi. bunu da isteyerek yapmıyor. öyle candan, öyle samimi. tekrar var ol ercan kesal.
hesabın var mı? giriş yap