23 entry daha
  • sayısız ödül alan ve eleştirmenlerin yılın en iyi filmleri arasında gösterdiği, farklı değerlendirmelere açık katmanlı senaryosu ve muhteşem görselliğiyle, çok başarılı oyunculuklarıyla gerçek anlamda sıra dışı ve iz bırakan bir yapım olarak 2018’in filmleri arasında özel bir yer edinmeyi başaran güçlü yapım.

    ''afrika'nın kalahari çölündeki buşmen’leri biliyor musun? onlar der ki;
    buşmen’lerde insanlar iki tip açlık çekerler;
    küçük açlık ve büyük açlık.
    küçük açlık fiziksel olarak aç olmak iken, büyük açlık hayatın anlamına aç olmaktır. büyük açlık yaşayan kişi, neden yaşadığımız, hayatın anlamının ne olduğu gibi şeyleri arayan kişidir. bunun gibi biri gerçekten de açtır ve bu yüzden ona büyük açlık derler.''

    uzun yıllar sonra sinemaya dönen chang dong lee'nin haruki murakami'nin kısa öyküsünden esinlenerek senaryolaştırdığı ve yönettiği film, ruhlarındaki açlığı gidermeye çalışan, anlam arayışında olan biri kız ikisi erkek üç gencin arayış ve arınma hikâyesini anlatıyor. modern yaşamın ''duygusal taşlaşma''ya uğrattığı insanlardan biri olmamak için, her biri ruhunu katman katman açacak farklı yol ve yöntemler arıyor.

    çok katmanlı bir hikâyeye sahip olan film, romantik komedi tadında başlayıp ağır ağır ilerleyerek gizem, gerilim, suç türleri arasında sörf yapıyor. hikâye çok yavaş ilerlediği için akıcılık ve seyir keyfi vaat etmiyor belki ama zihninizi darmadağın ederek ve sorular sordurarak bitiyor. güçlü ve yoğun metaforlar kullanıldığı için film, izleyenlerin farklı farklı yorumlarda bulunabilmesine, hikâyeyi yeniden kurgulamasına müsait bir yapı arz ediyor.

    o yüzden filmin meselesini ve vermek istediği mesajları kavrayabilmek açısından karakterleri tek tek analiz etmekte fayda olduğunu düşünüyorum;
    film, bir mağazada taşımacılık yaparak geçinen jong-su’yu merkeze alarak ilerliyor. jong-su, öfkesini kontrol edemeyen ceberrut bir babanın elinde büyümüş, annesi henüz jong-su küçük bir çocukken evi terk edip gitmiş. çiftçi olan babası işlediği bir suçtan ceza alınca köydeki eve tekrar dönen jong-su, fakir ve oldukça yalnız bir genç. metin yazarlığı okumuş, roman yazmak istiyor fakat henüz aradığı hikâyeyi bulamadığı için özgün bir metin çıkaramamış. metinlerinde kendisini bulduğu için william faulkner eserlerine hayran. hayata ürkek ve şüpheyle bakan jong-su, arayış içinde ve ruhundaki boşluğu aşkla dolduracak naif bir kişiliğe sahip.

