3 entry daha
  • an itibariyle, samanyolu tv'de allah'ın çeşitli hikmetlerini, yaratanın iradesinin hangi karmaşık yollardan işlediğini anlatan bildiğimiz programlardan biri var, sırlar dünyası mıdır nedir. severek izliyorum. sayesinde, aklıma ahmed hulusi beyefendiyle alakalı bir maceram geldi. nerden bulur beni böyle şeyler? bakalım nerden bulmuş:

    her nasılsa, o kadar şarkısı falan da yapılmasına rağmen *, belediyenin hoparlörlerden yaptığı bitmek bilmez uyarıları ve bilumum arkadaşın telkinlerini dikkate almadan, bir hatadır etmişiz, ankara kızlarından birine tutulmuşuz. her şehirlerarası ilişki yaşayan otobüs kafalı maymun gibi, istanbul-ankara gidip geliyoruz, bana mısın demiyoruz. gidip gelen de benim sadece, diğer arkadaş sabit duruyor şehrinde. "ilişki" dediğimiz şey de, bir plajda başlamış, bitmesi gereken yerde bitmemiş, denyo gibi uzatılmış. yoksa ben nereden bileyim başıma gelecekleri... benim öyle namazla niyazla işim yok, kemalist ailede büyümüşüm, kendime agnostik falan diyorum, artistik kelimeler kullanıyorum, ne sağcıyım ne solcu, öylesine orijinal biriyim kendi gözümde, afilli delikanlı. meğer ilişmeye çalıştığım kişi de, beş vaktini seccadede geçiren, halim selim, hem dinine bağlı hem sapına kadar cumhuriyetçi/atatürkçü, faziletli bir ailenin kızıymış. meğer, evden aradığımda annesi "bir saniye bekleteceğim seni canım, xxxxx meşgul şu an" dediği sırada, arkadaş namaz kılmaktaymış. meğer ne kadınlar sevmişim ki, zaten yokmuşlar.

    bütün bu bilgilerin ışığında, olabildiğince rasyonelliğimi korumaya çalışarak (!), "aşk sınır ve engel tanımaz" diye özetleyebileceğimiz bir hissyatlanmalar bütünü geliştirmişim kendime. sonuna kadar gitmeye niyetliyim, bitse de zamanı gelince bitsin, böyle namaz niyaz yüzünen bitmesin, önce sevgi bitsin diyesiymişim. bu paragrafı okumayın, utanıyorum (hangi paragraftan bahsettiğimi ben de kestiremedim şimdi).

    bir gün ankara'ya çağrıldım. işler de zaten sarpa sarmış gibiydi, ona rağmen çağrılmıştım, nedendir anlamadım. çok iyimser, fevkalade olumlu düşünen birisi olduğumdan, herhalde sarpa saran işler düzelecek diye bir umutla yola çıktım. çiçektir vesairedir aldık. terk edileceği randevuya çiçekle giden erkeklerden biri olarak, "randevu sonunda kiza getirdigi cicekleri cicek kismindan ba$layip govdeye dogru yiyecek olan salak erkek" tanımlamasına doğru emin adımlarla ilerliyordum. tıkır tıkır ray sesleri, tirilaylaylay lom.

    ilk görüşme çok güzel geçti ve beklediğim gibiydi, pozitif bir insanım ya! ama bir terslik de var gibiydi. hem neşeli, hem de çok düşünceli gibi görünüyordu. bundan sonra anlatacaklarımı çocuklara anlatmayın, sürreel unsurlar taşıyor. ve apansızın beni annesiyle görüşmeye davet etti. telefon vasıtasıyla önceden tanıştığımız, hatta beni kızına karşı savunan, onu benimle birlikte olmaya teşvik eden, benimle telefonda dertleşen annesi, sonunda beni dünya gözüyle görmek istemiş. hayretler içerisinde esridim oracıkta. hiçbir fikrim de yoktu neler olacağı hakkında. iyi bir şey midir, kötü müdür kestiremiyorum. ne olduğunun bile farkına varmadan dolmuştan inmiştik. asansörle çıktık sanırım. ev, bildiğin ev işte. kahverengi koltuk döşemesi, koyu renkli halı, vitrin, tabaklar ve bardaklar... gelgelelim, görece az evde rastlayabileceğimiz bir kombinasyon duruyor: vitrinin üst tarafında dik olarak açık duran bir kuran-ı kerim, hemen yanında duvarda asılı atatürkçü düşünce derneği takvimi.

