5 entry daha
  • ben sevdim ama önüme gelene tavsiye edemeyeceğim filmlerden. eğer 2,5 saat süren ve temposu pek yükselmeyen filmlere alışkın değilseniz izlemeyin derim. çünkü sonra buraya gelip "çok sıkıcı" diye yazılacak ve evet, bu tür yavaş tempolu filmlere alışkın olmayanları aşırı sıkacak bir film burning. güney kore'nin "arada bir" film yapan, filmleri arasına 3-5-8 yıllık aralar koymaktan çekinmeyen usta yönetmeni lee chang-dong'un önceki filmleri daha sürükleyiciydi. yönetmenin tüm filmleri uzun (2 saat +) ama bazıları buna rağmen heyecanla izleniyor, süreyi fazla hissettirmiyor. milyang öyle bir film, bakha satang öyle bir film. bakha satang zaten karakterin intiharıyla açılıp onu bu noktaya getiren sebeplerin ilkine doğru yavaş yavaş yol alan, heyecanla izlenen bir film.

    ama burning diğer filmlerinden daha yavaş bir film. 2,5 saat sürüyor. öyküde birbirlerinden farklı 3 kişi, ama filmin odağında esasen tek bir kişi, saf-fakir jong-su yer alıyor. tempo çok yükselmiyor. ilk 30 dk'dan sonra öyküye zengin ve gizemli ben'in dahil oluşuyla ivme kazanıyor film ama gerilim, aksiyon aranırsa yok. lakin filmin amaçladığı rahatsız ediciliğe sahip burning. kapalı kutu görünen ben ve aşk üçgeni izleyiciyi yer yer rahatsız edebiliyor. zira bu ben kimdir, nasıl böyle zengindir, neyin nesidir sorularına yanıt verilmiyor. film hem muhteşem gatsby'i (parti yapıp duran ben, zengin ve fakir erkekler arasında kalan kadın) hem de patricia highsmith'in eserlerini hatırlatıyor.

    spoiler

    ilk 30 dk'da ana karakter tanıtılıyor. saf, fakir, ebeveynleriyle sorunları olan bir genç. jong-su, hae-mi'yle yolu kesişince ona âşık oluyor, sonrasında filme adını veren "burning". yani hae-mi, jong-su'dan uzaklaşıp ben'le takılmaya başlayınca jong-su daha da yanıyor, kıskanmaya başlıyor, kızın evine defalarca kez gidiyor. film jong-su'nun hayatı tanımaya başlamasını, bir nevi büyümesini anlatıyor esasen. jong-su ilk kez zengin bir eve gidiyor, ilk kez zengin bir mekânda oturuyor, bara gidiyor. sevdiğim tarafıysa nüanslar: bara giden jong-su buradan zevk alamıyor, köy evine dönüp ahırı temizlemekten daha çok hoşlanıyor. zira bu iki sahne arka arkaya geliyor. jong-su barda eğlenemezken buzağının altını temizlediği an pek keyifliydi.

    tabii bu üç karakter de birbirlerinden farklılar. mesela ben kapalı kutuyken sonradan onun seraları yakmaktan hoşlandığını öğreniyoruz, zengin ve sorunlu birisi. bu durum filme biraz ivme kazandırıyor, aynı zamanda filmin adı olan "burning"e de uyuyor: jong-su içten içe yanarken (kıskançlık, aşk, merak -hae-mi nerede?- vs), ben seraları yakmaktan haz duyuyor. iki karakter de sorunlu. jong-su başta saf, utangaç, gözünün önündeki göremeyen bir portre çizerken bir saat sonra (tabii bu bir saatte aylar geçiyor) "acaba hae-mi için ne kadar ileri gidecek, gözü dönüp ben'i öldürecek mi?" diye düşündürtmeye başlıyor. sanki birazdan zıvanadan çıkacakmış gibi bakıyor aktör ve filmi highsmith romanlarına bağlayan o "beklendik" son gerçekleşiyor: böyle deli deli bakan, içten içe yanan, sevdiği kızı bulamayan jong-su finalde ben'i bıçaklıyor, ki karakterin pek çok tarafı highsmith'in eli kanlı katili mr. ripley'e benziyor. aslında tüm karakterler gizemli. jong-su'nun hae-mi için ne denli ileri gideceğini kestiremiyoruz başta ama finali tahmin etmek mümkün. ben zaten en gizemli karakter ama hae-mi de öyle. jong-su'yu seviyor mu, ben'e âşık mı, nereye kayboldu? öldürüldü mü?

    kaybolmak derken... film türden türe zıplıyor yavaş temposuyla. büyüme türündeyken ben'in gelişiyle gizeme rotayı kırıyor, sonrasında polisiye türüne zıplıyor: hae-mi, jong-su'yu arıyor, ama konuşmuyor, o sırada bir şeyler oluyor, sonra kız kayboluyor. jong-su bir yandan seraları kontrol ederken daha sonra sevdiği kızı bulmaya çalışıyor. bu durum da filme diğer ivmeyi kazandırıyor. aslında o denli de temposuz değil. mesela hae-mi'nin aranışı heyecanlıydı. temposu çok yükselmese de merakla izleniyor film. özellikle hae-mi kaybolduğunda. nüans demiştim. sıkça anılan şeylerden birisi de kuyu. hae-mi "kuyuya düşmüştüm, jong-su kurtarmıştı beni, çok üzgündüm, öleceğim sanıyordum" diyor ama sonra hae-mi'ye yakın kişiler kuyunun olmadığını söylerken, jang-su'nun annesi kuyu vardı diyor. izleyici de jong-su gibi kime inanacağını şaşırıyor. hae-mi kuyuyu uydurmuş muydu, kuyu var mıydı yok muydu, varsa gerçekten kuyuya düşmüş müydü, yoksa "kuyu" bir metafor muydu? yoksa hae-mi kuyu derken jong-su'yla yolunun kesişmeden öncesini mi belirtiyordu? jong-su hayatına girince mutlu olduğunu mu ifade etmek istiyordu? sorular sorular...

    velhasıl bence oldukça iyi bir film.

    spoiler
104 entry daha
hesabın var mı? giriş yap