    shin hae-mi genç, güzel, hayat dolu ve mutlu bir genç kız. görüşmediği bir ailesi olmakla birlikte hiç arkadaşı olmayan oldukça yalnız biri. kıt kanaat geçinmesine rağmen artırdığı parayla afrika'ya seyahate giden, oradaki kültürleri tanımak isteyen yani anlam arayışını uzaklarda bulmaya çalışan shin haei; pandomim yaparak, her figürüne farklı anlam ve değerler yüklediği danslar öğrenerek ruhunu arındırmaya çalışan biri. afrikalıların, danslarında hayatın anlamını aradığını, küçük açlıktan büyük açlığa dans ile ulaştıklarını düşünüyor. afrika'da çölde güneşin batışını coşkuyla tasvir ettikten sonra birden ağlamaya başlayıp ''gün batımı gibi ben de ortadan kaybolmak istedim. ölmek çok korkutucu, bu yüzden keşke hiç var olmamışım gibi ortadan kaybolabilseydim.'' diyecek kadar duygusal geçişler yaşayan hassas ve hüzünlü de bir kişiliği var. köyde geçen çocukluğundan hatırladığı fakat yeni tanıştığı jong-su’ya, afrika'ya giderken evini ve kedisi buhar'ı emanet edecek kadar güveniyor. jong-su’ya güveniyor ancak afrika uçağından ben adlı bir gençle iniyor. jong-su, afrika'dan dönmesini beklediği süreçte evine gidip geldikçe ilk birlikteliklerinin hayaliyle yaşayarak aşık olduğu shin hae mi'ye sevgili olmayı beklerken hissesine sıcak bir dostluğun düştüğünü görecektir.

    ben; zengin, bakımlı, özgüveni tam, biraz da kibirli biri. porsche'ye biniyor, lüks bir sitede pahalı bir evde oturuyor. hayata alaycı bir bakışla yaklaşıyor. hiç ağlamamışlığıyla övünen, ağlayan insanların ilginç geldiğini söyleyen, hayata mekanik bakan, duygusal taşlaşmadan nasibini almış biri ben. shin hae-mi ile çıkıyor fakat onunla olmaktan mutlu olmadığını, sıkıldığını gözlemliyoruz sık sık. zaten ilginç bulduğu için görüştüğünü söylüyor. parayı nereden kazandığı hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. ''ilginç'' kelimesi hayatta aradığı şeye işaret eden bir kelime sanki. çalışmayı ve hayatı ''oynamak'' olarak niteliyor. paraya, çevreye, arkadaşa ihtiyacı yok gibi gözüken ama aslında yalnız olduğu açık olan ben'in de ruhundaki boşluğu farklı yöntemlerle doldurduğunu finale yaklaştıkça çözümlüyoruz.

    karakterlerin ben hariç diğer ikisinin ortak yönü ailelerinin problemli olması ve ailelerinden bağımsız ve yalnız yaşamaları. özellikle jong-su ve shin hae-mi'nin parasal konularda da yaşam savaşı verdiğini söyleyebiliriz. temel sorunlarından biri işsizlik olan (televizyondaki haberlerden öğreniyoruz) güney kore’de emek sömürüsünden ibaret işlerde çalışmak zorundalar. bu yönüyle filmde karakterlerin yaşadıkları evler ve yaptıkları işler üzerinden sınıfsal bir eşitsizliğe dikkat çekildiğini de söyleyebiliriz, zira her bir karakterin büyük açlığını doyurma yöntemleri ve nedenleri de bu çelişkinin altını çiziyor.
    buraya kadar yaptığımız anlatıdan klasik bir üçlü aşk hikâyesinden ibaret bir yapım gibi gözükse de bu noktadan itibaren sırayla gizem, gerilim ve suç türlerine kayan film zihni yormaya başlıyor. o yüzden bundan sonraki kısmı filmi izlemeyenlerin okumamasını tavsiye ederim.

    --- spoiler ---

    filmin kırılma noktasını, ben'in yemek yapmayı tanrı’ya kurban sunma olarak nitelediği ve ''kendim için bir kurban yaratıyorum ve onu yiyorum'' dediği bölümde ''kurban'' ifadesini soran shin hae-mi'ye bunun bir metafor olduğunu söylediği sekansla başlatabiliriz. aynı bölümde tuvalete giden jong-su, dolapları karıştırdığında büyükçe bir makyaj kutusu ve çeşitli ucuz takılardan oluşan bir çekmece görecektir… bu takıların sırrı da finalde netleşecek…

    film boyunca jong-su'ya gelen ve karşı tarafın konuşmadan kapattığı esrarengiz telefonların kimden ve neden geldiğini asla çözemeyeceğimizi belirterek filmin düğümünü çözmeyi sağlayan iki metafora geçebiliriz.