    nerelere geldim, nerdeyim ben, napıyorum, bu kadın kim, neden sadece benim oturduğum koltuk kahverengi de diğerleri beyaz diye düşünüp duruyorum, durup düşünüyorum. bu sırada etraftan sesler geliyor, kadın benimle konuşuyor belli ki, ama dikkat edemiyorum dediklerine, anlamıyorum. neden sonra "...ven nasıl olsun?" diye bir cümleyi sonundan yakaladım. boşlukları doldurunca, sanırım bana kahve ile ilgili bir soru sordular diye bir sonuca vardım. soran gözlerle ikisinin de bana bakmasıyla, iyice emin oldum ve cevap vermeye karar verdim. kahveyi de çok güzel yapıyordu hani. ortam tam bir kız isteme ortamı. annesi bana bir şey söylememi istercesine bakıyor, o da kahve yapıp getiriyor. neredeyse "gençler birbirini sevmiş, size de afedersiniz bok yemek düşer, o yüzden ben allah'ın emri, peygamberin kavliyle..." diye bir cümleye başlamak zorunda hissediyorum kendimi. anne konumundaki insan sazı eline alıyor. beni çok iyi anladığını, beni çok sevdiğini, kızını benimle birlikte olması için teşvik ettiğini, çok temiz, dürüst bilmem ne falan biri olduğumu söyleyerek söze başlıyor. ama bu başlangıçta bir bokluk var, seziyorum. hani, "ama" diye devam edecek cümle başlarken, ortasında bir "ama" geleceğini ses tonundan anlar insan. eskiler buna "rücu sanatı" derler. birini yermek veya olumsuz bir yanıt vermek isteyen kişi, önce onu över, sonradan söyleyeceği şeyleri biraz olsun meşrulaştırır ve hafifletir diye. öyle bir ses tonuyla bu övgü faslı geçiyor. ardından, "ama" ile başlayan sözler devreye giriyor. benim içki içtiğimden bahsediyor, kızının öyle şeylerle işi olmadığından dem vuruyor. halbuki kızının elinde birayla birçok fotoğrafını görmüştüm. ben de orada araya girip "ama... ama..." diyemiyorum. birçok şeyin anneden gizlendiğini orada öğreniyorum. 2 yıl ilişki yaşadığı bir sevgilisi olduğunu bildiğim kızının, daha önce kimseyle birlikte olmadığını, o yüzden de böyle safça ilişkilere yöneldiğini, tecrübesizliğini anlatıyor. hem mesafe, hem de kafa yapısı olarak uyuşmamızın imkansız olduğunu söylüyor. daha başlayıp başlamadığı bile belli olmayan ilişki, evliliğe ramak kalmış da, mantık devreye giriyormuş gibi masaya yatırılıyor. ben oturma odasında içkimi içerken, kızı salonda namaz kılacakmış. böyle ilişki mi olurmuş. allah bunu uygun görmezmiş. o sıralar büyük deprem de yakın geçmişte olmuştu. bu meseleler oralara bağlanıyor, yüce rabbim yerleri gökleri nasıl da sallamış öyle, falan filan. oğlu da asker, profesyonel asker. yeni teğmen olmuş. kelimelerle ifade edemeyeceğim hayretler içerisinde dinlerken, bir yandan kahvenin sıcak olan alt tarafına elimi bastırıyorum ki, rüyada isem uyanabileyim. tül perdenin ardından uzaktan geçen arabalar görünüyor. onları sayıyorum. kadın kendinden bahsetmeye başlıyor. evin ekonomisini idare ettiğini, para işlerinin ondan sorulduğunu, kocasının da evin diğer işleriyle meşgul olduğunu, aralarındaki işbölümü ve uyumun ne kadar mantıklı olduğunu söylüyor. birliktelik öyle bir uyum gerektirirmiş. bir taraf inanıp bir taraf inanmadığı zaman olmazmış. "ya, ama ben olayın o kısmında değilim, evlilik de ne demek, daha ilişki başlamamış sayılır, noluyoruz, kız istemeye mi geldik" diyemiyorum. zoraki bir gülümsemeyle onaylar bir biçimde dinliyorum. sözlerini şöyle bitiriyor: "bunlar kızımın sana söylemek isteyip de söyleyemediği şeylerdi." bir kez daha kendimi matrix'e girmiş de, telefonun çalmasını bekliyormuş gibi hissediyorum. "öyle mi gerçekten?" anlamında annesinin kızına bakıyorum. ağlamamak için zor tuttuğu gözlerini kapatarak onaylıyor. o bakışı çok iyi biliyorum, anlıyorum ki, tam tersi geliyor içinden, ama istemeye istemeye kabulleniyor. gitmem gerektiğini anlıyorum. zengin kalkışı yapmıyorum. yavaş yavaş gidiyorum. annesinin de isteğiyle beni dolmuşlara kadar geçirmek için hazırlanıyor. bekliyorum. annesi o sırada benim aslında çok temiz yürekli, temiz yüzlü olduğuma kanaat getirereki benim allah'a inanmam gerektiğine karar veriyor. iyi ki öğrenmiş bu allah meselesini, takmış ona, bırakmıyor. kendimi uzay araştırmalarına katılmış bir turist gibi hissettiğim için doğru düzgün tepki de veremiyorum. ve bu entry'nin ahmed hulusi başlığında olmasına sebep olan hadise başlıyor.

    tam çıkarken bana bir kitap gösteriyor, siyah kapaklı. üstünde kocaman beyaz renkte mesajlar yazıyor. onu okumam gerektiğini, her yerde bulabileceğimi, kitabın bana yol göstereceğini söylüyor. inanmayan ve dolayısıyla aslında gaflet ve dalalet içinde olan birisi olduğum için, bir yol gösteren olmalı tabii. yol gösteren olsa, böyle "temiz yürekli" bir çocuğun inanmaması mümkün değil. eksiğimi tespit ederek, tam olmak için yapmam gerekeni söylüyor. okuduktan sonra da onu arayıp kitap hakkında konuşmam gerekiyormuş. bu sohbetlerden sonra belki ışığı bulabilirmişim. istanbul'a gidince de toktamış ateş'e selamını iletmemi istiyor. hayretlerden hayretlere sürükleniyorum, kaf dağından dökülen şelalelerde rafting yapıyorum.

    çıkıyoruz kızıyla beraber. beni dolmuşun geçtiği yola getiriyor. orada bir küçük bahçe duvarına oturuyoruz. annesinin söylediği her şeye katıldığını söylüyor. annesinin bütün hayatını kontrol etmesinden hazzetmediğini hatırlatıyorum. hâlâ hazzetmediğini, ama hayatı boyunca böyle olacağını, başka türlü huzur bulamayacağını söylüyor. "aramızdaki her şeyin bittiğini" beyan ediyor. aldığım çiçeği sapından başlayarak yiyorum bu noktada. önceki seferde aldığım körleşmeyi bitiremediğini söylüyor. körleşme'ye olan inancım, bir kez daha beni haklı çıkarıyor.

    bu son öğlen konuşmasında, bir seçim yaptığını söylüyor. ya benimle birlikte olacakmış, ya da tanrıya inanacakmış. bir kez daha beynim alt-üst oluyor, bahçede birkaç parende attıktan sonra tekrar yanına dönüyorum. böyle bir seçimin nasıl mümkün olacağını soruyorum. "ya ben, ya tanrı?" diyebiliyorum. kendinden emin bir şekilde "evet" diyor. ya beni sevecekmiş, ya da tanrıyı. başka birini sevse, beni birisi için terk etse bir derece. gülün dikeni derler ya divan edebiyatında, diğer erkekler, rakip erkekler yerine. öyle bir diken ki bu, gel de rakibini alt et. adam tanrı bi kere. ol demiş olmuş, ben ne yapabilirim. çok sıkışırsa, "yok ol" der, yok olurum, o derece. gidip hasan mezarcı'yla falan konuşsam, bir hal yoluna koyalım desem, adamı hapse atmışlar, aracı da bulamıyoruz. bu çağda peygamber de gelmiyor anasını satıyım. tanrıya beddua etsem? bırak o kızın peşini diye tehdit etsem? ya da dua etsemi, "inşallah o kızın peşini bırakırsın" falan diye? bu konuda yapılabilecek esprileri düşünmeyi dönüş yolculuğuna bırakarak, son bir kez sarılıp istanbul'a doğru triplere girmek için yola çıkıyorum. son sözüm de "madem huzurlusun, hep böyle kal" oluyor. iyi bir dilek mi, beddua mı belli değil, ama konsepte çok uygun olduğunu daha sonra kendi kendime yaptığım tartışmalarda onaylıyorum, kendime madalya takıyorum.