    kuyu metaforu:
    shin hae-mi küçükken köyde evlerinin önündeki bir kuyuya düştüğünü, saatlerce yukarı bakarak ağladığını ve umutsuzca ölmeyi beklediğini söylüyor. ancak tam o esnada jong-su'nun yüzünü gördüğünü ve onun sayesinde kurtarıldığını ama jong-su'nun bunu hatırlamadığını söyler.
    jong-su'nun köy evine ben ile yaptıkları ziyarette shin hae, bunun yaşadığı en güzel gün olduğunu söyler. esrar içerler, shin hae kendinden geçerek dans eder ve sızar. o geceden sonra bir daha shin hae'yi göremeyiz, çünkü kaybolmuştur…

    sera yakma metaforu:
    o gece shin hae sızdıktan sonra ben, sohbet esnasında seraları yakma hobisinden bahseder. aralarında şöyle bir konuşma geçer;

    ''her iki ayda bir başkalarına ait eski bir serayı seçerim ve yakarım. biraz benzin dök, kibriti at, bitti. hiç yerinde var olmamış gibi on dakika sürer. asla yakalanmazsın. kore polisinin bu tip şeyler umurunda değildir. kore'de çok fazla sera vardır. kullanışsız, pis ve göz zevkini bozan seralar. ... yanan seraya bakar ve coşku hissederim. yanarken onu tam buramda hissederim (kalbini göstererek) tam burada bir vuruş. kemiklerimin derinlerinde yankılanan bir vuruş.''

    ''kullanışsız ya da gereksiz olduğuna sen mi karar veriyorsun?''

    ‘’hayır hüküm vermem, sadece yakılmayı bekledikleri gerçeğini kabul ederim. bazen yağmur gibidir. yağmur yağar, nehir yükselir, sel olur, insanlar sürüklenir. yağmur hüküm verir mi? orada doğru ya da yanlış yoktur, sadece doğanın ahlakı vardır. eş zamanlı varoluş gibi...''
    ''en son ne zaman yaktın''

    ‘’afrika'ya gitmeden önce yani iki ay oldu ve zamanı geldi, eğlenceli olacak...‘’

    o geceden sonra shin hae ortadan yok olmuştur. ona hiçbir şekilde ulaşamadığı günler boyunca jong-su, yıkık dökük seraları gezer, kimisini yakma girişiminde bulunur. fakat ben'in çok yakında bir serayı yakacağını söylemesine rağmen çevredeki hiçbir seranın yanmadığını görür. aşkın, özlemin ve merakın yakıp kavurduğu jong-su, şüphe anaforuna kapılır ve sorgulamaya, araştırmaya başlar. doğada koşturur durur... ulaşamamak çılgına çevirmiştir. evine gider şifrenin değiştiğini görür bir şekilde içeri girdiğinde de daha önce müthiş dağınık ve pis olan evin çok düzenli ve tertemiz olduğunu görür. seyahat çantası da içerdedir. çalıştığı yerlere, dans öğrendiği merkeze gider. nafile. hiçbir yerde yoktur. o aşamadan sonra ben'i takip etmeye ondan bir şeyler öğrenmeye çalışır.

    tesadüfen karşılaşmış havası vererek görüştüğünde ben'e seraları sorar,

    ‘’tabii ki yaktım, hem de tertemiz yaktım. sana yakacağımı söylemiştim. evine çok yakın yerde hem de.’’ cevabını alır.

    oysa jong-su her yeri her gün kontrol etmiş hiçbir yer yakılmamıştır. bunu belirttiğindeyse ''çok yakınsa göremezsin'' cevabını alır. jong-su kızı sorduğunda da ''ben de göremiyorum, sanki duman gibi süzüldü kayboldu'' cevabını verir gülerek. ben, arabaya binerken jong-su'ya, ‘’shen-mi sana özel şeyler hissediyordu ve ben ilk defa kıskandım sanırım'' der.