    istanbul'a geldik.

    hiç mi hiç aklıma gelmeyen mesajlar kitabını, günün birinde istiklal caddesinde ağlayarak yürürken sormaya karar veriyorum. sorduğum kitapçılar bana tuhaf tuhaf bakıyor haliyle. bazıları, o tür kitapları beyazıt'ta bulabileceğimi söylüyor. biliyorum ama, beyazıt'a gidemem o gün. o kitabı bulup okuyacağım mutlaka. derdime ne oluyorsa sanki. manyaklaşıyor işte insan zaman zaman. üstelik inanmaya başlamak falan gibi bir derdim de hiçbir şekilde olmamış. şimdiki "istiklal kitabevi", eskiden "arkadaş kitabevi" olan yere giriyorum. bir süre kendim bakıyorum kitaplara, belki gözüme çarpar diye. hem zaten simsiyah bir kitap, uzaktan da görürüm. orada da bulamazsam eve gideceğim. bulamıyorum... bir görevliye soruyorum, "ahmet hulusi diye bir adamın mesajlar kitabı varmış?" o da aynı şeyi söylüyor: "onu buralarda bulamazsınız, beyazıttaki kitapçılara gitmeniz lazım." tepki vermiyorum, biraz daha başka kitaplara bakınıyorum. o sırada bana yakın bir mesafede kitaplara bakmakta olan biri var. en fazla 23 yaşında bir çocuk. kafasında saç yok, kaşları falan da yok. collina gibi bir tip. ama gözleri o kadar büyük değil. hatta küçük, biraz mistik bakışlı. yaklaşıyor:

    -ahmed hulusi'nin kitabını mı arıyorsunuz?
    - evet, buralarda yokmuş.
    - mesajlar kitabını değil mi?
    - evet?
    - bende var, size vereyim.
    hemen siyah sırt çantasından kitabı çıkarıyor. şaşırıyorum haliyle. kitabı alıyorum, evirip çeviriyorum, arkasına bakıyorum:
    - karşılığında ne vereceğim?
    - karşılığında öğreneceksin...

    diyor ve dönüp gidiyor. bu konuşmaya tanık olan görevli de tuhaf tuhaf bir bana, bir çocuğa bakıyor. çocuğun peşinden gidiyorum, kaybolmuş. kafası kel olduğu için seçebilmem lazım, o kadar uzaklaşmış olamaz... yok, kaybolmuş...

    sonrasında mesajlar kitabını okudum. abuk subuk şeyler yazıyordu işte. ayetler, hadisler aşırı yorumlanarak bir sürü çıkarım yapılmış. şeytanın işlerinden bahsediliyor falan. okuduktan sonra da attım kitabı. kütüphanemde tutmadım. bu olayı cinleri olduğunu iddia eden bir tanıdığıma anlatınca, ahmed hulusi'nin cinlerinden bahsetti. onun tüm dünyaya yayılmış cinleri varmış. kendini arayan birisi, ona ihtiyacı olan birisi olunca, o kişiyi cinler bulup yol gösterirmiş. bana kitabı veren çocuk da bir cinmiş, insan kılığına girmiş.

    sonunda bir şey değişmedi. bir anda imana gelip mistifiye olmadım. olaya da güldüm geçtim. yalnız şunu çok iyi anlamış oldum ki, eğer inanç bir alışkanlık değilse, bu tür olayları etkisiyle peydah olan bir duygu. anlaşılmayan her şey, inanç doğrultusunda yorumlandığında bir anlama büründürülmüş oluyor. metaforlarla destekleniyor ve insanın kendini güvende hissedeceği bir örüntü (pattern) ortaya çıkıyor. zamanla da insan bütün yaşamını buna göre kurguluyor. sevgisinden bile önce inancı geliyor, çünkü aksi halde kendine kurduğu bütün imgesel evren yıkılıyor. bu kadar şeyi ahmed hulusi başlığına yazdığıma hala inanamıyorum, o ayrı.
168 entry daha
hesabın var mı? giriş yap