    jong-su, yaptığı araştırma ve soruşturmalar sonucunda olayın ve kuyunun olup olmadığı konusunda çelişkili ifadeler olsa da kuyu metaforunun shen-mi’nin jong-su’ya olan güvenini simgelediğini, onu kurtarıcı olarak gördüğünü anlatmaya çalıştığını çıkarıyoruz.
    jong-su bir kez daha ben'in evine konuk olduğunda banyodaki çeşitli türdeki takıların arasında shen-mi'ye hediye ettiği saati de görür. bir de evde buhar diye çağırdığında kucağına zıplayan kediyi görünce ben'in seradan kastının shen-mi olduğunu, köydeki geceden sonra onu öldürerek yaktığını, evine gidip ortalığı toparlayıp düzenlediğini ve evdeki kedi açlıktan ölmesin diye eve getirdiğini, shen hae-mi'den bir hatıra olarak aldığı hediye saati de daha önce öldürdüğü kadınlardan (yaktığı seralardan) biriktirdiği hatıra eşyaların arasına koyduğunu anlıyoruz.

    final sekansının son yıllarda beni en çok etkileyen, çarpıcı bir final olduğunu, yönetmenin merak, gizem, şüphe, acıma duygularını yaşattıktan sonra izleyiciye de katarsis yaşattığını belirttikten sonra betimlediğim tüm bu hikâyenin filmin zahiri boyutu olduğunu düşünebiliriz. filmin bir de ana karakterin, ‘’hikâyelerini okurken kendim yazmışım gibi hissediyorum’’ diyecek kadar etkilendiği w. faulkner’in de kullandığı bilinç akışı tekniğini kullanarak kendi yazdığı romanı izlediğimiz şeklinde yorumlayabiliriz. final sekansı öncesi kızın odasında oturmuş, bilgisayarda coşkuyla yazarken gördüğümüz jong-su’nun travmatik geçmişi ve şüpheci kişiliği düşünüldüğünde olaylar bu manada tekrar değerlendirilebilir.

    ancak ben ilk yaptığım okumayı tercih ediyor ve meseleyi; gençlerin, ruhları çölleştiren modern yaşama direnme ve hayata anlam yükleme çabası bağlamında değerlendirmeyi daha mantıklı buluyorum.
    ana karakter jong-su, annesiz ve baba şiddeti altında büyümenin bünyesinde yarattığı güvensizliği, arkadaşsız, akrabasız, dostsuz yaşamanın ürkütücü yalnızlığını, ürkekliği, korkaklığı kendisine güvenen kadına duyduğu aşk ile aşıp hayatın aşk ile anlamlı olduğu sonucuna varıyor, aşkın katman katman açtığı ruhunda öyle bir kor olduğunu görüyor ki kendisi bile dokunmaya korkuyor. ama aşk sonunda onu ateşe yürümeye sevk ediyor…

    gerçekliğin dışında yaşamayı tercih eden shen hae-mi, yabancılaştığı dünyasında kaybettiği ruhunu egzotik kültürlerde buluyor, kendi gerçekliğinden kaçabildiği oranda kendi olabiliyordu. hiç varolmamış olmayı dilediği hayatta tasavvurunu gerçeğe dönüştürmeye çalışıyordu.

    istediği her şeye ulaşabilen ve hiçbir derdi olmayan zengin çocuğu ben ise para, şehvet, esrar, eğlence vs ile sağlayamadığı arınmaya kadınları yakarak ulaşıyordu. her iki ayda bir arınma ayini gibi ritüelleştirdiği bir cinayetle hayatta olmasını anlamlandırıyor, kemiklerinin derinlerine kadar hissettiği coşkuyu ve tatmini yaşıyordu. işlediği her cinayetle deri değiştiriyor, yenileniyor, yeniden doğuyordu. tâ ki mekanik dünyasında habersiz yaşadığı aşkın, dizginsiz yakıcılığını öğrenene kadar…
86 entry daha
hesabın var mı? giriş yap